26 Ocak 2008 Cumartesi

DERİN DEVLET

Son günlerde ülke kamuoyunun gündemine oturan “Ergenekon Çetesi” operasyonunu ile bir taşla birkaç kuş vurulmak isteniyor.

AKP’ye yakın köşe yazarlarına göre;

ABD ile, PKK konusunda olduğu gibi bir işbirliği yapıldı ve işbirliği sonucu Türkiye’de ki Gladyo artık açığa çıkarılıp yok edilecek (Fehmi Koru)

Öncelikle, ABD ile PKK konusunda ne gibi gizli işbirliği yapıldı bilinmiyor.

Türkiye’de Gladyo örgütlenmesi vardır. Bu başbakan Ecevit tarafından bile itiraf edilmiştir.
Gladyo veya diğer adıyla “Gizli Nato”, soğuk savaş yıllarında, tüm Nato üyesi ülkelerde, olası bir Sovyet işgaline karşı sivil direniş örgütlemek amacıyla kurulmuş ve tüm giderleri NATO (siz onu ABD olarak okuyunuz) tarafından karşılanmıştır.

Fakat bu gizli yapılanma, sosyalist sisteme karşı hiçbir eylem yapmamıştır. Gizli Nato’nun eylem alanları sadece kendi ülke içinde olmuş, ABD karşıtı, aydınları, sanatçıları, politikacıları hedef almıştır.

Ülkemizde işlenen tüm politik cinayetlerin arkasında, Maraş, Çorum, 1 Mayıs vb. cinayet ve katliamların arkasında hep bu gizli Nato olmuştur.

Soğuk savaşın sona ermesi ve sosyalist sistemin dağılmasından sonra bir çok Nato üyesi devlet bu Gladyo’nun üzerine gitmiş şöyle veya böyle onu önemli ölçüde dağıtmışlardır.

Fakat ne yazık ki ülkemizde Gladyo’nun üzerine hiç gidilmemiş ve gizli Nato tüm gücünü korumuş ve korumaktadır.

Son günlerde gündeme gelen Ergenekon operasyonu ile bu “Derin Nato”nun açığa çıktığını ve artık ülkemizin de demokratikleşeceğini, hukukun dışında bir yapının kalmayacağı ileri sürülüyor.

Son operasyonda gözaltına alınanlara baktığımızda ise, bir tek general hariç diğerlerinin ciddiye alınabilecek bir kariyer ve konumlarının olmadığı görülüyor.

Bu gözaltına alınan, çete diye kamuoyuna sunulanlar olsa olsa ancak derin devletin taşeronları olabilir, tetikçileri olabilir.

Bu örgüt sözüm ona siyasi cinayetler işleyerek ordunun darbe yapması için ortam hazırlıyormuş. (Bülent Orakoğlu)

Kamuoyuna açıklananlara göre bunlar, Dink cinayeti, Cumhuriyet Gazetesine bomba atma olayı, Rahip cinayet, Malatya katliamı vb. yapmışlar.

Sadece Dink cinayeti olayına baksak bile söylenenlerin gerçek olmadığını görmemize yeter. Dink cinayetinde her şey aslında çok açık görülüyor, cinayetin işleneceği çok önceden defalarca kez ihbar ediliyor, jandarma ve polis ile fotoğraflar çekiliyor, silah biliniyor vb. bunların hiçbirisi gözaltında değil.
Egemen güçler son zamanlarda işlenen siyasi cinayetleri bunların üstüne yıkarak, gerçek katilleri (Gladyo’yu) gizlemiş olacakları gibi milliyetçiliği/ ulusalcılığı katillikle, cuntacılıkla bir tutmuş olacaklar ve insanlar kendilerini ulusalcı/milliyetçi olarak tanımlamaktan utanır olacak.

TÜRKİYE’DE SİYASİ CİNAYETLERİN AMACI NE?

Ülkemizde 80 öncesi başlayan ve günümüze kadar uzanan tüm siyasi cinayetlerin arkasında Gladyo vardır.

ABD, 1980 öncesi siyasi cinayetleri, 12 Eylül darbesini gerçekleştirebilmek için ve bu süreci engelleyebilecek/ geçiktirebilecek kişileri ortadan kaldırmak amacıyla yapmıştır.

Peki günümüzdeki siyasi cinayetler ne için yapılıyor? Türkiye’yi ılımlı İslam devleti yapabilmek için. Her siyasi cinayet AKP’ye artı yazıyor.

Ve ne yazık ki ABD bu hedefe adım adım yaklaşıyor.

Ergenekon operasyonunda göz altına alınanlar ve yaptıkları her eylem ABD’nin ılımlı İslam projesine hizmet ediyor, etmeye de devam ediyor.

Bunun doğru olmadığını söyleyenler, AKP ve Türkiye’nin konumuna bakmalarını öneririm.

Erdoğan, MHP desteği ile anayasayı değiştirebilecek konumda. Cumhurbaşkanı Gül, YÖK Başkanı onlardan. Türban’ın serbestliği sağlanmaya çalışılıyor. Devlet kadrolarını ele geçirmiş durumdalar vb.

Adım adım ılımlı islama yaklaşıyoruz.

SONUÇ OLARAK:

Göz altına alınanlar Gladyo’nun arka kapısına bile yaklaşamazlar. Onlar olsa olsa ancak Gladyo’ya tetikçi, taşeron olabilirler.

Gladyo ABD yapımıdır ve ABD’nin kendi yapısını ortadan kaldırmayı düşünmek bile saflıktır.

Kimliklerinin önüne milletçi sıfatı konarak milliyetçi olunamaz. Öyle olsa idi bir ABD yapımı olan MHP’de, BBP’de milliyetçi olurdu.

12 Eylül’den önce Gladyo tetikçilerini MHP tabanından sağlardı.

Şimdi de BBP tabanı ve kendilerine milliyetçi yaftası yapıştıranlardan sağlıyor.

Ayrıca zaman zaman da ABD hizbullah/el kaide gibi dinci yapıları kullanıyor.

Kendine milliyetçi/ulusalcı tanımlar yakıştıranlar bilerek veya bilmeyerek, ABD’nin ılımlı İslam modeline hizmet ediyor. Bazıları da milliyetçilik/ulusalcılık adına, bu tür yapılara destek vererek sonuçta ayni değirmene su taşıyor.


Bu hükümet varlığını ABD desteğine bağlı olduğunu bildiği için Gladyo’ya karşı kılını bile kıpırtadamaz. Bırakın kıpırdamayı, aklından bile geçiremez.

Saygılarımla…

İsmet Baytak

22 Ocak 2008 Salı

BİRİLERİ AMERİKA’YI KANDIRIYOR MU?

21.01.2008


11 Eylül* saldırıları oldu. Amerika kurulduğu tarihten itibaren ilk kez şiddeti kendi toprakları içinde gördü.

Tarih 11 Eylül, uçaklar ikiz kulelere dalıyor. Herkes büyük bir şaşkınlık içinde kaçışıyor. Büyük bir panik.

Canlı yayında dehşet saldırıları izliyoruz.

Türk kanalları ABD kanallarına bağlanıyor. Kanallarda 2 bin uçağın havada olmasından, ABD başkanının saldırılara karşı uçakta, havada olduğundan söz ediliyor.

Verilen canlı yayınlara göre birileri çıkıp ABD’den teslim olmalarını istese ABD teslim olacak gibi görünüyor.

İkiz kulelerde yangın, yangın nedeniyle kendine bilmem kaçıncı kattan atanlar ve arkasından ikiz kulelerin yıkılış canlı yayında izleniyor.

Bu görüntüleri izlerken saldırıları Usame Bin Laden’in yaptığı söyleniyor.

Amerika şokta!

Birkaç Arap ülkesinin sevinç gösterileri dışında tüm dünya ülkeleri ABD’nin yanında olduğu açıklamalarını yapıyor.

ABD yaralı bir ayı/domuz gibi saldıracak ülke arıyor. Saldırıyı kim yapmıştı. Laden. Nerede Afganistan’da.

Sovyetler birliği yanlısı, Afganistan devrimci askeri darbesinden sonra ABD, karşı devrimcileri, Pakistan ile birlikte örgütlemiş, Laden ve Taliban’ı Afgan devrimci güçlerinin üstüne saldırtmıştı.

Gelişmeler üzerine SSCB Afganistan’a asker göndermiş ve ABD ve batının desteklediği gerici/şeriatçı güçlere karşı savaşmıştı.

SSCB’de reel sosyalizm sona erdikten sonra devrimci Afgan yönetimi bir süre daha ayakta kalabilmiş ve sonuçta Taliban’ın denetimine girmişti.

ABD, 11 Eylül saldırılarının sorumluluğu işte bu kendi örgütlediği yapıların üzerine çevirdi.

ABD Devlet Başkanı Bush, “terörizme karşı ya benim yanımdasınız, ya da bize karşısınız” diyerek tüm dünyaya meydan okudu. Tüm devletler ABD’ye bağlılık yemini etti.

ABD sonuçta Afganistan’a saldırdı. Aslında Afganistan işgalinin kanlı ve uzun süreceği beklenirken işgal süreci kısa sürdü.

Zafer sarhoşluğunu bir süre sonra üzerinden atan ABD gerçekleri görmeye başladı.

Büyük bir terör saldırısı ile karşı karşı kalmış, karşılığında Afganistan gibi hiçbir getirisi olmayan, dünyanın en yoksul ülkesini işgal etmişti.

İşte o zaman ABD’li yetkililer düşünmeye başladı.

Afganistan’da ne yapacağız?

Aslında yapacakları hiçbir şey yoktu. Sadece Kabil’i kontrol ediyorlar, uyuşturucu trafiğine bile engel olamıyorlardı.

İşte o zaman kandırıldıklarını anladılar.

Birileri kendilerine terör saldırısında bulunmuş, sorumlusunu dinci terör demiş ve Afganistan’a yönlendirmişlerdi.

Sonuçta ellerinde sadece İslami terör söylemi kalmıştı.

Aslında 11 Eylül ertesi günlerde ABD istediği her şeyi yapmakta serbestti. Çünkü terör mağduru idi ve tüm ülkeler ABD yapacağı her şeyi hoş göreceklerini söylemişlerdi.

ABD’nin gerçekleri anlaması yaklaşık üç yılı bulmuştu. Bu üç yıl boyunca Rusya ekonomisini toparlamış, Çin gelişimine devam ediyordu.

11 Eylül terör saldırılarında ABD, stratejik öneme sahip denilerek kandırılmış ve hiçbir özelliği olmayan, doğal kaynakları olmayan ve denetimi askeri anlamda mümkün olmayan Afganistan üzerine saldırılmıştı.

Bu gerçeği anlayıncaya kadar ABD’nin haklılığı unutulmuş, diğer ülkeler kendilerini biraz da olsa toplamıştı.

Fakat ABD dünyada gelmiş geçmiş tüm ülkelerin en gelişmiş, modern ordusuna sahipti ve kimse ona açıkça karşı çıkamıyordu.

11 Eylül saldırılarında ve boşuna işgal edilen Afganistan’dan sonra bu sefer kendisine Irak ikram edildi. Irak’ta petrol de vardı üstelik. Dış ticaret/ savaş açıklarını Irak petrolü ile karşılayabilirdi.

ABD elinde 23 ülke sınırlarını değiştiren bir harita ile orta-Doğuya yöneldi.

Bu kez de bildiğimiz gibi Irak’a saldırdı. Irak savaşı çok kısa sürdü. Birkaç ay sonra ABD tankları Bağdat’a girmişti.

Aslında Saddam, ABD savaş gücü karşısında tutunamayacağını bildiği için uzun dönemli direniş yapılanması kurmuştu.

Bu kimin umurunda idi işte Irak’ta kolayca işgal edilmişti. ABD memnundu.

Fakat günler geçiyor Irak’ta direniş güçleniyordu.

ABD bir kez daha kandırılmıştı.

Yenilemez denilen, dünyanın en güçlü savaş mekanizması Irak’ta patinaj yapıyordu.

ABD IRAK SAVAŞINI YİTİRDİ

Bir çok kişi Irak’ta direnişin sürmesine karşılık ABD’nin Irak’ta olduğunu, petrollerini sınırlı da olsa sattığını, ölen asker sayısının ABD için önemli olmadığı söylüyorlar.

Bu açıdan bakılınca doğru gibi görünse de, ABD’nin karşısında hiçbir güçün duramayacağı imajı Irak kumlarına gömülmüştür. 3,5-4 milyon suni ABD’nin dünya egemenliğini sona erdirmiştir.

ABD’nin elindeki BOP haritası artık bir komedi malzemesi olmuştu. İran, dünya siyasetinde ABD ile gırgır geçer konumuna geldi.

Şimdi ne oluyor? ABD hala dünyanın en gelişmiş ordusunu elinde tutuyor ve Irak ateşini genişletmek istiyor. İran hala gündemde kalsa da yine birileri ABD’yi aldatarak Pakistan’a yöneltiyor.

Afganistan’da denetimi sağlayamayan ABD bir de Pakistan’a girerse tam bir çıkmaz içine girmiş olacak. Belki de olası bu savaş ABD imparatorluğunun sonunu getirecek.

Gelişmeleri birlikte izlemeye devam ediyoruz.

Saygılarımla…

11 Eylül saldırısını kim yaptı?

1- bin Laden yapmadı. Çünkü onun kapasitesi buna uygun değil. Laden eç güçlü silahı keleş sanıyor hala.

2-Rusya ve eski sosyalist ülkeler yapmadı. Çünkü ekonomileri yeni yeni düzelmeye başlamıştı. Böyle bir girişimi yapma şansları olmadığı gibi ABD savunma sistemlerini de bilmiyorlar.

Kim yaptı?

1- ABD-İsrail derin devleti

2- Batılı ülke gizli servisleri

3- Batılı ülke gizli servisleri artı ABD/İsrail gizli servisleri

21.01.2008

21 Ocak 2008 Pazartesi

SÜPER GÜÇ!

1 EKİM 2001

11 Eylül gününe kadar ABD'nin süper güç olduğu konusunda hiç kimsenin kuşkusu yoktu. Fakat 11 Eylül saldırısı sonrası ABD'nin süperliği tartışma konusu olmaya başladı.

Milyarlarca dolarlık silah teknolojisi, dünyanın en büyük haber alma örgütleri 11 Eylül saldırılarını engelleyemedi. Bu durum ABD'nin süperliği konusunda insanların kafalarında soru işaretleri oluşmasına yol açtı.

ABD militaristleri, saldırının nedenlerini ve saldırganların kimler olduğunu belirlemek yerine, bu saldırıyı gerekçe olarak görüp, gittikçe zayıflamakta olduğu, Afganistan-Pakistan, orta doğu gibi bölgelerde egemenliğini pekiştirme yolunu seçti. 11 Eylül saldırısında mağdur duruma düşen ABD'nin artık istediği yere saldırmak için mazereti vardı.

Bu çerçevede, ABD bol bol saldırı açıklamalarında bulunurken, Afganistan çevresine de büyük bir askeri yığınak yapıyorlardı. ABD'nin saldırgan felsefesi kendi çıkarları açısından oldukça mantıklıydı. Fakat mantıksız olanı bu saldırının nasıl başarılı olacağıydı.

