30 Ocak 2009 Cuma

DAVOS SONRASI ERDOĞAN

Başbakan Tayip Erdoğan, Davos’taki Gazze toplantısında, sinirlenmiş, İsrail Devlet Başkanına “Sen” demiş, Hamas’ı savunmuş, Peres’in yüzüne İsrail’in çocuk katili olduğunu söylemiş, Davos’un dostluk ilkesini çiğnemiş, İsrail’e ağır eleştirilerde bulunup, toplantı yöneticisini protesto ederek toplantıyı terk etmiş.

Şimdi bazıları Erdoğan’ın bu tavrını eleştiriyor, davranışları devlet geleneğine, Davos ruhuna uymadığı söyleniyor. Bazıları ise, AKP-SP vb. çevreler ise Erdoğan’ın bu davranışını alkışlıyor, destekliyor. “Dünyanın yeni lideri” filan diyor.

Aslında Başbakan Tayip Erdoğan’ın bu tavrı dünya diplomasisine tersmiş. Diplomaside böylesi tavırlar olmazmış.

Ben kesinlikle tersini düşünüyorum. İsrail yaptıkları ile her şeyi hak ediyor.

Diplomaside böylesi toplantılarda bu tür üslup yanlıştır diyor, eski diplomatlarımız. Peki o zaman BM Genel Kurulunda Chavez’in tavırlarına ne demeli. Hiç kimse Chavez’i bu şekilde değerlendirmedi, eleştirmedi.

Chavez, BM genel kurulunda, ABD’yi, ispanya’yı en sert olarak eleştiriyor, İsrail elçisini kovalıyor. Bunları Erdoğan yapamaz mı?

Chavez, ülke ekonomisini ulusallaştırmış, silahlı kuvvetlerini ulusallaştırmış, ülkesinin AB-D, İsrail’e borcu yok. Rusya, Cin ile ilişkilerini geliştiriyor. Rusya ile tatbikatlar yapıyor.

Ya peki Türkiye? Ekonomisi, silahlı kuvvetleri AB-D, İsrail’e bağlı, emperyalist ülkelere gırtlağına kadar borçlu.

Kimileri diyor ki! “ABD Türkiye’ye Orta-Doğuda yeni bir rol verdi. Erdoğan’ın tavrı bu rol gereği.” Ya da, “ABD, İsrail Erdoğan’a yerel seçimler için her tür eleştiriye ortam yaratıyor.” Deniliyor.

Şimdi Başbakan Tayip Erdoğan’ı uyarıyorum!

Başbakan eğer ABD ve İsrail ile böylesi bir anlaşma yaptıysa kesinlikle, onlar bu anlaşma hükümlerine uymayacaklardır. Bu coğrafyada kimse ülke içi seçimler gereği İsrail’i paspas yapamaz. Eğer bu konuda Erdoğan’a garanti veren olmuşsa onlar bu garanti hükümlerini yerine getiremezler. Erdoğan’a sessiz kalan ABD yönetimi de İsrail yönetimi de alaşağı edilir.
Eğer ABD başkanı Obama bu sözleri söylese o bile ABD devlet başkanlığı koltuğunda oturamaz.

Eğer böyle bir anlaşma yapılmamışsa da Erdoğan kaçınılmaz olarak ABD, İsrail’in zaten boy hedefi olacaktır.

Erdoğan artık Davos toplantısı sonrası ABD ve İsrail’in baş hedefidir. Dünyada hiç kimse uluslar arası toplantıda İsrail’i, devlet başkanları Peres’i böylesi kelimelerle aşağılayamaz, eleştiremez.

İsrail ne Suriye’dir ne de Bulgaristan.

Peki Erdoğan bundan sonra ne yapmalı?

Eğer ülke yönetiminde ağırlığı varsa,

Öncelikle Ergenekon davası sanıkları derhal serbest bırakmalı. (bombacılar, katiller hariç) Avrasyacılıkla suçladığı komutan ve kişilerle ne yapabiliriz? Toplantıları düzenlemeli. Türk Silahlı Kuvvetlerini derhal ABD, İsrail’e bağımlılıktan kurtarma yolları aramalıdır. (Tabi ki önce bunları yapıp sonra İsrail’i eleştirse çok daha iyi yapardı.)

Eleştirileri izliyorum, bir çok kişi zafer sarhoşluğu içinde. Eğer herhangi bir toplantıda İsrail’i eleştirmek, aşağılamak, hakaret etmek bu kadar kolay olsa idi, oy almak için bunu önceki başbakanlar da yapardı.

Şimdi bazıları da diyor ki, “Türkiye büyük bir ülkedir İsrail bu sözler nedeniyle Türkiye’yi silemez.” Doğrudur Türkiye’yi neden silsin ki? Sadece Erdoğan’ı siler olur biter. Erdoğan demek Türkiye demek değil ki.