Körfez savaşı sırasında, sosyalist sistem dağılmış, Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin yıkılışının ekonomik sorunları içinde bocalıyordu. ABD o boşlukta dünyanın tek süper gücü olmuştu. Fakat aradan geçen yıllar içinde Rus ekonomisi toparlandı. Çin ekonomisi süper bir gelişme gösterdi. Her iki ülkede muazzam bir askeri güce sahip. Öte yandan Almanya'nın birleşmesi genişleme politikalarının yeniden gündeme getirdi. Almanya günümüzde Orta doğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Asya'da büyük bir etki alanına sahip oldu.

90'lı yılların koşullarının olmadığı günümüzde, ABD, İngiltere ve İsrail dünyada, askeri olarak yalnız kaldı. Bu ittifaka Türkiye'yi de sokma çabaları sürüyor.
Afganistan'ın coğrafi yapısı ve savaşkan geleneği, Pakistan'daki ABD karşıtı gösteriler, İslam ülkelerinde İsrail-ABD ittifakına duyulan öfke, ABD'nin saldırı planlarını hergün ertelemesine neden oluyor.

İlk defa olarak ABD bir Afganistan savaşından galip gelemeyeceği seçeneğini de düşünmeye başladı. Olası bir başarısızlık ABD'yi orta doğu da dahil tüm bölgeden dışlayabilecek. Bu durumda ABD ekonomisinin can damarı olan silah ve otomotiv sanayi ile petrol şirketlerinin ağır bir darbe almış olacak.

Bu yüzden ABD, kendi kamuoyunu rahatlatmak için bazı taktikler dışında, uzun dönemde daha ince savaş taktikleri üzerinde duruyor. Fakat bunların da başarı şansı tartışma konusu.

Sonuç olarak 11 Eylül sabahına kadar süper güç olan ABD şimdi artık bunu yeniden kanıtlamak durumunda.

1 EKİM 2001

11 EYLÜL VE SONRASI

24 EYLÜL 2001

11 Eylül sabahı ABD büyük bir terör saldırısı ile karşı karşıya kaldı. Dünyanın en büyük haber alma örgütlerini atlatan teröristler ikiz kuleler ile Pentogan Binasına yaptığı saldırılarla ABD'yi şoke ettiler. Saldırının boyutunu bile bilemeyen ABD Başkanı korkudan köşe bucak kaçarken, New York ve Washigton yerel yöneticileri kentlerini boşaltma girişiminde bile bulundular.

Dünyanın süper gücü, kendi ülke sınırları içinde büyük bir saldırı ile karşılaşıyor, şaşırıyor, korkuyor, panik halinde kaçıyor. Milyarlarca dolar harcadıkları savunma-saldırı mekanizmaları hiçbir işe yaramıyor. Ölümü göze almış kararlı bir avuç insan, süperliği de, teknoloji de, milyarlarca doları da yerle bir ediyor.

Saldırı için iki hedef seçiliyor: Dünya Ticaret Örgütü Binası ve ABD Genel Kurmay Başkanlığının da olduğu Savunma Bakanlığı Binası.

Tüm dünyadaki eşitsiz gelir dağılımının, açlığın, yoksulluğun, sömürünün, işsizliğin üssü, İkiz Kuleler ve Pentagon. İkiz Kulelerde ekonomik kurmaylar, pentagon da ise ekonomik kurmayların hizmetinde olan askeri kurmaylar yer alıyor.

Saldırıyı kim yaptı?

Henüz saldırı sürerken medya saldırıyı yapanların 'İslami terör örgütleri'nin olduğunu açıkladı. Arkasında da Usame Bin Laden vardı.

ABD Laden için 'ölü veya diri' yakalama emri verdi. Afganistan sınırına yığınak yapmaya da devam ediyor.

Saldırının hazırlığı ve biçimine bakılırsa, eylemin uzun bir süreçte hazırlandığı ve bu süreç içinde hiçbir batılı haber alma kaynaklarının bilgi sahibi olmadığı anlaşılıyor ve saldırıda en son teknolojinin de kullanılmış olması saldırının arkasında gelişmiş batılı insanların olduğunu gösteriyor.

Bu saldırının arkasında, ABD'ye gözdağı vermek isteyen ya güçlü bir devlet var ya da 'Yeni Dünya Düzeni'ne karşı çıkan batılı bir terör örgütü var.

ABD bugüne kadar yaptığı araştırmalarda elbette saldırının arkasında kimler olduğunu öğrenmiş durumda. Gerçek saldırgandan intikam almayı geri ve uzun plana iterken, kendi gücünün şiddetini göstermek ve İslam ülkeleri üzerinde yitirmekte olduğu otoritesini yeniden sağlamak için Afganistan'a yöneliyor.

Nükleer silah sahibi Rusya, Pakistan, Hindistan gibi güçlü ülkelerin bölgelerindeki etki alanlarının genişlemesini engellemek isteyen ABD, Afganistan'a uzun süreli yerleşme hazırlıkları yapıyor.

11 Eylül saldırısının ABD'nin işine yarayacağını, bunu fırsat bilen ABD'nin dünyanın bir çok bölgesini kan gölünü çevirerek, daha sert militarist bir dünya düzeni kuracağını ileri sürenler de var. ABD'nin bunu yapmak isteyeceği çok açık. Fakat, dünya güçler dengesi 1990'lı yıllardaki gibi değil. Saldırının şoku üzerideyken bütün büyük ülkeler ABD'nin yanında olduğunu açıklaması ve üzüntülerini paylaşması hiç de gerçekçi değil. ABD'nin olası saldırılarına aykırı sesler yakında başlayacak ve herşey sanıldığı gibi hiç de kolay olmayacaktır. ABD saldırısının gecikmesindeki nedenlerden birisi de budur.

ABD'nin, gözdağı için seçtiği Afganistan, hem kendisi için hem de bölge insanı için cehennem olmaya aday bir coğrafyadır.

Sonuç olarak, 11 Eylül saldırısı ile süperliği tartışma konusu olan ABD'nin bunu yeniden kazanması için vereceği mücadelenin hiç de kolay geçmeyeceği acıktır.

24 EYLÜL 2001.

Amerikan açmazı

29 EKİM 2001

11 Eylül'de ABD'nin askeri ve ekonomik üslerine yapılan saldırıdan sonra, ABD'nin büyük bir intikam duygusuyla ve ne kadar güçlü olduğunu kanıtlamak amacıyla, büyük bir karşı saldırıya geçeceği herkes tarafından biliniyordu.

Bazı uzmanlar, 11 Eylül saldırısının ABD'nin çıkarlarına hizmet ettiğini, saldırıyı CİA ve FBİ'ın bildiği halde engellemediğini söylüyorlar. Yine aynı uzmanlar, bu saldırı sonucu, ABD halkını ve dünya kamuoyunu arkasına alan ABD, dünyada kendi çizgisini izlemeyen tüm ülkelere yönelik büyük bir askeri operasyon düzenleyeceği, dünyada insan hak ve özgürlüklerin budanacağı, ABD merkezli militarist bir yeni düzenin kurulacağını ileri sürmeye başladılar. Görünüşe göre tüm NATO ülkeleri, diğer gelişmiş ülkeler hatta Çin, Rusya, Hindistan bile ABD'yi destekliyordu.

Hedefte görülen ülkeler ise, Afganistan, Irak, Suriye, Sudan, Libya vb. ülkelerdi.

ABD içlerinde en zayıf, en geri ülke olan Afganistan'a saldırmaya başladı. Fakat günler geçtikçe, ABD'nin dünyada yeni bir düzen kurmasının hiç de kolay olamayacağı görülmeye başlandı. Kara operasyonu olmadan yapılan saldırıların, Taleban'ı güçlendirmekten öte gitmediğini, ölen, yaralanan ve yerlerinden edilen sivillerin sayılarının arttıkça dünya kamuoyunun ABD aleyhine dönmeye başladığı da görüldü. İslam ülkelerinde ise topyekün bir ABD düşmanlığı başlıyordu.

Kara harekatının ilk denemesinde hezimete uğrayan ABD ise arkasında İngiltere hariç hiçbir ülkenin olmadığını gördü. Gelişmiş her ülke Afganistan konusunda ABD istemleri dışında gelişmeleri önerdi.

Kara harekatına sadece İngiltere'nin, o da sınırlı sayıda destek vereceği, içinde Türkiye'de dahil olduğu diğer ülkelerin ise desteklerinin sadece sözde kaldığı da ortaya çıktı.

Coğrafi konumu ve gerilla savaşındaki yatkınlığı nedeniyle istilası zor olan Afganistan'da ABD'nin yeni bir yönetim oluşturması açmaza doğru sürükleniyor. ABD'nin Afganistan'a ancak yüzbinlerce askerle girebileceği gerçeği ve savaşın yeni bir Vietnam'a dönüşebileceği riski ABD'yi yeni arayışlara yöneltiyor.

ABD'nin kendi içinde de olmak üzere savaş karşıtlarının seslerini yükseltmeye başladığı günümüzde, ne pastanın paylaşılacağı masa, ne sınırların yeniden çizileceği harita ve ne de yeni bir militarist bir ABD hegemonyasının olacağı bir dünya ufukta görülmüyor.

29 EKİM 2001

İKTİDAR

30 NİSAN 2001

Eğer bir ülkede;

1- Yönetenler, iktidarı eskisi gibi yönetemiyorsa,

2- Yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyorsa ve yoksullukları olağanüstü artmışsa,

3- Bunlara bağlı olarak yığınsal gösterilerde büyük bir patlama yaşanıyorsa,

O ülkede ağır bir krizin neden olduğu bunalım yaşanıyor demektir. Bu durumda o ülkede iktidar -ekonomik ve siyasi- sallantıda demektir.

Türkiye işte böylesi bir durumu yaşıyor. Ülkeyi, holdingler ve onların siyasi kadroları, basın ve devletin bileşenleri yönetiyor. Var olan bu iktidardaki yapı bugün ülkeyi yönetemez duruma düşmüştür.

Yönetilenler ise, böyle yönetilmek istemiyor. Kendilerini yönetenlere güvenmiyor. Krizin neden olduğu ekonomik faturayı artık karşılayabilecek durumda değiller ve bir şeyler yapabilmek için sokaklara dökülüyor, değişik eylem yapıyorlar.

Yönetilenler artık kendilerinin de nasıl olacağını tam olarak bilemediği yeni bir iktidar istiyorlar.

İçinde yaşadığımız bu kriz durumu şöyle bir seyir izleyebilir:

1- Yönetenler, sorunu çözeceğine halkı inandırmak için Kemal Derviş gibi birini kurtarıcı ilan ederler ve kitle eylemlerinde göreceli bir düşüş yaşanır. Fakat uygulanan ekonomik program yönetilenleri daha da yoksullaştıracağı için yavaşlama eğilimi gösteren kitle eylemlerinde olağanüstü bir patlama yaşanır.

2- Yönetenler iktidarlarını yitirmemek için kenetlenir ve gerektiğinde şiddet kullanır. Her türlü gösteri ve yürüyüşler, eylem ve iş bırakmalar yasaklanır ve yasağa uymayanlar ağır bir şekilde cezalandırılır. Böylece ağır fatura tamamen halk kesimlerine kesilerek bunalımdan çıkılabilir. Fakat bu yöntemin, halk hareketlerinin olağanüstü arttığı koşullarda başarı şansı yok denecek kadar azdır.

3- İktidara yeni bileşenler katılır. İktidarın içinde yer almayan bazı holding ve ekonomik yapılar var olan egemenlerle işbirliği yaparlar. Bu yeni ekonomik yapılar Türkiye'de "İslami Sermaye", "Anadolu Sermayesi" ve KOBİ'ler biçiminde mevcuttur. Bu yeni iktidar bileşeni halk için birkaç reform yaparak kitle eylemlerini en aza indirip ekonomide belirli bir rahatlamayı getirebilirler.

4- İktidardaki yapı egemenliğini paylaşmak istemez. Ekonomik krizi çözemez ve uyguladığı şiddetle de sonuç alamazsa ülkenin iktidarı el değiştirecek demektir. Yeni yapı sonuçta ABD ve AB ile uzlaşma yolu arayacak başaramazsa onlarla da çatışma içine girecektir.

5- Ülke içindeki bu ekonomik durum sosyalist bir yönetim için en uygun objektif durumdur. Fakat ülke içindeki sosyalist yapıların ideolojik ve örgütsel kimlikleri çok cılız olduğu için bu seçeneğin gerçekleşme şansı oldukça azdır. Fakat bu kriz durumunun takviminin uzaması sonucu bu süreç içindeki şimdiden kestirilemeyen yeni gelişmeler de yaşanabileceği göz önüne alınmalıdır.
6-
Sonuç olarak ülke büyük bir ekonomik kriz yaşamakta ve halk yığınları krizin faturasını ödemek durumundadırlar. Halkın artık fatura ödeyecek durumu da kalmamıştır. Yığınlar artık sessiz kalmak istememektedirler. Ülke egemenleri çıkış olarak Kemal Derviş'i ABD'den transfer etmiş ve kurtarıcı olarak halka sunmuştur. Derviş'in hazırladığı ekonomik program ve çıkmasını istediği yasalar, ülke bağımsızlığını yok sayarak krizin faturasını halka daha ağır bir şekilde yüklemek olduğu anlaşılmıştır.

Bu kriz aşılmalıdır ve aşılacaktır. Toplum bilimi çok hareketli ve çeşitlidir. Yukarıda öngörülmeyen daha değişik sonuçlarla da kriz aşılabilir. Ama ne olursa olsun iktidardaki yapı eski yöntemleriyle artık iktidarı sürdüremeyecektir.

30 NİSAN 2001

19 Ocak 2008 Cumartesi

YÖNETENLER VE YÖNETİLENLER

6 Temmuz 1998

Türkiye ciddi bir kriz içinde kıvranıyor. Ülkeyi yönetenler eskisi gibi yönetemezken, yönetilenler de artık böyle yönetilmek istemiyor. Politikanın tamamen kirlendiği politikacıların yeniden seçilmek için çevirmediği dolapların, değiştirmediği partilerin kalmadığı günümüzde, TBMM halkın güvenini yitirmiş durumda. Halk bu politikacılarla artık hiçbir şeyin olamayacağını iyi biliyor. Sadece kendi işini yaptırmak için onların arkasından koşturuyor. İş takipçilerinin %95'şi de hayal kırıklığına uğrayarak TBMM'ye daha çok kızıyor.

Marksizme göre herşey devrim koşullarının altyapısına uyuyor. Bu nesnel gerçeklere göre sanki devrim kapımızda. Fakat gerçek hiçte öyle değil. Hükümet ekonominin %50'sinden fazlasını denetleyemiyor. Böyle olunca, hükümet halkın üretim potansiyelinin önemli bir bölümünü vergilendiremiyor, alış-verişlerde %15 alış-veriş haracını alamıyor. Bu anlamda birçok sektörde üretilen ve hükümet tarafından denetlenemeyen mallar piyasada oldukça ucuza satışa sunuluyor. Bu anlamda hükümetin körüklediği pahalılık-enflasyon bir anlamda halka ulaşamıyor.

Hükümet 'vergi reformu', 'sigorta reformu' adı altında, ve düşük ücret artışlarıyla var olan ekonomik bunalımın faturasını dar ve orta gelirlinin üstüne yıkmaya çalışıyor.

Hükümet ekonominin tamamını denetlemesi durumunda, elde edilen vergi gelirlerinin daha fazla savaş ekonomisine ve 'teşvik primleri' gideceği bilinmeyen bir gerçek değil. Bu durumda vatandaşın, pazardan aldığı en temel gıda maddelerinin bile fiyatının 2-3 katına çıkacağı da bir gerçek.

Tüm bunları hükümet yapamadığı için ülkemizde bir 'devrimci durum' yaşanmıyor.

Fakat burjuvazi birçok yönden TBMM'den şikayetçi. TUSİAD'ın yayın organlarında çıkan haber ve yorumların bir çoğu radikal sol'u bile geride bırakıyor. Bu anlamda ülke yönetiminde ciddi bir revizyon talepleri var.

Türkiye Cumhuriyetinde Osmanlıdan gelen bir gelenek var; ülkenin çıkarlarını en iyi devlet bilir. Devlet bu çıkarların korunmasını ve geliştirilmesinde gerektiğinde özel sektöre bile güvenmez. Fakat özel sektörün gerek ABD'de, gerek Avrupa'da gerekse ülke içinde çok ciddi güçleri olduğunu da iyi bilir. Bunun için devlet içindeki 'devletçi' kadrolar kendi seçeneklerini kabul ettirmek için, provakasyonlarına bir takım piyonları kullanırlar, Atatarükçülük adına Atatürk ilkelerinin çiğnenmesini desteklerler.

Komünizim tehlikesi adı altında koç'ları, sabancıları korkuturlar. Sonuçta darbe yaparlar. Komünizm tehlikesi olmayınca yeşil kapitalıstleri , şeriatı tehlike haline getirmek için gerektiğinde onları güçlendirmek için medyayı onlara sonuna kadar açarlar. Bazen sahte anketlerle burjuvaziyi korkutma yolunu bile seçerler.

Türkiye Burjuvazisi de ABD'ye ne kadar şirin görünmeye çalışsa da kendileri faali meçhul cinayetlere kurban gidebileceklerini çok iyi yaşadıklarından fazla ses çıkarmazlar. En demokratları bile askeri yönetimlerde daha fazla kar ettiğini bildiğinden oynanan oyunu uzaktan, bir seyirci gibi izlerler. Vatandaşlardan farklı olarak sadece gerektiğinde kaçmak üzere, bir kısım paralarını yabancı bankalara yatırırlar, kaçmak için gerekli planları yaparlar.

Türkiye egemen güçleri içinde bulunduğu açmazdan çıkmak için, onların medyadaki milyarlık kalemleri yeni yeni önerilerle rejim krizine çözüm arıyorlar, yeni sistemlerle devleti daha da merkezileştirmeye çalışarak, halkı daha da susturmak, büyük gücün altında, her ne şekilde olursa olsun yönetilmeyi kabule zorluyorlar.

Halk ise, devlet kontrolu dışında biraz rahat yaşarken, yaşam standartları iyi kötü korumak istiyor, daha fazla özveride bulunmayı düşünmüyor.

Önümüzdeki günlerde ekonomik krizin, yönetenler lehine çözmek isteyenler güçlerle buna karşı çıkan, üstelik fazla politik olmayan kişilerin çatışmasını hep birlikte yaşayacağız. Çalışanların en büyük açmazı ise tutarlı bir politik çizgide yer alan bir partinin olmayışı. Fakat devrimci durumlarda, yaşam göstermiştir ki halk politik yapıların hep önünde yer almıştır.

6 Temmuz 1998

Ulusal bilinç ve Galatasaray

24 NİSAN 2000

Ulusal kurtuluş savaşı veren ve emperyalist işgalcileri ülkemizden kovan Mustafa Kemal Atatürk, ulusal bilinci yaratmak için bir dizi kampanyalara girişti. Çünkü ülkemizin ulusal bilince gereksinimi vardı. Osmanlı devleti Anadolu'yu küçümser, Anadolu'da yaşayanları ikinci sınıf vatandaş olarak görürdü.

Osmanlı devleti, ayak oyunları ile, Avrupa devletlerinin kendi aralarındaki çelişkilerle 20. yüzyıl başlarına kadar ayakta kalmasını becerdi. Fakat devlet artık devlet olmaktan çıkmış ulusal bilinç yerini devlette asker vermekten, vergi vermekten bir başka anlam ifade etmez olmuştu.

Atatürk bu anlamda Türk olmanın ulusal bilincini oluşturmaya çalıştı. Cumhuriyetin özellikle ilk yılları bu bilinç oluşumunun en başarılı yıllarını oluşturdu. Başta aydınlar olmak üzere tüm halkımızın yeni bir duygu ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın gururunu yaşar oldular.
Fakat ilerleyen yıllarda, özellikle DP iktidarından itibaren ulusal bilinç, ulusal kalkınma, yerini ABD egemenliğine bırakır oldu. Ulusal kalkınma planlarından vaz geçen hükümetler, ülkemiz halkını Avrupa ülkelerinin çöpçüleri haline getirdiler. Halkımız bir kez daha Avrupa'nın geri insanları haline geldi.

Günümüzde ise ülke insanı pahalılık ve işsizlikten kıvranır hale geldi. Kendileri lüks villalarda yaşayanlar, dar gelirli halkımızın baraka yapmasına izin vermez oldu. Hükümetler kendi becerisizlikleri başka bir takım yapılara yükleyerek deprem sorumluluğundan kaçma yolunu seçtiler.

Yeni çıkardıkları yasalarla halkımızın en temel hakkı olan barınma hakkını ellerinden almaya kalktılar.

İşte bu günlerde Türkiye Cumhuriyeti insanı bir başka Avrupa- ABD insanı olmanın yollarını ararken, ulusal bilinç yok olurken Galatasaray UEFA'da finale yükseldi.

Pahalılıktan, meclisin ayak oyunlarından bıkan, hükümetlerden bir şey beklenemez duruma gelen ve insanların, Türk olmaktan bir onur, gurur ve faydasının olmadığını düşünmeye başladığı anda Galatasaray'ın bu başarısı yeniden halkımızda bir ulusal bilinç kıpırdanmalarına yol açtı.

Galatasaray'ın bu başarısından sonra Avrupa'nın çöpçüleri olan işçilerimiz bile kendilerinin Türk olduklarını söylemekten çekinmez duruma geldiler.

Bazı egemenler iktidarlarını sürdürmek için özellikle futbolu kullanmışlardır. Buradan yola çıkarak Galatasaray'ın başarısını böyle değerlendirmek de mümkündür. Fakat yokluk, pahalılık, işsizlik ve yolsuzluk içinde kıvranan halkımızın böylesi de olsa bir sevinebileceği, tutunabileceği bir dal olması, halkımızın moral açısından önemli bir oluşumdur.

Ulusal bilinç maç sonuçların da oluşsa bile bunun diğer alanlarda da kendisini göstermemesi mümkün değildir. Bu anlamda ülkemizin aydınlarının birinci görevi ulusal bilinci spor kulüplerinden önce oluşturmaya katkı sağlamalı ve ülkemizin insanlarının sorunlarının çözümünün birinci maddesinin bu bilinç olduğunu göstermelidirler.

Ulusal bilinci geliştirmede yaptığı katkılarından dolayı Galatasaray Spor Kulübünü kutluyor ve başarılarının devamını diliyorum.

24 NİSAN 2000

SEÇİMLER VE ÖDP

3 MAYIS 1999

Seçimlerde barajı zorlayacağı, en azından %3-5 oy alacağı düşünülen ÖDP, ancak binde 8 oy alabildi.

ÖDP dışındaki EMEP, İP, SİP gibi diğer partiler de farklı bir durum ortaya koyamayarak 'diğerleri' içinde yer aldılar.

Türkiye'de esen milliyetçi rüzgarların altında sol partilerin gerçekten de ciddi bir varlık göstermesi zaten pek beklenmiyordu. Fakat bu partiler seçim arenasını, ideolojik ve politik görüşlerini anlatma olanağı olarak da kullanamadılar.

Sanki halkımız, kandırılması kolay, saf insanlar olarak görülerek, 'Biz adaylarımızı halkın içinden seçtik' denilerek, listelerini sade vatandaşlara açtılar. Fakat zaten bu partilerin %10'luk ülke barajını geçemeyeceği biliniyordu. Barajı geçemeyip milletvekili seçilemeyecek olduktan sonra listelerde kimin aday olmasının zaten önemi yoktu. Burada şu soruya dürüst yanıt vermek durumundalar. Eğer barajı geçebilecek olsalar yine sade vatandaşları listelerinden aday gösterirler miydi?

Seçimlerde %10'luk ülke barajını geçemeyeceği, hiçbir ciddi belediyeyi kazanamayacağı belli olan ÖDP, seçimlerde diğer partilerden farkını anlatmak yerine, ideolojisini ve politikasını anlatmak yerine, seçilirlerse neler yapacaklarını anlatma yoluna gittiler.

Halkımız da bunların hiçbir yere seçilemeyeceklerini bildiklerinden söylemleri gülerek dinlediler. Sonuç olarak da bu partiler halk tarafından ciddiye alınan, kabul gören partiler olamayarak bir seçim dönemini kapatmak durumunda kaldılar.

Sol ve sosyalist partiler, halkı 'enayi' yerine koymayı bırakarak, ülkenin ekonomik ve sosyal sorunlarını, bunların çözümü için tek seçeneğin kendileri olduklarını gösterme yolu seçmeleri gerekirdi.

Meclis partileri içinde başlayan Genel Başkan ve Merkez Yöneticilerinin istifa etmesi gerektiği tartışmalarını bu sol partiler de yapmalı, aşağıdan yukarıya, söylemleri ile, ideolojileri ile yeniden yapılanmalıdırlar.

3 MAYIS 1999

SEÇİMLER

10 AĞUSTOS 1998
Genel ve yerel seçimlerin 1999 yılı Nisan ayında yapılması kararlaştırıldı. Mecliste yeniden seçilemeyecek veya %10 barajını aşamayacak milletvekili ve partiler genel seçimleri öne alan bu kararı değiştirmek için yoğun çalışma içine girdiler bile.

Türkiye içinde bulunduğu ekonomik kriz içinde kıvranır, orta ölçekteki birçok firma iflası yaşarken, bu seçim sistemi ile değişen birşey olmayacağı da bilinmeyen bir gerçek değil. Bu koşullarda yapılan bir seçimde bu meclis yapısında ciddi bir değişiklik beklenmiyor.

Oysa ülkenin ciddi değişimlere gereksinimi var. Ülke, Çiller, Erbakan, Yılmaz, Baykal, Ecevit çıkmazını aşmak istiyor. Uzun erimli politika yapanlar, önce politikanın kirlenmesi için, statükocu Demirel'i Cumhurbaşkanı, Amerikancı Çiller'i DYP Genel Başkanı, MHP'ci Mesut Yılmaz'ı ANAP Genel Başkanı ve hizipçi Baykal'ı CHP Genel Başkanı yaptılar. Bu hesabı yapanlar politikanın, TBMM'nin önünü kapatarak, halkın demokrasiden umudunu daha baştan kesmiş oldular.

Bu oyun oynanmamalıdır. Egemen güçlerin demokrasiyi askıya alma girişimlerine karşı çıkılmalı ve bu oyun bozulmalıdır.

Bugün, TBMM'de halkın çıkarlarını savunacak, halka ve ülkeye güven verecek bir yapı yoktur ve yarın bu koşullarda yapılacak bir seçimlerde de bu yapı oluşmayacaktır. Politikacılar kendi yandaşlarına çıkar sağlamak dışında hiçbir şey yapmamaktalar ve yapmayacaklardır. Seçimler sadece, devlet kasasından ceblerini dolduranları değiştirecek, yeni isimler köşe dönecektir.

Tüm bu olumsuz koşullara karşın yapılacak şey öncelikle bu seçim yasasının değiştirerek, ülke ve yerel barajları kaldırarak halkın oy verdiği tüm partileri ve bağımsız adaylara meclisin önünü açmak olmalıdır. Bu durum en azından halkın meclise olan güvenini yeniden sağlayacak ve halkın her kesiminin temsili ve mecliste görüşlerinin savunulmasını sağlayacaktır.

Aksi halde yapılacak ilk seçimlerde FP ve DYP'nin koalisyon hükümeti gündeme gelecek ya da meclis dışı güçlerle azınlık koalisyonu kurulacak ve TBMM'den umudunu yitirmiş halka demokratik olmayan seçenekler sunulacaktır.

GENEL AF
Rahşan Ecevit'in ortaya attığı af konusu değişik çevrelerden tepkiler almaya devam ediyor. Herkes affı kendi çıkarları doğrultusunda savunuyor veya karşı çıkıyor. Medya ise af konusunda timsah gözyaşları dökmeye başladı bile. Her konuda olduğu gibi bu konuda da oynanan oyun çok açık. Affın kamuoyuna mal olarak genel bir kampanyaya dönüşmemesi. Medya bunu engellemek için kafa karıştırmaya başladı ve başarısını da görmemek mümkün değil.

Düzenin suçlu ürettiği bir toplumda affı savunmamak elbette demokratlıkla bağdaşmaz. Türkiye, geçmiş yaralarını sarmak ve vatandaşlarıyla yeniden barışmak istiyorsa, sınırsız, koşulsuz ve her alanda bir af çıkarmak zorundadır.

Cezaevinde her ne koşulda yatan olursa olsun tamamının serbest bırakılması, sicil , öğrenci, Bağ-Kur, SSK, Vergi, imar vb konularda genel ve sınırsız af çıkmalı ve Anayasa ve ceza yasası, günümüz koşullarına göre yeniden düzenlenmelidir. Medyanın kafa karıştırmalarına karşı halkımızın savunması gerekenler bunlardır.

Bazı kurum ve kişiler af da sınır getirmek istemektedirler. Örneğin devleti dolandıranlar, faili meçhul cinayetlere karışanlar, işkence yapanlar vb. suçların af kapsamı dışında bırakılmasını istemektedirler. Oysa bunlar zaten cezaevinde değillerdir. Af da sınır getirmek affı savunulamaz hale getirmektir.

Ne suç işlerse işlesin, herkesin yaşamına bir şans daha verilmesi gerektiğine inanıyor ve toplumu daha insalcıl duygularla davranması gerektiğine inanıyorum.
10 AĞUSTOS 1998

Sağduyulu olmak

17 OCAK 2000

Hükümet Öcalan'ın idam kararını meclise getirmeme ve Avrupa İnsan Hakları Mahkamesi'nin kararını bekleme yolunu seçti. Bu durum hükümet ortağı olan MHP başta olmak üzere bir çok kurum ve kuruluşu güç durumda bıraktı.

Daha düne kadar "Apo'nun cezasını biz vereceğiz" diyen MHP şimdi Apo'nun kurtarıcısı olduğu gerekçesiyle sert eleştirilere hedef oluyor.

Hükümetin bu bekletme kararı, Cumhurbaşkanı, MGK, MİT ve benzeri kurumlar tarafından da destekleniyor.

Tüm dünya ve geçmiş tarihimiz de idamların hiçbir zaman amacına ulaşmadığını aksine idam edilen kişileri unutulmaz birer kahraman haline getirdiğini görüyoruz. Bunun yanında var olan sorunların çözülmediğini daha da keskinleştiği de tarihsel bir gerçek.

Türk ve Kürt halklarının bir arada kardeşçe yaşamasını istiyorsak tarihsel olaylardan da ders çıkarmamız gerekir.