Başka bazıları da, “şimdi Türkiye İsrail’e bir çok tavizler verir bu olay kapanır” diyor. Kesinlikle yanlış düşünüyorlar. İsrail o tavizlerin hepsini alır ve Erdoğan’dan da hesap sorar. Artık Erdoğan ağzı ile kuş tutsa bile ABD, İsrail’e yaranamaz.

Peki Erdoğansız Türkiye nasıl olur. Hemen belirteyim, çok daha beter olur. Eğer CHP bu yönetim anlayışı ile çizgisine devam ederse, ABD / İsrail Erdoğan’ın yerine öz Amerikancı, İsrailci birini getirir. Hem ılımlı İslam’a hem de BOP’a devam eder gider. Bakın A. L. Şener kıyıda sıranın kendisine gelmesini sabırsızlıkla bekliyor.

Ya peki, AKP medyasını zaten saymıyorum, Doğan medyası da, Ciner medyası da neden bu konuda Erdoğan’a sınırsız destek veriyor? Acaba hepsi de ondan bir an önce kurtulmak mı istiyor acaba?

Hamas’a gelirsek.

6 aylık ateşkes sona erdi. Hamas ateşkesi uzatmayacağını söyledi ve pek işe yaramayan füzelerini İsrail üzerine göndermeye başladı. Sonrası malum. İsrail tüm gücü ile Gazze’ye saldırdı.

Herkes sandı ki, Hamas’ın elinde ciddi silahlar var, Lübnan Hizbullah’ı gibi. İsrail kara harekatına girdiğinde Hamas’ın gücü görülecek. Eğer zaten böylesi bir gücü yoksa neden ateşkesi bozsun ki? Fakat İsrail yüzlerce masum çocuğu, sivili, insanı öldürdü, Obama yemin edip görevi devralmadan geri çekildi.

Sonuç olarak ne oldu?

Hamas’ın hiçbir gücü olmadığı ortaya çıktı. Peki o halde neden ateşkesi bozdu?

Acı ama gerçek; Filistinliler öldükçe Hamas’ın oyu arttı.

Ne yazık ki bizim Başbakan Tayip Erdoğan Hamas’ı destekliyor.

Son olarak;

İsrail devleti öyle kincidir ki, Erdoğan’ı sadece başbakanlıktan düşürmekle kalmaz. Erdoğan’ın da bunu iyi değerlendirmesi gerekir.

İsrail halkı da bizim gibidir, şu anda örneğin halkının %20 si savaşa karşıdır, barışçıdır. Aynı bizim gibi. Anti-semptizm gericiliktir, ırkçılıktır. Erdoğan bunu yapmıyorum dese de sinagoglar koruma altına alınmıştır artık. Ülkemizde tüm Yahudi asıllı vatandaşlarımız korku içindedir.

Eğer ben bu görüşlerimde yanılıyorsam (umarım öyledir) bilin ki, ABD ve İsrail artık eski gücünü yitirmiştir. (kağıttan kaplandır yani)

Saygılarımla …

24 Ocak 2009 Cumartesi

BU YIL KİM ŞAMPİYON OLACAK?

Sezonun ikinci devresi başladı. Yine maçlarda, canlı yayınlarda herkes kendi takımını tutacak, bağıracak, çağıracak, kavga edecek. Sevinecek, üzülecek.

Seyirciler, kendi takım oyuncularına kızacak, “koş” diyecek, “çalış” diyecek, “hoca bunu değiştir” diyecek.

Hocanın değişiklik kararlarına itiraz edecek, “hoca o adam takımın en iyisi idi, oyundan alınır mı ?” diyecek. “bu hoca hiçbir bok bilmiyor” filan diyecek.

Maç bitecek, hoca TV’ye çıkıp, “iyi oynayamadık, yediğimiz gol ofsayttı, Mehmet’in düşürülmesi penaltı idi, hakem vermedi” falan diyecek.

Sonra herkes evine gidip, TV’lerini açarak maç konusunda “uzmanların” değerlendirmelerini izleyecek. “Hocam o pozisyon ofsayt değildi, bakın şimdi” diyecek. “Görüntüleri tekrar getirin” diyecek, “orada dur tamam, yavaş yavaş oynat” filan diyecek. Gol müydü, ofsayt mıydı, penaltı mıydı? Sabahlara kadar tartışacaklar.

Hakemlerin FB tarafından satın alındığından, federasyonun GS’yı tuttuğundan falan söz edilecek. Lig maçlarının yabancı hakemlerin yönetmesi filan gündeme getirilecek, tartışılacak.