Gerçi hükümet idamdan dönüş olmadığını kararın sadece 1.5 yıl geçikmeli olarak uygulanacağını açıkladı. Fakat AB'nin kapılarının aralandığı günümüzde idam kararının uygulanması 1.5 yıl sonra da olsa oldukça zor görülüyor.

Bu arada şehit aileleri de Türkiye'nin hemen her yerinde protesto gösterileri düzenliyor, imza kampanyaları açıyor. En yakını ölmüş birinin Apo'nun asılmasını istemesini anlayışla karşılamamak elde değil. Fakat medyanın şehit yakınlarını sürekli ekranlara getirmesi şimdi de hükümetin kararını desteklemesi de onların tutarsız yayın çizgisinin bir göstergesi.

Dünya ülkelerinin büyük çoğunluğunda kaldırılmış olan idam cezasının ülkemizde de kaldırılması ve tüm böylesi tartışmaların son bulması yaşadığımız çağın bir koşulu olmalıdır.

Ne suçtan olursa olsun tüm idam cezaları yasalarımızdan çıkarılmalıdır.

Sonuç olarak hükümetin bekletme kararı olumlu bir karardır ve desteklenmelidir. Halkımız da sağduyulu olarak düşünüp 'kana kan, intikam' gibi çağdışı düşüncelere kapılmadan, barış ve kardeşliğin önüne engel çıkarılmasına izin vermemelidir.

17 OCAK 2000

Marksistler ve Atatürk

13 KASIM 2000

Osmanlı Devletinin son egemenleri, kendi saltanatlarının devamı ve çıkarları için tüm ülkeyi emperyalistlere peşkeş çekmesinden ve ülkenin birçok kesimi emperyalist güçler tarafından işgale uğramasından sonra yurdun dörtbir yanından işgalci güçlere karşı direniş hareketi başladı.

Emperyalistlerle işbirliği yapan vatan düşmanı Osmanlı kalıntılarının suçlu ilan edip dağ-tepe aradığı efeler ilk direnişi başlatarak, Yunan ordusunun Ege'de ilerleyişini durdurmuşlar ve 'Çerkes Ethem' komutasında birleşerek, sivil bir direniş ordusu örgütlemişlerdir. Bu yapı Ege'de Yunan ilerleyişini durdurduğu gibi, ülke içindeki birçok yobaz ayaklanmaları da bastırarak, Ankara Hükümetinin güvenliğini de sağlamışlardır. Tüm tarih kitapları böyle yazar.

Rus devriminden etkilenen Çerkes Ethem'in 'Yeşil Ordusu' ülkenin kurtuluşuna sayısız katkılar sağladıktan sonra, Atatürk'ün tek başlı, tek ordulu, tek merkezli Ankara Hükümeti kararından sonra, bir tek kurşun sıkmayarak ya dağılmış ya da Atatürk birliklerine katılmışlardır. Çerkes Ethem ise hayatını kurtarmak için Yunanistan üzerinden Avrupa'ya sığınmıştır.

Anadolu'daki efeler dışında Avrupa'da eğitim görmüş, Marksist olmuş komünistler, sayıları yüzbinleri bulan Osmanlı-Rus savaşında Rus'ların eline geçen esirlerin devrimle birlikte serbest bırakılmasından sonra bu esirler, devrimden etkilenerek ya Kızılordu saflarına katılmışlar ya da ülkeye gelerek işgalci güçlere karşı savaşmışlardır.

İstanbul'da kurulmuş olan komünist örgütler, düşmanın elinden cephane ve silah çalarak Ankara hükümetine göndermesi ve Lenin Başkanlığındaki Sovyetler Birliğinin Ankara hükümetine ciddi silah ve para yardımları da tarih kitaplarında yer alan gerçeklerdir.
Mustafa Kemal Atatürk, ülkenin bağımsızlığını ve egemenliğini sağlamış, bunun için dünya emperyalist güçlerine karşı savaşmış ulusal bir kahramandır. Bunu SSCB arşivleri de, Türk marksist arşivleri de böyle yazar.

Türk marksistleri Atatürk'ü baştan beri desteklemişler ve emperyalist işgalcilere karşı aynı cephe içinde savaşmışlardır. Atatürk ile ters düştükleri konu ise ülkenin kapitalist kalkınma yolunun seçilmesi olmuştur. Bu ayrı bir yazı konusudur.

Bugün de marksistler ülkenin egemenliği için çağdaş bir yaşam için karanlık, örümcek kafalılara karşı Atatürk ilke ve devrimlerini savunmaktadırlar.

Fakat günümüzde Atatürk'e olan kin ve düşmanlıklarını kusmak isteyen bir takım örümcek kafalı kişiler sahte Atatürkçüleri örnek göstererek 'Ben Atatürkçü değilim' demek cesaretini gösteriyorlar. Fakat Atatürk nasıl onların tarihin çöplüğüne gömdüyse bu artıkların da tarihin çöplüğüne gömülmeleri yakındır.

Kimse tarihin ilerleyişini durduramaz. 'Kimse nehirdeki aynı suda ikinci defa yıkanamaz'.

Atatürk'ü ölümünün 62. yıldönümünde saygıyla anıyorum.

Saygılarımla...

13 KASIM 2000

SOSYAL DEMOKRATLARIN SON MOHİKANLARI

11 OCAK 1999

18 Nisan'da yerel ve genel seçimlere yaklaştığımız günümüzde CHP 'Altın Vuruş'a hazırlanıyor.

Aslında herşey SODEP'in Halkçı Parti ile birleşmesiyle başladı. 12 Eylül emir-komuta zinciri içinde kurulan HP, SODEP'in seçimlere sokulmamasıyla sosyal demokrat parti olarak pazarlanmış ve %33 civarında oy alarak meclise girmişti. Fakat o günün koşullarında, meclis dışı partilerin meclis içi partilerden güçlü olması sonucu tıkanan politikanın aşılması için hazırlanan halkı satış planlarından birisi de SODEP'in HP ile birleşerek meclisi kamuoyu önünde yasallaştırma girişimiydi. Devletin II. adamının oğlu Erdal İnönü elbette devletle takışmazdı ve 12 Eylülcülerle uzlaşarak, HP ile birleşerek meclise girdi. Bunu DYP'de izledi. Sonuç olarak 12 Eylülcüler yargılanmak yerine ödüllendirilmiş, dokunulmazlık zırhına bürünmüş oldular.

Sosyal demokratların bu tavrı halka ihanet çizgisinin en uç noktasına gelmiş oldu. Bu ihanet çizgisi sosyalist ihanetin çok ötesinde kendi en temel kavramlarına ihanetin temelini oluşturdu.

Devlet egemen güçleri, kendi egemenliklerini sürdürmek için politik partileri politikasızlaştırmaları gerektiğini çok iyi biliyordu. Bunun için de önce parti liderleri, politikada yeteneksiz, beceriksiz kişilerden oluşmalıydı. Böylece 'genç nesil' adı altında, Çiller, Yılmaz, Baykal partilerinde genel başkan oldular. Bu liderler sayesinde de ülkede, kirlenme, mafyalaşma, çeteleşme, talan ve soygun en üst noktaya ulaştı.

Torun sahibi Baykal 'Genç Lider' olarak CHP'ye genel başkan olmasından sonra sosyal demokratlar, bulicin giyerek, yelkenleri şişirerek, Yeni Dünya Düzenini, özelleştirmeyi savunarak, Kabe'yi ABD kabul ederek politika yapmaya başladılar. Bu 'başarılı' politikaları sonucu %10 oy oranı ile barajı aşmayı başarabildiler.

'Avrupa’dan esen rüzgarları' da arkasına alan Baykal liderliğindeki CHP şimdi de 18 Nisan'da genel ve yerel seçimlere hazırlanıyor. Nereye aday olursa olsun, parti görevinden istifayı zorunlu kılan ve boşalan yönetim kurulu üyelikleri ve başkanları seçimle değil de kendisinin atamalarıyla doldurmayı hedefleyen Baykal böylelikle parti içindeki SHP kökenlilerden ve muhaliflerinden kurtulmuş olacak. Fakat %10 barajını aşabilecek mi? o önemli değil. Önemli olan küçük de olsa partinin Baykal'ın olması.

Hükümeti düşürme nedenini açıklama yerine, parti içinde ayak oyunlarını seçen Baykal'ı artık tüm ülke tanıdı. Fakat görünen o ki onu en az kendi partisi içindeki seçilme hırsı olanların tanıyamamış olması. Sosyal demokratların son Mohikanları uykularında seçilmiş olmanın hülyalarını görürken, Baykal 'Altın Vuruş' ile hem kendisini hem partisinin sonunu hazırlıyor.

Sosyal demokrat taban ise, duyarlı, demokrat, ilerici insanları ise partinin bu gidişine karşı çıkarak, ön seçimleri savunmak yerine, 'Deneyimli politikacı' görüntüsüyle, bir yerlere aday gösterilmek için veya boşalan kadrolara atanmak için sıra bekliyor.

'Altın Vuruş' ülke demokrasinin umutların, özlemlerin tükenişini getirmeyecek fakat 'Son Mohikanların' biryerlere seçilmeyi düşünenlerin defterini kapatacak.

11 OCAK 1999

BANKALARIN ÖZELLEŞTİRİLMESİ

12 MART 2001

Türkiye Kemal Derviş ile birlikte yeni bir yönetime giriyor. Kimi çevrelerce, Eyalet Valisi olarak atandığı ileri sürülen Derviş'in, Dünya Bankasından, ekonomiden sorumlu bakanlığa getirilmesi "iş çevreleri" tarafından sevinçle karşılandı. Derviş neredeyse bir kurtarıcı olarak değerlendirildi. Yine aynı çevreler Derviş'in ulusal bir ekonomi programı hazırlayacağını ileri sürmeye başladı.

Dünya Bankası Genel Başkan Yardımcılığından gelen birinin uyruğu ne olursa olsun ulusal bir program uygulaması mümkün değil. Derviş'in uygulayacağı program eski uygulanan programın tıpkısı olacaktır. Fark sadece seçmenlerden, ulusal yapılardan çekinerek uygulanamayan; Bankaların, Telekom 'un, THY'nin v.b. özelleştirmeleri olacaktır.

Ekonomik bunalımın tüm yükü yine orta ve dar gelirli kesime yüklenecek. Zenginler yine çok zengin, fakirler yine çok fakir olacak, orta kesim de ayakta kalması zorlaşacaktır.

Medya ve Holdinglerin iç içe geçtiği günümüzde bankaların özelleştirilmesi için yoğun bir bombardımanla karşı karşıyayız.

Ekonomik bunalımın kaynağı devlet bankaları olarak gösteriliyor.

Oysa gerçek hiç de öyle değil. Günümüzde özel bankalar devletin sırtında büyük bir yüktür ve bunalımın temelinde de özel bankalar önemli bir yer tutmaktadır.

Türkiye'nin en büyükleri olan Koç ve Sabancı da dahil olmak üzere hemen tüm holdingler devletten beslenmektedirler. Bankalar topladıkları paraları devlete satmaktadırlar. Bankaların kuruluş amacı, vatandaştan topladıkları paraları yatırımcılara kredi olarak vermek, yatırımcılar da yeni iş olanakları yaratarak, artı değer üreterek para kazanmak ve bankaya borcunu ödemektir. Hangi banka bu işlevi görüyor? Bankalar eski verdikleri kredileri bile hemen geri istiyor. Bankaların kendilerine para lazım. Çünkü yüksek faizle devlete satacaklar.
Devlete para satmaktan başka özel bankalar bir de kendi şirketlerine parayı aktarıyorlar.

Sonra da devlet güvencesinde olduğu için önceden özelleştirilen bankalar da dahil tekrar devletleştirilerek borçlar devlet tarafından ödeniyor. Yaşarbank gibi.

Kamu bankalarının özelleştirilmesi yerine öncelikle denetime alınarak, verilen krediler araştırılmalı ve sorumluların tüm varlıklarına el konularak, cezai işlem başlatılmalıdır.
Batmakta olan özel bankaları yasal düzenlemeler yaparak kurtarmak yerine devlet güvencesi kaldırılmalıdır.

Devlet şayet para toplamak istiyorsa bunu özel bankalara trilyonlar kaptırarak değil doğrudan kendisi toplamalıdır.

Ülkemizde, işsizlik önlenmeden, ekonomik büyüme sağlanmadan bunalımdan çıkamaz, enflasyonu önleyemez tersine, görüldüğü gibi bunalım daha da artarak sürer. Bunları yapabilmek için ise 1930’lu yıllarda uygulanmaya başlanan Ulusal Kalkınma Planlarına geri dönmek gerekir.

Uluslararası finans kuruluşlarının tepeden atadığı adamlar ise ancak ve ancak bağlı bulunduğu finans kuruluşlarının çıkarlarını korumakla görevlidirler.

Bunalımdan çıkış yolu ulusal bir programdadır. Bunu yapabilmek için de "Emek Platformunun" bileşenlerinin; esnaf ve çiftçilerinde katılması ile genişlemesi ve ülke sorunlarına sahiplenmesinden geçer.

12 MART 2001

Avrupa Birliği, solculuk ve milliyetçilik

24 OCAK 2000

Son yıllarda Türkiye'de bir çok kavram birbirine karıştı. Solcular solculuklarını, milliyetçiler ise vatanlarını unutur oldu.

1980 yılları öncesi solcular gecekondu yıkımlarında barikatlarda yer alırken şimdi aynı solcular gecekondu affına karşı çıkar oldular. Solcular ülkedeki düzeni, dünyayı değiştirmekten vazgeçerek düzenin uysal muhalifleri konumuna geldiler. Yine 80 öncesi, "sivrisineklerle uğraşılmaz bataklıkla uğraşılır" diyenler günümüzde kar amaçlı kapitalist sistemi bir kenara bırakarak 'çevreci' oldular.

Yine, AB için 'onlar ortak, biz pazar' diyenler şimdi demokrasinin Avrupa'dan geleceğini umarak AB'ye girişi savunur oldular.

Kendilerine milliyetçi diyenler ise birden ülke sınırlarını ortadan kaldırmak için Avrupa kapılarında rica minnet dolaşır oldular.

Bir ülkenin kendi sınırları, gümrükleri, ordusu, bağımsız yargısı olmadan milliyetçilik nasıl olur? Bilemiyoruz.

En üst devlet yetkilileri de dahil olmak üzere koro halinde AB düşleri kurarken bir yandan da 'Nice binyıllara Cumhuriyetim' nutukları atıyoruz. AB'de sınır yok, gümrük yok, bağımsız milli bir yargı hatta milli bir Anayasa bile yok. Avrupa ortak bir cumhuriyete gidiyor. Birliğin kuruluş amacı da zaten bu.

Türkiye'de kavram kargaşası devam ediyor, daha dün bazı liderler, 'Avrupa da kim, bizim yargımıza nasıl karışır?" diyenler. Şimdi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararını beklemek gerektiğini savunur oldular.

ABD ve AB, sosyalist sistemin dağılmasından sonra ortaya çıkan devletleri yutmak için başlattığı kampanya kanlı bir şekilde sürmeye devam ediyor. Daha dün Balkanları kana bulayan emperyalistler şimdi de Kafkaslarda aynı oyunu oynamaya devam ediyor.

Elbette uzun gelecekte bağımsız hiçbir ülke kalmayacak ve dünya herkesin eşit ve kardeşçe yaşayacağı tek bir ülke olacaktır. Ülkeler bu birliğe eşit koşullarda ve gönüllü olarak katılacaklardır. Yoksa şimdiki gibi güdük, gelişme özürlü Türk burjuvazinin atıkları kampa amacıyla değil.

Biz idam cezasını yasalarımızdan çıkarmalıyız, Anayasa'daki tüm anti demokratik maddeleri temizlemeliyiz. Fakat bunları Avrupa istiyor diye değil, insan olmanın bir gereği olarak yapmalıyız. Fakat ne bunlar ne ithal demokrasi, istemekle olmaz. Herşey o toplumun istemleri ile bunları yaşama geçirmek için örgütlenmesiyle olur. Diğerleri ise tatlı birer düşten başka bir şey olamaz.

24 OCAK 2000

"YENİ BİR DÜNYA"

12 ŞUBAT 2001

Yeni kurulan Atatürk Cumhuriyeti, geri kalmış ülkenin kalkınabilmesi için kendine, Avrupa ülkelerini ve ABD'yi örnek alarak kapitalist kalkınma yolunu seçti. Bunun gerçekleşmesi için de o ülkelerde olduğu gibi tekeller yaratılmalıydı. Devlet eliyle tekel yaratma yani devlet eliyle zengin etme ekonomi politikası o yıllarda başladı.

Tüm yatırımlar özel sektöre bırakıldı. Yalnız özel sektörün gücünün yetmeyeceği ağır yatırımlar, demir-çelik gibi devlet tarafından yapılacak ve üretilen yarı mamül maddeler özel sektöre ucuza verilecekti. Özel sektör de ürettiği malları Pazar sorunu yaşamadan satıp kar elde edecek ve yeni yatırımlara yönelecekti. Bu sistemin adı da Karma Ekonomi oldu.

Fakat 1929-1934 yılları arasında dünya kapitalist sistemi ağır bir buhrana girdi. Sayısız işletmeler battı. Milyonlarca kişi işsiz kaldı. Elindeki hisse senetleri kağıt parçası haline gelen yüzlerce vatandaş intihar etti.

Bu kapitalist buhran Türkiye'nin kalkınma planlarını yeniden gözden geçirmesine neden oldu. Bunun sonucu olarak da Türkiye'de devletçilik ağır bastı. Ekonominin merkezi artık devletti.

Bu devletçi politikalar sonucu ülke ekonomisi güçlendi. Dev işletmeler kuruldu. Gayri safi milli hasılatımız arttı. Türkiye, dünyada örnek ülke haline geldi.

2. Dünya savaşı sonrası ekonomik ve askeri olarak dünya kapitalist sistemine mutlak hakim olan ABD'nin yayılma politikası içinde Türkiye'de vardı. DP iktidarı ile birlikte ABD hegomanyasına girmeyi gönüllü kabullendik. Özgür bağımsız bir dış politika izleyen Türkiye artık kapitalist kutup içinde kendini buldu.

Türkiye'nin dostları ABD, Fransa, Almanya, İngiltere idi. Kurtuluş savaşında savaştığımız ülkeler artık dostumuz, kurtuluş savaşı sırasında bize destek veren, savaş sonrasında da kalkınmamıza yardım eden SSCB ise düşmanımız oldu.

'Batı Kulübü' içinde yer almak için uğraşlarımız AB kapılarına kadar geldi, dayandı.

Fakat bu süreç içinde ekonomileri bizden kötü olan ülkeler bile bizi geldi geçti. Sayısız ülke ekonomik sorunlarını çözerken, işsizliği azaltır, ulusal gelirlerini artırarak vatandaşlarının gelir düzeyini iyileştirirken, bizler ise ağır bunalımlar içinde kıvranır olduk. Neredeyse ülkenin çalışabilir nüfusunun yarısı işsiz, sayısız esnaf iflas ediyor, en kötü gelir dağılımı olan ülkeler arasındayız. Yolsuzluklar, hırsızlıklar iğrenç düzeylere geldi. En önemlisi ekonomimizi düzeltemedik, sanayileşemedik. IMF'den birkaç kuruş almak için her tür ulusal değerlerimizden fedakarlık ettik, ediyoruz. Bunalım ise düzeleceğine daha da artıyor. Halk patlama noktasına doğru hızla ilerliyor.

Tüm bunlardan başka, dost olarak gördüğümüz ve girmek için neredeyse el-pençe durduğumuz avrupa ise birden karşımıza Ermeni sorununu çıkarıyor. Fransa Parlamentosu, "Ermeni Soykırımını' tanıyormuş. Almanya, İngiltere, İtalya ve ABD'de de benzer düşünceler yüksek sesle konuşuluyor.

ABD ve Avrupa ülkelerindeki bu Ermeni yanlısı tavır ise Ermeni oylarını alma hesabına dayanmıyor. Fransa gibi köklü tarihi ülke politikasını Ermeni Lobisi belirleyemez. Bu ülkeler Ermenileri de kullanarak, Türkiye üzerine baskı kurmak, ellerinde koz bulundurmak, gerektiğinde de, Çekoslovakya gibi, Yugoslavya gibi Irak gibi, "Burası Kürtlerin, burası Ermeniler" diyerek ülkemizi küçültmek.

Bugüne kadar izlediğimiz ekonomi politikaları da, uluslar arası ittifaklar da günümüzde iflas etmiş durumdadır. Türkiye bu aşamada tüm geçmişini, ittifaklarını sorgulayarak, İsmet İnönü'nün dediği gibi, "Yeni Bir Dünyada' yerini aramalıdır.

Görünen o ki ülkemiz bu yolu seçmek yerine hamaset edebiyatı ile sorunu çözmeye çalışıyor. Bu edebiyatla da ne kadar 'başarılı' olacak birlikte göreceğiz.

12 ŞUBAT 2001

DAR BOĞAZ

26 ŞUBAT 2001

Türkiye ekonomisi Cumhuriyet tarihinin en derin krizini yaşıyor. Türkiye'yi 1950 yıllarından beri yöneten sağ iktidarlar ülkeyi, dünyanın en geri ülkeleri arasına sokmayı başardılar.
Her şey DP iktidarı döneminde ABD yanlısı politikalarla başladı. Ulusal, bağımsız bir dış politika yerine ABD güdümünde politika yapmaya başladık. Atatürk döneminde başarıyla uygulanan planlı devlet ekonomisi yerine, her mahallede, devlet eliyle bir milyoner yaratmaya çalıştık.

1950'lerle başlayan dış borçlanmaya, Özal dönemi ile başlayan iç borçta eklenince, devletin vatandaşlardan topladığı vergilerin neredeyse tamamıyla dış ve iç borç faizlerini gider durumuna geldi.

Özelleştirme diyerek, devletin elindeki karlı işletmeleri, Telekom, Tek gibi özel sektöre peşkeş çektik. "Ekonomi özel sektörle büyüyecek," "Özel sektör istihdam yaratacak" dediler. Özel sektör var olan işçileri işleten çıkardı. Büyüme bir yana var olan işletmelerin yaklaşık %20'si kapandı. Bir o kadar kapamak üzere.

Milliyetçi söylemler adı altında, gümrüklerimizi yabancılara açtık. AB'ne girmek için didindik. AB ülkelerinin Ermeni sorununda olduğu gibi Türkiye ile ilgili hiç de dostane olmayan düşünceler içinde olduğunu gördük.

Sonuç olarak 1950 yılından beri izlenen sağ politikalar (Bunlara CHP-SHP'nin de içinde olduğu hükümetler dahil) Bizi büyük bir açmaza getirdi. Gayri safi milli hasılatta Yunanistan'ın 65 basamak altına düştük. Son yapılan devülasyonla 2 bin dolara düşen kişi başına gayri safi hasıla ile ülke olarak yoksulluk sınırına dayandık.

En kötü gelir dağılımında dünyada 4. sıradayız.

Biz Türkiye Vatandaşları olarak, böyle yaşamaya, başka ülke insanlarından 3-5-10 kat daha az parayla yaşamaya mecbur muyuz?

IMF Reçeteleri neyi iyileştirecek.

Son yaşanan olayların neden olduğu kriz sonrası, değiştirilmesi istenen ekonomik kurmayların yerine gelmeye hazırlananlar, IMF'nin reçetelerinin iyi uygulanmadığını söylüyorlar, IMF'nın kredilerini muhtaç olduğumuzu söylüyorlar.

IMF receteleri neyi iyileştirecek? Ekonomik büyümeyi mi sağlayacak, istihdam mı yaratacak? GSM Hasılayı mı artıracak? Sonuçta bizler daha iyi yaşama olanaklarını yakalayabilecek miyiz ? Hayır.

IMF reçeteleri, dış borçları ödeme güvencesini sağlamayı hedefliyor. Kendi alacaklarını sağlama bağlamak için faturayı orta kesime, esnafa, köylüye, işçiye, memura, dar gelirliye yüklemeye çalışıyor. Bu anlamda IMF'yi tümden ret etmeliyiz.

Çözüm Ne?
Bir çok bilim adamı, politikacılar IMF reçeteleri çerçevesinde çözüm önerileri savunuyorlar. Bir çok iyi niyetli unsur da yasal düzenlemelerden söz ediyor. Bunların hiç birisi çözüm değildir, olamaz çözüm tüm halkın aktif politikaya atılarak kendi çıkarılan doğrultusunda partileşerek iktidara gelmeleridir. Var olan hiçbir siyasi parti bunları yapabilecek bir yapıda değildir ve çözüm üretmekten uzaktırlar. Hükümetin acil olarak aldığı her tür önlem, zam demektir, faturayı halka yüklemek demektir.

Türkiye Çağdaş Uygarlık düzeyinde yerini almak istiyorsa;

1-Nato'dan çıkmalıdır.

2-AB'ne girmekten vazgeçmelidir.

3-Özelleştirmeden vazgeçerek, planlı kalkınma, karma ekonomik sistemi benimsemelidir.

4-Kendine başka ittifaklar bulmalıdır.

Türkiye'nin tüm bunları yapabilmesi içinde kaynak bulması çok kolaydır. Bunun için zorunlu mallar dışında tüm ithalat yasaklanmalıdır.

Devleti hortumluyanların hepsi ortaya çıkarılmalı ve mal varlıklarına el konulmalıdır. Tüm iç borçlar faizsiz olarak dondurulmalıdır. TSK'nin modernisazyonu çerçevesinde ayrılan 150 milyar dolar iptal edilmelidir. Bu koşullar altında Türkiye dış borçlarını ödeme ve kalkınma planların yaşama geçirme olanağını bulacaktır.

Türkiye'de özel sektör ise ekonomik büyümeyi üstlenebilecek durum ve kapasitede değildir.

En büyükleri zaten yabancı tröstlerin acentesi durumundadır ve onlar Çakıcı'nın efelenmesine karşılık verebilecek durumda bile değildirler.

Tüm bunlar yapılmazsa, halk kendi sorunlarına bir şekilde çözüm üretemez ise "Bu Türkiye'de yaşanmaz" demekten başka bir şey yapamayız.

26 ŞUBAT 2001

17 Ocak 2008 Perşembe

TERÖRLE MÜCADELE YASA TASARISI

15 KASIM 1994

DYP-SHP koalisyonu büyük umutlarla kuruldu. Sağ’ da ve Sol’ da en çok oy alan iki partinin koalisyon kurması halkımızın geniş desteğini almış, bir hükümet olarak demokratik dönüşümleri gerçekleştirecekti.

12 Eylül’ ün yasakladığı bu iki parti 12 Eylül Anayasasını değiştirecek, ülkeyi demokratikleştirecek, Güney-Doğu’ da çekiç güç, olağanüstü hal ve koruculuğa son vererek barışçı çözümler bulacaktı.

Geniş tabanlı bu hükümet var olan devlet yapısına teslim oldu. Her demokratik dönüşüm, Güney-Doğu’ da ki barışçıl çözümler Milli Güvenlik Kurulu duvarına çarpıp geri döndü. Sonuçta hükümet memur tayini, işçi alımı, Bakanlık bütçelerinin partizanca paylaşımına dönüştü. Ülkenin yönetimi ise devletin eline bırakıldı.

Ekonomik talan ve Güney-Doğu’ da ki savaş politikasının getirdiği ekonomik faturanın yükü zamlarla, işsizliklerle halkımıza dayatılmış, yetmemiş devlet kuruluşları KİT’ lerin arsa fiyatına karşı satışı gündeme gelmiştir.

Koalisyon protokolü geniş bir demokratikleşme programı içeriyordu. DYP içindeki muhafazakar kanadın karşı çıkması ve SHP’ nin ödün üstüne ödün vermesi sonucu demokratikleşme paketi döne döne Terörle Mücadele Yasası’nda yer alan düşünce suçlarına kaldı. Düşüncelerini açıkladıklarından dolayı ceza evinde yatan sendikacı, aydın ve yazarların niçin ceza evinde olduklarını anlatamadığını Avrupalılar için çıkacak yasaya yeni DYP’ nin muhafazakar milletvekilleri karşı çıkıyor.

Özelleştirme ve Terörle Mücadele Yasalarında anlaşan hükümet ortaklarından DYP, özelleştirme yasası çıkınca anlaşmaya yan çiziyor. Demokratikleşme, ‘Düşünce suçunun’ terörden ayrılması DYP’ nin kaşarlanmış gerici milletvekilleriyle, Baki Tuğ’ larla, Yaşar Topçu’ larla sağlanamaz.

Demokratik hak ve özgürlükler, solcu, ilerici, devrimci, demokrat güçlerin demokrasi cephesinde birleşmesi ile mümkündür.
15 KASIM 1994

TEMİZ TOPLUM; SOSYALİZM

15 EYLÜL 1993

SHP ISKI skandalı ile sarsılmaya devam ediyor. İLK-SAN sanıkları tutuklanıyor. Olağan üstü hal eski valisi Hayri Kozakçıoğlu ile ilgili ‘örtülü ödenek’ tartışmaları sürüyor. Özal ailesinin tümü ülkenin en zengin kişileri arasında yer alıyor.

Cavit Çağlar, Hacı ve Yahya Demirel, Menemencioğlu ve birçok iş adamının, hayali ihracatlarla, teşvik primleriyle, geri ödenmeyen banka kredileriyle, vergi yüzsüzleri ile köşeyi nasıl döndükleri biliniyor.

Toplum hızla kirleniyor. Meclis içindeki hiçbir parti bu gidişi durduramaz, öyle bir istemleri de yok. RP var olan partilerin içinde, bütün bu yolsuzluklara, süren iç savaşa, işsizlik ve pahalılığa karşı çıkıyormuş görünmesinin de bir anlamı yok. RP’nin ABD-Suudi Arabistan paralarıyla finanse edildiği biliniyor. RP’li belediyeler de temiz değil. Şu an başkanı RP’ sinden olan on belediye yolsuzluk söylentisi nedeniyle soruşturma geçiriyor.

Artık temiz toplum, demokratikleşme, iç barış, işsizliğin çözümü, enflasyon vb. gibi sorunlar ancak bir demokratik sosyalizmle çözümlenir gerçeği çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Sosyalizmi beğenmeyip, ‘serbest ekonominin erdemlerine’ güvenen sosyalist ülke insanları eski günleri arıyor. Kapitalizme dönüş için öncülüğü çeken bazı sosyalist ülke insanları, Kapitalizm gerçeğini görür görmez, sosyalizme dönüş için yine öncülüklerine devam ediyor.