Üst üste birkaç yenilgi alan takım başkanı yeni bir hoca arayışına girecek. Ara transferlerde takımı takviye edeceğini filan söyleyecek.

Bunlar yaşadığımız olaylar.

Ya peki bunlar gerçek mi?

Hayır!

Maçların sonuçlarını kesinlikle para belirler. FB’de para çok o belirler filan düşünmeyin. Burada söz konusu olan çok daha büyük para.

Maçların sonucunu Lig-TV belirler. Nasıl mı?

Lig-TV, maç yayınlarının ihalesine girer ve çok ciddi paralarla ihaleyi alır. Federasyonun Lig-TV’den aldığı paralar şöyle dağıtılır;


En çok parayı sırasıyla, (önce kendisi alır) FB, GS, BJK, TS ve diğer birinci lig takımları alır. Sonra sıra 2. lig takımlarına gelir, daha sonra bir miktar da 3. lig takımlarına bir şeyler düşer.

Bütün 1. lig (süper) takımları bütçelerini bu Lig-TV’den gelecek paralara göre belirler. Bu paralar ciddi paralardır ve tüm takımların bütçelerinde önemli bir yer tutar.

ŞİMDİ DİKKAT!

Lig-TV bu ödemeleri yapması için sadece ve sadece tek şartı vardır: ligden kopma olmayacak.

Peki ligden kopma olursa ne olacak, Lig-TV aboneleri aboneliklerini iptal edecek.

Şöyle bir değerlendirin, sıradan bir birahanenin yıllık Lig-TV bedeli 12 milyar liradır. Birahane işleten bu parayı ödeyebilmesi için canlı yayınlarda müşterilerinin gelmesini bekler. Ya peki FB veya GS şampiyonluk yarışından koptuysa, 10-15 puan gerilere düştüyse o takımın seyircisi de, şampiyonluğu garantilemiş gibi olan takımın seyircisi de birahaneye gitmez. O zaman birahaneci abonesini iptal etmek durumunda kalır.

Türkiye’nin her tarafından abone iptalleri gelirse Lig-TV para toplayamaz ve federasyona taahhüt ettiği parayı ödeyemez.

Bu nedenle federasyon kopma olmaması için elinden! Geleni yapar. Peki bu duruma diğer takımlar, özellikle Anadolu takımları itiraz etmez mi? Etmez. Etmez çünkü Lig-TV onlara da para ödemezse o takımlar batar.

Bu işler böyle değil mi? Diyorsunuz. Kulüplerde biraz yöneticilik yapmış kişilere sorun lütfen.

Peki bu durumu, TV tartışmalarına çıkan “uzmanlar”, hocalar, oyuncular, basın mensupları vb. bilmez mi? Elbette bilir.

Ama gündeme getirmezler, getirirlerse oyun biter. Çünkü futbol, basının çok önemli bir malzemesidir, reytingdir, paradır. Yorumcular oradan para alırlar.

Peki bunlar biliniyor da takımlar neden hoca değiştirir yeni futbolcu filan alır? Seyirciyi tribünlere, Tv ekranlarına çekmek için, oyunun sürmesi için yani.

Ne yapmak gerekir?

Kulüplerin bütçelerinin en büyük giderleri futbolculara ödenen çok yüksek paralardır. Bazen bu rakamlar 10-15 milyon Avro’ya filan çıkar. Eğer ülkemizde bu yüksek rakamlar aşağıya çekilirse bu rezalet de biter. Peki bundan kim şikayetçi olur, yüksek paralarla transfer edilen birkaç futbolcu.

Maç yayınları tüm açık kanallarda makul bir ücret karşılığında yayınlanmalı ve insanları birahanelere filan gitmekten kurtarılmalıdır.

Başka ülkelerde durum nasıl? Ben bilemiyorum. Fakat işin içine para giren her yerde durumun farklı olmadığını düşünüyorum.

Saygılarımla…

23 Ocak 2009 Cuma

Resmen Kumar

Sayısal Loto, Milli Piyango gibi resmi kumarlarda paraları kim kazanıyor?

Sarı Çizmeli Mehmet Ağa

Neden böyle? Çünkü kazanan kişi açıklanmıyor.

Ama insanlar hayal kuruyor ya! “8-10-12 trilyon falan bana çıkarsa ne yaparım?”

Tabi böyle olursa kimse büyük ikramiyenin kendisine çıktığının açıklanmasını istemez. İstemez çünkü, herkes gelir para ister, mafya filan tehdit eder vs.

Bu yüzden Milli Piyango idaresi büyük ikramiyenin kime çıktığını açıklamıyor. Gerekçesi de, “kazanan talihli isminin açıklanması istemiyor” oluyor. Bizimkiler sanıyor ki kendileri kazanmış kendi isminin açıklanmasını istemiyor gibi düşünerek ona hak veriyor.