SSCB’ den ilk ayrılma kararı alan Baltık Cumhuriyetlerinde seçimlerde komünistler birinci parti konumuna geliyor. Sosyalizmden kapitalizme öncülük eden ‘Dayanışmanın’, Lech Walesa’ nın ülkesi Polonya da yapılacak seçimlerde yine komünistlerin iktidara gelmesi bekleniyor.

Kapitalizmden yana esen rüzgarların kesiliyor. Reel sosyalizm yeniden inşası gündeme gelirken, başta ABD olmak üzere Japonya ve Avrupa ülkeleri büyük bir ekonomik kriz içine giriyor. Son yıllarda hızla artan işsizlik, pahalılık, konut sorunu gibi sorunlar gelişmiş kapitalist ülkeleri büyük bir açmaz içine sokuyor.

Gelecek kokuşmuş kapitalizm ve onun acımasız sömürü aracı olan serbest piyasa ekonomisinde değil, kendini yenilemiş, demokratik sosyalizmde olduğu gerçeği yavaş yavaş, bir kez daha ortaya çıkıyor.
15 EYLÜL 1993

TEKNOLOJİK YAPI II

15 ARALIK 1992

Karar sürecine katılabilmek için uzmanlık bilgisine sahip olması sonucu erkin mal sahibinin elinden çıkıp yöneticilerinin eline geçmesi kaçınılmaz oluyor. Büyük işletmeler hisse senetli çok ortaklı işletmeler devlet işletmeler de hiç kimse sermayenin %1 den fazlasına sahip değildir. İşletme yönetimi genellikle yöneticilerin desteğini alarak seçilirler. Yeni yönetim de yöneticileri görevde tutar. Bu bir çeşit kapalı devre yönetim biçimidir. Şirket yönetim kurulu üyesi gerekli eğitime sahip değilse ve şirketle ilgili her tür gelişmeleri anında takip edemiyorsa, karar alma sürecinde hiçbir söz hakkına sahip değildir.

Şirket yönetim kurulunun tek istediği dağıtılacak kar paylarıdır. Kar payı ne kadar artıyorsa ortaklar o derece memnun olur. Kar payının artması içinde yönetim, teknolojik yapıya yöneticilere karışmamaları gerekir .Uzmanların dışında, kim olursa olsun ister yönetim ister şirket ortağı ve ister devlet karar alma sürecine etkin olmaya kalkarsa o şirket gerilemeye ve batmaya mahkumdur.

ITT ‘nin Şili darbesine orta Doğu savaşına veya Singapur’da yapılacak bir yatırıma hisse sahipleri karar verme durumunda değildir. Onları ilgilendiren kar paylarıdır. Bu anlamda karar verme süreci özel mülkiyet sınırlarının ötesine taşıyor.

Teknolojideki bu gelişmeler önümüze çok daha net olarak yeni bir güç oluşturuyor. TEKNOLOJİK YAPI özel mülkiyet sahibi olmayan ve karar yetkisini elinde bulunduran uzmanlar.

Teknolojik yapı sadece kapitalist ülkeler için geçerli değil. Devlet merkezi yapısıyla işletmeleri emirle yönetecek olursa o devlet Sosyalist Ülkeler gibi teknolojik anlamda geri kalmaya, batmaya mahkumdur.

Devlet işletmenin karar almaya sürecine katılmayabilir. Fakat işletmenin yasal sınırlar içinde çalışmasını denetleyebilir. Çalışan personelin hakları, yöneticileri, yatırım yapılan diğer ülkelere karşı tavrının yasal olup olmadığını, çevreye verdiği zararı denetleyebilir. Devlet ister Kapitalist ister Sosyalist Ülkelerde olsun büyük işletmelerde yöneticilik değil denetleyebilirlik görevini üstlenmelidir.

Kapitalizm ve Sosyalizmi eski bilinen konumları ile değil yeni gelişmeler içinde değerlendirmeliyiz.

Devletleri kim yönetiyor? Hükümetler mi? Teknokrat ve Bürokratlar mı?

15 ARALIK 1992

TEKNOLOJİK YAPI

30 KASIM 1992

Özel işletmeler yapıları ve amaçları ile çok farklı bir yapı oluşturmaktadırlar. Köşemizdeki bakkal, sanatkar ve çiftçi ile Exxon ya da General Motor’un, Renault ya da Citroen ile aynı temek özellikleri taşıdığını söylemek gerçeği yansıtmaz.

Sanayi üretimi gelişip giderek daha çok teknoloji gerektirir oldukça işletmenin boyutları da durmadan büyüdü. Çelik ve silah fabrikaları, petrol ve kimya sanayi kuruluşları v.b. sürekli büyümek, değiştirmek durumundaydılar.B u gelişmenin, değişmenin sınırı yok. Bütün işletmeler sürekli büyümek durumundalar.

Büyüyen işletmeler, diğer bir çok ülkelere girmek, o ülkelerin gerçeklerini bilmek ve çok geniş bir yapı oluşturmak durumundalar. Bu şirketler o kadar büyüdüler ki ITT Şili’de darbe yapabiliyor .Mobil, Shell, BP, Texaco gibi petrol şirketleri orta doğu da savaşa kadar girebiliyorlar.

Büyüyen çok uluslu bir işletmenin bakkal dükkanı gibi bir kişinin karar yetkisi ile işletilemeyeceği kadar büyük olduğu açık. Bu yüzden büyük işletmeler yeni bir yapı oluşturmak durumundaydılar. Buna teknolojik yapı diyebiliriz.

Büyük işletmeler de önemli kararlar bir kişi tarafından değil, bir çok kişi tarafından verilir. Yeni bir ürün üretmeye, ek bir fabrika açmaya veya yeni bir pazara girmeye karar verebilmek için gerekli tüm öğelere bunlardan hiç biri tek başına sahip değildir. İşletme müdürlerinin, mühendislerin, satış müdürlerinin, bilim adamlarının, avukatların, muhasebecilerin, personel müdürlerinin ve başka her bir uzmanlık bilgisi sahiplerinin bilgilerine, deneyimlerine ve yargılarına başvurmak zorunluluğu vardır.

İşte bu ortak karar alma aygıtına teknolojik yapı deniliyor. İşletmenin gelişmesiyle, teknolojik yapı bütün erk kaldıraçlarını eline geçirmektedir. Nedeni de açıktır; karar sürecine katılabilmek için uzmanlık bilgilerine sahip olmak gerekir.
30 KASIM 1992

TEK SESLİLİK

15 NİSAN 1995

Ülkemizde radyo ve televizyon yayınlarında devlet tekelinin kaldırılmasından sonra bir çok radyo ve televizyon yayın yaşamına girdi.

Tek seslilikten, resmi ideolojiden kurtulduğumuzu sandık, artık ‘Konuşan Türkiye’ oluyorduk.

Bir süre sonra ise ne kadar yanıldığımızı anladık. Tüm basın ve yayın organları sanki tek bir elden yönetiliyor. Bosna Hersek, Azerbaycan, Kıbrıs, Güney-Doğu gibi konularda tüm medya aynı şeyleri söylüyor.

‘Çelik Harekatının’ sürdüğü günümüzde, kendilerinin farklı olduğunu ileri süren tüm gazete ve televizyon kuruluşları militaristlere güven yarışına girdi. Cumhuriyet Gazetesinden, Sabah ve Zaman Gazetesine, Show TV, ATV, Kanal D Televizyonundan, TGRT-Samanyolu ve TRT’ ye kadar tüm Kuzey Irak haberleri hepsinin aynı.

Ülkemiz militaristlerin kontrolünde tek sesliliğe doğru gidiyor. Milliyetçilik, ırkçılık günlük yaşamımızın doğal bir konumuna dönüşüyor. Uluslararası konumda, itibarımız hızla tükeniyor. Bizi Yahudilere soykırım uygulayan Hitler Almanya’sına benzetiyorlar. Tüm uygar ülkelerde itiliyor, horlanıyor ve suçlanıyoruz.

Büyük basın kuruluşları dışında, resmi ideoloji dışında gerçekleri dile getiren fakat güçlü olmadıkları için sesini duyuramayan sayısız yaygın organı var. Fakat bu yayınlar, öncelikle aydınlardan destek alamadıkları için gelişemiyor, güçlenemiyor, sesini duyuramıyor. Bu aşamada öncelikle tek sesliğe karşı çıkan, militarizme, ırkçılığa karşı çıkanlar, ülkeleri ile hükümet olanaklarının yerlerini değiştirmiş, militaristlere koltuk değnekliği yapan sosyal-demokrat hareketten umudunu kesmeli ve gerçek yerlerini almalıdırlar.

Çok güzel konuşmak, eleştirmek kolaydır. Zor olan ise örgütsel çalışmanın içinde yer almak ve çoğunluğa karşı, doğru olan düşünceleri savunabilmektir.
Bunun dışında yapılan her şey önceden planlanan senaryoların basit birer ‘aydın’, ‘sol’ figüranı olmaktan öteye geçemiyor.
15 NİSAN 1995

ŞERİATIN KANLI YÜZÜ

1 TEMMUZ 1993

Sivas’ta, Nazi kundaklamalarına benzeyen bir olay yaşandı. Şeriatçı ve faşist güçler, özgür düşünceye ve laikliğe karşı barbarca bir saldırıda bulundu. Kırk ölü ve yüze yakın yaralı. Seksen yaşındaki bir adamın düşüncelerinden korkanlar olanak buldukları zaman neler yapabileceklerini göstermiş oldular. Almanya’da ki faşist saldırılara taş çıkartan bu saldırı ülkemiz tarihine bir kara leke olarak geçecektir.

Saldırı salt yazar Aziz Nesin’ e yönelik değildir. Bu saldırı özünde, Atatürkçülüğe, sosyalistlere, ilerici aydınlara ve özgür düşünceyedir. Olayda ölen ve yaralananlar, saldırıya uğrayan Atatürk ve Pir Sultan Abdal heykeli, yakılan parçalanan kitaplar bunun somut kanıtıdır.

Demokrat olduklarını söyleyen yobazların gerçek yüzleri bu olayda ortaya çıktı. Şeriatın, kan, diktatörlük ve ilk çağ yobazlığı olduğunu gösterdiler.

Güvenlik güçlerinin birkaç yüz kendini bilmezi engelleyememesi de düşündürücüdür. İçişleri Bakanı ‘Güvenlik Güçleri ateş açmayarak olayların büyümesini önlemiştir. Otelin dışındakilere hiçbir şey olmamıştır.’ sözü ne kadar saçmadır. Saldırıya uğrayanlar sanki otelin dışındakiler. Türkiye tarihinin toplu katliamlarından birinin yaşandığı bu saldırıyı büyümeden önlemek böyle oluyorsa, sayın Bakana göre binlerce kişinin ölmesi mi gerekiyordu? Oysa güvenlik güçleri kararlı bir tutumla gerekirse havaya ateş açarak kimsenin burnunun kararmasına meydan vermeden olayı engelleyebilirdi.

Nasıl oluyor da saat 12’ de başlayan olaylar, engellenemiyor? Otel saat 20.00’ de kundaklanıyor. Aradaki bu sürede güvenlik güçleri ne yapıyor? Olaylar oteldekiler tarafından telefonla hükümete bildirildiği halde, yetkililer ‘ her şey kontrolümüz altında’ sözleri ne demek oluyor?

Devlet kendi aydınını, laikliği savunanları korumaktan aciz midir? Şeriata karşı olduğunu söyleyen, MGK, ordu, hükümet, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, vb. niçin olaylara engel olmadılar? Yoksa 1980 yılı öncesi ordu müdahalesi için sağ-sol çatışmasını teşvik edip sonra darbe yapanlar gibi bunlarda şeriatı gerekçe göstererek darbe yapmak için mi hazırlanıyor mu?

Devlet gerçekten laikliği savunuyorsa, bu olayın gerçek sorumlularını cezalandırmalıdır. Olaylara katılan birkaç serseriyi cezalandırmak şeriatçıları daha da yüreklendirecektir. Olayların gerçek sorumluları bellidir. İlk başta RP Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu, kışkırtıcılık yapan yerel basın, İmam-Hatip okulu yöneticileri, yerel şeriatçı ve faşist örgüt yöneticileri, gösterileri engelleyemeyeceği halde onlara yardımcı olan bazı güvenlik güçleri, camilerde halkı kışkırtan cami imamları…gerçek sorumlular bunlardır. Bunlar cezasız kaldığı sürece yeni Sivaslar yaşanacaktır.

Bu ülkenin aydını, laik düşünceyi savunan insanlar, her tür şeriatçı, ırkçı-faşist saldırıları engelleyecek güçtedir. Devlet güvenlik güçleri aydınlarını koruyamıyorsa, onların düşüncelerinden dolayı can güvenliği sağlayamıyorsa, bu ülkenin çağdaş insanları bunu sağlayacaktır.
1 TEMMUZ 1993

SOSYAL DEMOKRATLARIN ÖNLENEMEZ DÜŞÜŞÜ

1 EYLÜL 1993

Son günlerde gelişen ISKI skandalı başta SHP olmak üzere tüm sosyal demokrat partileri oldukça güç duruma soktu. Sosyal demokratların diğer partilerden ayırıcı özelliği olan, sosyal demokratlar yolsuzluk yapmaz düşüncesi artık bu olayla on bulmuşa benziyor.

Medya dahi önceki bir çok yolsuzlukların üzerine gitmediği biçimde ISKI olayına saldırdı. Bunun sonucu başta SHP olmak üzere CHP ve DSP hızla oy yitirme durumunda kaldılar. Elbetteki yolsuzluk yapanlar cezalarını çekmeli, olayın üzerine gidilmeli. Fakat istediğinin üzerine gidip diğerlerini es geçmek için hakça olmayan ir durum. Holdinglerin elinde olan Radyo, Televizyon ve basıl elbette sağcıların üzerine gitmeyecektir.

Türkiye 1980 sonrası hızlı bir değişim geçirdi. Başkaları için bir şeyler yapmak enayilik sayıldı. Köşe dönmece, zengin olma yüce değerlerin üstüne çıktı. Sosyal demokratlarda bu anlamda yeni bir düzene uydular.

Bu düzene sadece politikacılar uyum sağlamadı bizler de bu düzenin içinde yuvarlanır olduk. Yargısız infazlar, olağan üstü hal çekiç güç ve bunların sonucu süren iç savaş, devlet fabrikaların özel sektöre peşkeş çekilmesi, bölgede ABD’nin jandarmalığını yapma, zenginden hiç vergi almayarak orta kesimin vergi yükünü arttırma, IMF’nin isteği üzerine işçi ve memur ücretlerini düşük tutma vb. olaylarından iktidar ortağı SHP oy yitirmiyor da ISKI skandalından yitiriyor. İnsan yaşamının hiç değeri yok.

Türkiye’de ki oynanmak istenen oyun çok açık, batı demokrasisi dedikleri iki parti egemenliğini kurmak. DYP ve ANAP dışındaki partilere meclis kapatmak. ABD’nin ve holdinglerin iki güvenilebilir iki partisi. Son yapılan araştırmalar SHP,CHP ve DSP’ nin yüzde 10 barajı aşamayacağını gösteriyor. Daha olmadı baraj yüzde 15’e çıkarılır. Barajı aşabilecek başka bir parti RP’si var. Onun için oyun zaten hazır. Ordu müdahalesi için gerekçe olacak.

1980 yılı öncesi basın yine sağ partileri tutuyordu. Fakat onurlu bir mücadele vardı. İnsanlık adına tüm güzel şeyler adına bir şeyler yapılmak isteniyordu. Fakat şimdi tüm bunlar unutulmuş durumda Medya her ne kadar saldırırsa saldırsın haklı konumda olan bir partiyi eritemez. Tersine o parti için yükselişe neden olur. Sosyal demokratların bitişe doğru hızla gitmesinin sorumluluğunu medyaya atmazdan önce kendi konumlarına bakmalıdırlar. Koltuk düşüncesi yüzünden parçalanma, hiçbir programı olmama, iç politikada IMF’nın istemelerine uyma dış politikada ABD’nin.

İç ve dış politikada diğer partilerden farklı bir şeyler söylemeyen partilere gereksinim yok. SHP altı oku ne yapacağını bilemiyor, CHP ise programa bile sahip değil.

SHP’liler medyaya kızıyor. İstanbul belediyesi bu konuda kampanya açıyor. Fakat medya daha 3 yıl öncesi Murat Karayalçın’nı İnönü’nün valisi tayin ediyor. Tüm medya SHP Genel Başkanlığı için Murat Karayalçın’ı destekliyor. Medyaya kızan SHP liler nasıl oluyor da yine medyanın isteğini kabul ediyorlar?

Başta SHP olmak üzere tüm sosyal demokrat partiler ülke ve dünya koşullarına göre, en alt birimden üst birime kadar kokuşmuş politikayı ticarete dökmüş, delege ve oy ticareti yapanlardan arınarak tüm insanlık için, yüce değerler için ciddi ve inanılır olarak yeniden yapılanmalıdır. Bunun yanında medyanın ve holdinglerin oyuncağı olmaktan kurtulmalı, kendi özgür radyo ve TV sini kurup, kendi gazetesini çıkarmalıdır.
1 EYLÜL 1993

SHP YOL AYRIMINDA

1-15 AĞUSTOS 1994

SODEP- Halkçı Parti birleşmesiyle birlikte başlayan SHP’nin kimliksizleştirilmesi ve etkisizleştirilmesi sürüyor.

Erdal İnönü’nün Genel Başkanlığı ile birlikte başlayan depolitisazyon dönemi kitlelerle bağın yitirilmesine neden olmuş, var olan yapıyı değiştirmek yerine yapının içinde erimeye razı olunmuştur.

Uzun bir süre sonra artık medyanın bile savunamaz olduğu Erdal İnönü’nün Genel Başkanlıktan ayrılması gündeme gelmiş fakat ne yazık ki sosyal-demokrat hareket bu olanağı iyi değerlendirememiş. ABD ve medyanın desteklediği Murat Karayalçın Genel Başkanlığına seçilmiştir.

Murat Karayalçın da İnönü gibi DYP’nin koşulsuz destekçisi konumuna düşmesi, son gelişmelerde ise 5 Nisan paketine imza atması, Tansu Çiller’in ABD’de ki mal varlığının araştırılmasına red oyu kullanması ve bakanlık değişikliklerini yüzüne gözüne bulaştırması sonucu kredisini hızla tüketmiştir.

Günümüz parlamento partileri ve yöneticileri için politika artık ticaret konumuna dönüşmüştür. Partilerin yerel yöneticileri de bu ticareti içindedirler. Bunlardan ayrı olması gereken SHP ‘ de de ne yazık ki durum farklı değildir. Bu yüzden SHP’nin tabandan tavana baştan yenilenmesi yeni güncel ideolojilerle donanması ve resmi ideolojinin dışında çıkması gereklidir.

Aksi halde diğer sağ partilerden farklı olmayan SHP ilk genel seçimlerde % 10 luk barajın altında yok olup gidecek, medya da onun yerine, sol adına ‘Milliyetçi Ecevit’ i’ lanse edecektir.
1-15 AĞUSTOS 1994

SERBEST PİYASA EKONOMİSİNİN İFLASI

1 HAZİRAN 1994

ABD’nin çırak politikacıları ekonomimizi iflasa sürükledi. Hükümet memur maaşlarını ödeyebilmek ve döviz artışını durdurmak için yüksek faizle para topluyor. 3 aylık % 50 net faizli hazine bonoları kapış kapış satılıyor. Bu durumda hükümet 3 ay daha idare edebilecek, daha doğrusu 3 ay daha iktidarda kalacak sonrası ne olacak bilen yok. Yapılması gerekenler ise tüm bunların tam tersi.

Yüksek Faiz Politikasına Son Verilmeli

Serbest piyasada döviz kullanımı yasaklanmalı, Bankalardaki döviz mevduatına el konulmalı.Türk parasını koruma kanunu düzenlenerek yeniden çıkarılmalı.

Üretim Artırımı Sağlanmalı

KİT’lerin zarar etme nedenleri ortadan kaldırılarak, kar eder konuma getirilmeli. Öncelikle kullandıkları krediler yüzünden içinde bulundukları faiz batağından kurtarılmalı. KİT’leri özelleştirme yerine özerk bir yapıya kavuşturulmalı. Bazı iş adamlarına sağlanan ayrıcalıkları ve orasını arpalık haline getiren politikacıların elinden kurtarılmalı.

Güneydoğu’ ya Barışçı Bir Çözüm Bulunmalı

Çekiç güç kaldırılmalı. Irak ambargosuna son verilmeli. Enflasyona da neden olan Güney-Doğu’ da ki iç savaş sona erdirilmeli. KEBAN projesi tamamlanmalı.

İthalata Devlet Denetimi Getirilmeli

İthal edilen lüks tüketim malları yasaklanmalı.

Vergiler İnsan Yaşantısına Göre De Belirlenmeli
IMF ve Dünya Bankasından Kredi Alınmamalı

Eski borçlar uzun bir süreçte ödeme yoluna gidilmeli. Böylece ulusal bağımsızlığımıza leke olan, kredi karşılığı veya yeşil ışık karşılığı IMF’nin ve ABD’nin istemleri yerine getirmekten kurtulmalı. Komşu ülkelerle karşılıklı çıkar ilişkisine dayalı iş birliği yapılmalı.

Devletin Ekonomideki Yeri Artırılmalı

Özelleştirmeden, serbest piyasa ekonomisinin ‘erdemlerinden’ vazgeçilmeli. İçinde bulunduğumuz ekonomik kriz serbest piyasa ekonomisinin tükendiğinin bir göstergesi değil mi?
ABD’nin, medyanın beğendiği politikacılarla ülke ekonomisi ‘duvara tosladı’ bu acemiler yüzünden devlet tefecilerden para alır duruma düştü. Ülkemizin, ulusal çıkarları savunan partilere, politikacılara, liderlere ihtiyacı var. Aksi halde kötü günlere hazırlıklı olalım.
1 HAZİRAN 1994

SAFLARI DOĞRU BELİRLEMEK

1-15 TEMMUZ 1994

Ülkemizde bazı kesimler tarafınca, özellikle devlet ve medya tarafından insanların iki kesimde yer alması isteniyor. Atatürkçülük ve şeriat.

Günümüzde tüm medya kapılarını şeriat yanlısı güçlere açmış durumda.Hemen her gün televizyonlardan Atatürkçülük ve şeriat tartışmalarının yer aldığı açık oturumları izliyoruz. Bu durum şeriatçılara açıkça görüşlerini anlatma olanakları veriyor.

Atatürkçü Düşünce Derneği ise 65 şube ile tüm ülkeye yayılmış durumda.

Oynanan oyun çok açık, devlet bir yandan İmam Hatip Okulları açarken, Kuran Kurs’larının denetimini yapmazken, sayısız özel yurtlarda şeriatçı eğitimi görmezken, sayısız şeriatçı tarikatlar, yapılanmalar serbestçe çalışırken devlet sesizdir.

Anayasa Mahkemesi ise durmadan Komünist ve sosyalist partileri kapatarak, resmi ideoloji çerçevesinde herkesi Atatürkçü örgütler içinde yer almaya zorluyor.

Burjuvazi günümüze kadar sayısız, değişik taktikler uygulamıştır. Fakat bunların özü hiçbir zaman değişmemiştir. İnsanları sınıfsal yapılanmalar dışında tutmak. Bugün ülkemizde sanki, sömüren-sömürülen, fakir-zengin ayrımı yokmuş gibi, herkesi Atatürkçü ideoloji etrafında toplamak.

Ne yazık ki bazı iyi niyetli insanlar laikliği koruma altında bu yapı içinde yer alıyor. Oysa her geçen gün görüyoruz ki bu yapılar şeriatı engellemek yerine daha da güçlenmelerine neden oluyor.

‘Dinsizin hakkından imansız gelir’ bunu unutmamalıyız. Şeriatın hakkından ise sosyalistler gelir.

Burjuvazinin bir yandan şeriatı desteklerden, ilerici aydın insanlara Atatürkçü olmalarını örgütlemesinin ne anlama geldiğini iyi değerlendirmeliyiz. Bunun sömürüye devam demek olduğunu, ekonomik bunalımın halkımızın üstüne yüklenmesi demek olduğunu, Güneydoğu da ki haksız ve gereksiz savaşın sürmesi demek olduğunu kavramalıyız.

Şeriata, sömürüye, haksızlığa, kanlı savaşa karşı tüm ilerici, demokratik insanlık Birleşik Sosyalist Partisi saflarında yerini almalıdır. Bazı kişiler sizlere bunların yerine, ‘halk demokrasisi, halk iktidarı, birleşik kent hareketi’ gibi ne olduğu belli olmayan soyut kavramlar öne sürülebilirler. Oysa politik çözüm yolları arayan, tüm sosyalist, devrimci politik güçleri kapsayan örgütlü, hedef gösterici, politik partiler içinde yer almak gerekiyor.

Sosyalist Birlik Partisi’nin Anayasa Mahkemesince kapatılması yüzünden ve partiye yeni katılan yapıların, merkez yönetiminde yer alması gereğiyle SBP yerine Birleşik Sosyalist Partisi yeni bileşenleri ile birlikte politika sahnesinde,örgütlenme çalışmalarında.

Haydi özgürlüğe, haydi BSP’ ye güç vermeye!
1-15 TEMMUZ 1994

SAFLARI BELİRLEMEK

1 OCAK 1994

Ülkemizde, 1980 yılından sonra şeriatçı hareketin güçlendiğini görüyoruz. Düne kadar şeriat Türkiye’de taban bulamaz diyenler bu gün yanıldıklarını anlıyorlar.

Düne kadar demokratik davranan şeriatçı güçler, artık ‘Müslümanlık sana göre, bana göre olmaz. Müslüman olan herkes onun yükümlülüklerini yerine getirmeli, örneğin, Müslüman kadınlar saçlarını kapatmak zorundadırlar’ demeye başladılar. Sivas’ ta ‘Dini duygularınızı rencide ediyor’ diyerek aydınları yaktılar. Yılbaşı gecesinde bazı TV kanallarında, yılbaşı eğlencesine katılanları, ‘yozlaşan ahlaksız insan’ ilan ettiler.

Şeriat, medya bize kapalı diyor fakat, hem kendi TV’lerine hem de kendi gazetelerine sahipler. Diğer resmi ve özel TV’ler ise laiklik adına, doğru dürüst bilgisi olmayan insanları şeriatçılığın karşısına tartışmaya çağırıyor. Hemen her gün laiklik adına, Atatürkçülük adına bir TV kanalında şeriatçılar görüşlerini savunuyorlar.

DYP ve ANAP ülkenin % 95 i Müslüman’dır mantığı içinde şeriatçı harekete tavır alamıyor. İktidarın büyük ortağı, Sivas olaylarında sorumluluğu Aziz Nesin’ e bağlıyor. Yaşamında namaz nedir bilmeyen, daha dün ABD’ den gelen Tansu Çiller ‘ezan susmayacak’ diyerek dini politikaya alet etmenin kötü örneklerini veriyor.

ANAP ise Türk-İslam sentezinin kurucuları olarak şeriatçı harekete destek veriyor. Onların bir kısmını içinde barındırıyor.

Ülkemizde bu gelişmeler olurken sadece SHP, Atatürk devrimlerini ve laikliği savunan bir parti konumuna geliyor. Daha dün ekonomik olarak değişik hiçbir seçenek sunamayan ve ülke politikasında yeri olduğu kabul edilemeyen SHP laikliğin ve Atatürkçülüğün tek savunucusu olarak ciddi bir güçe erişiyor.

Bugün çağdaş anlamda laikliğin savunucusu SHP’ dir. Fakat şeriatçı hareketin karşısında, onu önleyecek en tutarlı görüşü savunanlar sosyalistlerdir. Ülkemiz gündemine giremeyen ciddi bir gücü olmayan sosyalist hareketin de son günlerde ciddi bir toparlanma içine girdikleri gözlemleniyor.

Örgütlenmesini tamamlayarak seçimlere girme hakkı kazanan Sosyalist Birlik Partisi (SBP) ittifaklarını genişleterek ciddi bir sol hareket konumuna geliyor.

Şeriatçı harekete ülkemiz insanı geçit vermeyecektir.yeter ki gelişmeleri iyi değerlendirerek, saflarımızı iyi belirleyelim.
1 OCAK 1994

PARTİ Mİ, ADAY MI?

15 OCAK1994

Günümüz büyük partilerinde ilkelerin bir kenara atıldığını bunun yerine kişilerin öne çıkarıldığını görüyoruz. Kişiler de bu partiden olmadı, diğer partiden aday olurum anlayışı içindeler.

‘Talan, Dalan’ diyen DYP dünkü ANAP lı Bedrettin Dalan’ ı DYP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına aday yaparken, ANAP ta DYP li Demirel’ in damadı İ. Kesiciyi ANAP’ tan aday gösteriyor.

Bunlara baktığımız zaman ne partinin önemi kalıyor ne de adayın. İlkesi sadece başkan olmak. Adaylar inandıkları, savundukları ilkelere, ideolojilere uygun partilerde olmalıdır. Adayın görünüşü ile partinin görüşü çakışmalı.

Parti mi aday mı? Sorusu 12 Eylülün neden olduğu, köşe dönmeciliğin, ilkesizliğin, apolitikliğin bir ürünü olarak gündemimize girdi.

Birbirlerinin fotokopileri olan ‘burjuva düzen partilerinde’ önemli olan ilkeler değil sağlanacak avantalardır. İnsanlar sadece, daha iyi çöp topluyor diye, daha çok yol yapıyor diye, daha genç ve yakışıklı diye başkan seçmemeli.

İlkesiz, ideolojisiz partilerde hızla bir çürüme-kokuşma,yolsuzluklar tüm hızıyla sürerken, ilkeli partilerin gerekliliği daha çok ortaya çıkıyor.

Parti mi aday mı? Sorusu köşe dönme mantığı içinde yanıt aranacak bir soru.

İçinde yaşadığımız dünyamız ve ülkemizde haksızlığa uğrayanları, ezilenleri, sömürülenleri, insan haklarını savunan, her tür savaşa, doğanın yok edilmesine, insanlık onurunu ayaklar altına alan insanlık suçu işkenceye, yargısız infazlara karşı çıkan partiler ve onların adayları önemlidir.

Fakat bazıları da ‘önemli olan bunlar değildir, ben sizin çöplerinizi daha güzel toplarım’ diyebilir, sakın onlara inanmayın.
15 OCAK1994

ÖZEL ORDU

15 AĞUSTOS 1993

Çiller hükümeti Güney-doğu olaylarına, Politik-barışçı çözümler bulmak yerine, silahlanma ve askeri çözümler arıyor. Son olarak özel ordu kurulması gündeme geldi.

Özel eğitilmiş, modern silahlarla donatılmış, sayısı 60 bin kişiyi bulan paralı profosyonel bir ordu kurulacak. Ordunun kuruluş gerekçesi bilindiği gibi PKK.

Türk Silahlı Kuvvetleri, son olarak Körfez savaşında ortaya çıktığı gibi, 1 milyona yakın askeriyle, iyi eğitilmiş ve iyi donatılmış, modern bir ordu değil. TSK’ inde yapısal değişikliğe gidilmesi, esas duruş, sağa-sola dön, selam ver, tüfek omza gibi eğitimin yerine ciddi bir askeri eğitimin verilmesi, yüksek sayıda asker yerine iyi eğitilmiş ve iyi donatılmış, hızlı hareket gücü olan bir yapıya dönüşmesi zorunlu.

Fakat hükümetin bunları yapması yerine ‘bu ordu işe yaramaz, olduğu yerde kalsın’ mantığı için özel bir ordu kurmaya kalkmasının altında PKK teröründen çok daha başka nedenler olmalı.

Örneğin bu ordu, komşu ülkelerle ilişkilerinin gerginleşmesine yol açmayacak mı? Bu ordu PKK ve ya başka gerçeklerle, Suriye, Irak ve İran’ a karşı sınır ötesi hareketlere göre eğitilmeyecek mi? Veya Ermenistan’ a müdahale için. Yine bu ordu ülkenin diğer bölgelerindeki hak arayan işçiye ve memura karşı kullanılmayacak mı?

Kurulan bu savaş mekanizmasına savaş gereklidir. Irak’ da ki Cumhuriyet muhafızları gibi. Irak-İran savaşı biter, Kuveyt başlar, PKK biter başka savaş başlar.

Özel ordunun savaş mekanizması dışında ülke demokrasisi açısından da büyük sakıncaları var. Özel ordu kuruluşundan sonra, o orduyu kaldırmayı programına alan bir muhalefet partisi seçimi kazanıp, hükümet olabilir mi?

Tüm bunların altında gerçek neden olarak, ABD’nin bölgede ki çıkarlarını koruyarak yeni yapısal değişimler yatıyor. Şu veya bu ölçüde tavanda ama özellikle tabanda var olan ordu içindeki, bağımsızlıkçı ,ulusal, Atatürkçü yapının ABD çıkarlarına az veya çok karşı çıkması yatıyor.

Bilindiği gibi bu Atatürkçü yapı sayesinde hükümet, ABD’nin yanında ülkeyi Irak’ a karşı savaşa sokamamıştı.

Ülkenin bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı benzeri yüce kavramlar yerine para için yapılan askerliğin yapısında elbette Atatürkçülük olmayacaktır.

Özel ordu, ‘2.Cumhuriyete’ yönelik atılmış bir adım olacak ve TC., ABD’nin bölgesel çıkarları için, İsrail’ in üstlendiği saldırgan politikayı üstlenecektir.

TSK’ de yapısal değişiklik zorunludur. Fakat özel ordu ABD’nin etkisine açık, ülke için çok ciddi bir tehlike olacaktır.
15 AĞUSTOS 1993

OYLARI BİLİNÇLİ KULLANMAK

1 ŞUBAT 1994

Yerel seçimlerin yaklaşmakta olduğu günümüzde bütün partiler, adaylar oy alabilmek, seçmene şirin görünebilmek için büyük kampanyalar yürütüyor. Bu kampanyalar zaman zaman ilginç boyutlara ulaşıyor.

Aday transferleri, büyük şovlar, halı saha maçları, 900 lü telefonlar, adayların televizyon tartışmalarında şirin görünme uğraşları sürüyor.

Refah partisi ise imajını değiştirmek, kitlelere kendini sevdirmek, kitle partisi olmak için ilkelerini bir kenara atmış durumda.Mankenden, başına türban takarak aday yapmak, alevi vatandaşlardan, utanmadan oy istemek ve en son olarak baş düşman ilan ettikleri siyonizme karşın Yahudi vatandaşlara şirin görünmek için ziyaretler yapmak.

Tüm bu gelişmeler ne kadar renkli bir seçim yaşayamayacağımızın ön belirtileri.

Bu seçimler partiler ve adaylar için güzel bir sınav olacak. Halkın % 95 i Müslüman diyerek yola çıkan adaylar, laiklik karşıtı şeriatçı-gerici çevrelerden oy almak için ödün üstüne ödün verecekler.

Yaşamında namaz kılmamış adayları Ramazan ayı boyunca camilerde görmeye hazır olalım.

Halkımız adaylarının eski konumlarına, geçmişlerine bakarak oy kullanmamalı, önemli olan adayların şu an ki içinde bulundukları konum olmalı.

SOLUN BİLİNCİ

1980 sonrası seçimlere sosyalist kimlikle sadece SP-İP katıldı. Bu partide belirli dar bir kesimin partisi olmaktan öteye gidemedi.

Bu seçimlerde ise Sosyalist Birlik Partisi, Kurtuluş ve Emek grupları ciddi bir seçenek olarak, yerel birimlerde ‘birleşik sosyal alternatif’ oluşturarak seçimlerde giriyor.

Birleşik Sosyalist Alternatif, 12 Eylül’ de 2,5 milyon insanın gözaltına alındığı-fişlendiği, yüz binlerce insanın işkence gördüğü, ceza evinde yattığı ülkemiz insanları için, demokrasi için, savaşsız, sömürüsüz bir dünya için, sosyalizm için yeni bir seçenek oluşturuyor.
1 ŞUBAT 1994

NELER OLUYOR?

1 KASIM 1994

Cumhuriyetin 71.inci yılını kutladık. Medyadan izlediğimize göre, halkımız Cumhuriyet bayramı kutlamalarına büyük ilgi gösterdi. 28 iş adamı giderlerinin üstlendiği İstanbul Taksim alanında ki kutlamalar muhteşemdi.

Cumhuriyet Bayramını kutlamak siviller adına iş adamlarına mı kaldı?

Türkiye İş Verenler Sendikası yasaları çiğneyerek sivil hükümet darbesi yapıyor. Sayın Sabancı ‘SHP şimdiye kadar başarılı hizmetler vermiştir. Fakat şimdi işlevi bitmiştir. SHP’ye güle güle, ANAYOL gelsin’ diyor.

Türkiye’ de hükümetleri TÜSİAD mı belirliyor?

Ara milletvekili seçimleri yaklaşıyor. Başbakan Tansu Çiller ve kendisini ‘Türklüğün Lideri’ kabul eden Türkeş-MHP güneydoğu’da Kürt aşiret reisleri ile pazarlık yapıyor.

Hükümet olma, oy toplama uğruna devlet parti yöneticileri aşiretlere teslim mi oluyor?

Turgut Özal’ın oğlu, kızı,ABD’ den getirdiği prensleri yolsuzluklara karışmış.Çek-senet-mafya ilişkilerine girmiş. Medyadan izliyoruz. Rüşvet devletin tepesine kadar uzanmış. Kanlı hesaplaşmalar sürüyor.

‘Benim memurum işini bilir, ben zenginleri severim’ diyen Turgut Özal’ in rüşveti devletin tepesine kadar çıkmasında sorumluluğu yok mu?

Türkiye’ de RP tırmanışa geçmiş. Ülkeye şeriat gelecekmiş. Bu konuda tartışmaları basından izliyoruz. Özellikle ATV’nin Siyaset Meydanı adlı programında, ‘ az Müslümanlarla’ ‘çok Müslümanlar’ tartışmalarını izliyoruz. Elbetteki ‘az Müslümanların sesi’ ‘çok Müslümanların’ sesinden az çıkıyor. Sonuç olarak başta ATV olmak üzere tüm medya ‘çok Müslümanların’ reklamını yapıyor. Hem de bunu Atatürk’ü, laikliği savunmak adına yapıyorlar.

Medya laikliği savunma adına şeriatı bilmeden mi destekliyor.

KİT’lerin ülke bütçesine büyük zararları varmış. KİT’ler zarar ettiği için hemen satılmalıymış. Bu satışa engeller çıkaran Sosyal demokratlar ve SHP ülkenin zarardan kurtulmasını geciktiriyormuş.

KİT’ler satışa çıkarılırsa zarar ederler mi, yok kar ederler mi satılacak?

Başbakan Tansu Çiller Ortadoğu’yu ziyaret ediyor. İsrail Tansu Çiller’ in gezisine büyük önem veriyormuş. İsrail’le Ortadoğu’ya projesi için görüşmeler yapıyormuş.

Ülkenin büyük şehirlerinin tamamına yakının ve büyük ilçelerin susuzluktan kırıldığı kolera benzeri hastalıkların yayıldığı günümüzde kendi insanımız yerine İsrail’ e mi su götüreceğiz?
1 KASIM 1994

KOALİSYONUN SONU

15 KASIM 1994

Büyük umutlarla SHP-DYP Koalisyonun sonuna gelmiş görünüyor.

12 Eylül Yönetiminin 1983 seçimlerine girmelerine izin vermediği iki partinin koalisyon kurması geniş halk kesimlerinin de büyük umutlarla neden olmuş, halkımız 12 Eylül Anayasasının değişeceğini, demokratik bir ortama geçeceğini, Güneydoğu’ da barışçı çözümler geleceğine inanmıştı. Çünkü bu iki partide bu değişimleri programlarına almışlar ve seçim meydanlarda vaatlerde bulunmuşlardı. Fakat tüm bu beklentiler gerçekleşmemişti.

Oysa muhafazakar DYP ve Sosyal Demokrat SHP Cumhuriyet tarihinde ilk kez kendi istemeleriyle bir araya gelerek, anlaşarak koalisyon kurdular. Bu koalisyon yolun, sağ ve solu kapsadığı için güçlü bir hükümet olacağını düşünenler kısa bir süre içinde hayal kırıklığına uğradılar. SHP’ in özellikle son Genel Başkanı Murat Karayalçın’ın demokratikleşme ile ilgili güvenceleri gerçekleşmedi. Son gelişmelerde ise DYP içindeki RP’ye yalın milletvekilleri düşünce suçunun terörden ayrılması konusundaki tasarıya karşı çıktıkları görüldü.

DEP’ in kapatılıp milletvekillerinin ceza evine doldurulması ve Güneydoğu’ da ki anti demokratik uygulamaların, batı ülkelerinde yarattığı tepkiyi azaltmak amacıyla saygın demokrat kişilikli Mümtaz Soysal’ın Dış İşleri Bakanı olmasını kullanmak isteyen hükümet, daha önce Sosyal-Demokratların itibarını tükettiği gibi şimdi de Mümtaz Soysal’ın itibarını tüketiyor.

Sosyal Demokratların bu hükümete gereksinimi yoktur. Koalisyon olmak SHP’in değil DYP’in, laiklik karşıtı güçlerin, ırkçı hareketlerin işine yaramış Sosyal-Demokratların oyları devamlı düşmüştür.

Ülkemiz burjuvazi ve gerici militarist güçleri Sosyal Demokrat hareketi kullanmış ve en ufak ‘düşünce suçlarının’ kaldırılmasına bile tahammül edememiştir.

Sosyal Demokratlar bu koşullarda koalisyondan, ilkeler çerçevesinde ayrılarak, CHP ile birleşerek, gözlerini sağ’ dan sol’ a çevirerek gerçek konumlarına dönme olanağı bulabilecekler ve birleşik sosyal-demokrat hareket bilinçli, inandırıcı muhalefetiyle yeniden Türkiye Politika sahnesinde onurlu yerlerini alabilecektir.
15 KASIM 1994

KİŞİ DEĞİL DÜŞÜNCE

15 ŞUBAT 1994

Yerel seçimlerin yaklaşmakta olduğu günümüzde, bütün ‘büyük’ partilerde bir kriz yaşanıyor. Adaylar kendi partilerinin adını kullanmaktan özenle kaçınıyor. Hemen hepsi kendilerinin ‘başka, iyi, dürüst, şefkat, katılımcı, işbilir vb.’ olduğunu söylüyor. Hiçbir aday kendi partisini öne çıkarmıyor, çıkaramıyor.

Seçimlere 15 parti katılıyor. Seçimlere çok partinin katılması demokrasi açısından sevindirici bir olay. Artık büyük parti olayı sona eriyor. % 20 leri aşan parti pek yok. Çok partili koalisyon hükümetleri kaçınılmaz görünüyor. Toplumun değişik kesimlerinin istemlerine yanıt verecek,uzlaşmanın egemen olduğu koalisyon hükümetleri demokrasinin gelişmesine büyük katkıları olacak.Tek partili, tek liderli demokrasi döneminin kapanması bunun yerine çok sesli hükümetlerin kurulmasını bir takım demokrasi karşıtı güçlerinin karşı çıkmasına da hazırlıklı olmamız gerekiyor.

Adaylar seçilmeleri durumunda partilerini dışlayarak başarılı olabilecekler mi? Geniş yetkilerle donatılmış başkanlık sisteminin olduğu belediyeler yasası ile, katılımcılık, şeffaflık, dürüstlük vb konularda ne kadar samimi olursa olsun seçilen her belediye başkanının bunları bir kenara attığını hep gördük. Belediyeler yasası değiştirilmeden, başkanların seçildikleri partilerle denetimi kurulmadan bu durumun değişmesini beklememek gerekir.

Seçimler yaklaştıkça RP’ nin ‘yükselişi’ en çok tartışılan konu oluyor. RP’sinin tepki olaylarını topladığı bilinen bir gerçek. Ülkemiz sosyalist solunun dağıldığı dönemde, yolunu şaşıran sosyal demokrat partilerin sağ konumla düşmesi meydanı RP’sine bıraktı. Fakat 27 Mart seçimleri ile birlikte SBP’sinin seçimlere, ülkenin hemen her yerinden geniş sol birlikler kurarak, Birleşik Sosyalist alternatifi oluşturarak girmesi solda büyük bir toparlanmayı da beraberinde getiriyor.

Türkiye solu yükseliş aşamasında buluyor. Sosyalist solun toparlanması ülkemizde sosyal demokratların da toparlanması beraberinde getiriyor .RP’sine yönelen tepki olayları bu anlamda gerçek yerini bulacak fakat devlet içinde yuvalanmış, ABD-Suidi destekli, şeriat yuvası haline gelmiş İmam Hatip Liseleri, Kuran kursları yurtlar gerçek anlamda düzenlenemezse bugün ve gelecek açısından kaygılı olmamız gerekiyor. Din devletten tamamen ayrılarak özerk bir yapıya kavuşturulmalı ve din ile politika birbirinden tamamen ayrılmalıdır.
Sonuç olarak büyük partilerin yerini bir çok partiler alırken, kişi eğilimlerini, bireysel çıkar peşinde koşanları bir kenara bırakarak insanlar kendi düşüncelerine en yakın olan partilere oy vermeliler ve oyum boşa gidecek anlayışını terk etmelidirler.
15 ŞUBAT 1994