Peki bu durumda büyük ikramiye kime gitmiş oluyor, “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa”ya.

Şimdi diyelim ki kazanan talihli isminin açıklanmasını istemiyor. Yukarıdaki nedenlerden dolayı peki, 1 ay sonra açıklansa veya 3 ay sonra veya 1 yıl sonra veya 2 yıl sonra. Ama açıklanmaz. Neden? Çünkü büyük ikramiye kime çıkmıştır? Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’ya.

Ama ne diyelim herkes sürüler halinde resmi kumarı oynamaya devam ediyor.

Ya peki bu konuda kanıt var mı? Elbette bu konuda kanıt olamaz. Ama isterseniz bir takım ciddi kuşkuları gündeme getirelim.

1-Sayısal da hile nasıl yapılır? Oynama süresi bittiği anın birkaç saniyesinde merkezi bilgisayara şu sorulur, “hiç kimsenin oynamadığı 6 numara ver” denir. Bilgisayar için bu çok basit bir sorudur. Hiç kimsenin oynamadığı 6 numarayı alır, onlara oynar sonra topları bu numaralara düşürürsünüz. Arada para biriksin diye o numaralara oynamaz devir olmasını sağlayarak herkesin kazanma hırsını körüklersiniz. “Büyük ikramiye, 5-6-8-10-12 trilyon oldu” diyerek. Resmi kumar oynatan kuruluşlar ikramiyenin kaç trilyon olduğunu herkesin gözüne sokacak şekilde dükkanlarına asarlar.

2-Şimdi yılbaşı büyük ikramiyesi. Gidersiniz herhangi bir bayiye alırsınız bir bilet. Sonra toplara bu numaraları çıkarırsınız. Olur biter. İster tam bilet alın isterseniz iki adet yarım bilet isterseniz, dört çeyrek bilet hepsi aynı numara tabi.

Şimdi topları nasıl düşüreceksiniz? Diyeceksiniz, çünkü çekilişler noter huzurunda, canlı yayında falan yapılıyor. Ama teknoloji gelişti artık çok gelişti.

Şimdi de bu savların üzerinde duralım.

1- 10-15 yıl önce bir Milli Piyango Genel Müdürü aynen şunları söyledi: “biz yılbaşı özel ikramiyesinin bir veya iki kişiye çıkmasını istemediğimiz için çeyrek bilete çıkardık, dört kişinin sevinmesini sağladık” dedi. Tabi biraz kıyamet koptu ama olay kapatıldı gitti.

2-Geçtiğimiz yıllarda bir Milli Piyango Müdürü bir başka kurum çalışanı tarafından öldürüldü.

3-Bu cinayet sırasında da öğrendik ki, kurum çalışanları kendi kurdukları vakıftan, konut kredisi filan çekiyor geri ödemeleri yapmıyorlar. Kimileri takım elbise, beyaz eşya filan alıyor. Bu kurum vakfından. Peki bu vakfın parası nereden geliyor? Diye sorabilirsiniz. O para da, toplanan paraların devlete yatırılacak kısmının 2-3 ay geçiktirerek kazanılan faizden.

4- ANAP dönemini anımsayalım. Özal’ın oğlu bir banka işinde rüşvet olayına karışıyor. Hani anımsarsanız, “rüşvetin de belgesi mi olur lan” sözünü. Orada dönen rüşvet 5 milyon dolardı. Yani bu ikramiyelerden daha az.

5- Türkiye’nin her tarafında yolsuzluk kokuları gelirken kim nasıl bu işletmenin dürüst çalıştığına inanabilir ki? Ben bilemiyorum.

Son olarak bu paralar nereye gidiyor? Bana göre birkaç yere gidiyor olabilir.

1- derin devlete
2- f. Tipi örgütlenmeye
3- kurum çalışanlarının tepesindeki yöneticileri
4- mafyaya
5- hepsine birden

şimdi hiç vatandaşa gitmiyor mu? Diye de sorabilirsiniz. Evet, dağıtılan paranın ¼ veya 1/3 gibi kısmı da vatandaşa gidiyor.

Bunlar bir Milli Piyango üzerindeki kuşkular. Eğer bu kuşkuların kalkması isteniyorsa, ikramiye kazanan vatandaşların isimlerinin açıklanması gerekir diye düşünüyorum. Aksi halde bu kuşkuları ben taşımaya devam edeceğim.

Son olarak bir de soru: eğer, Öcalan, Tuncay Özkan vs. bu resmi kumardan 10-12 – 25 trilyon filan kazanırsa devlet bu parayı onlara verir mi? Aslında sorunun özü şu: devlet bu kadar büyük parayı kim olduğu bilinmeyen bir kişiye çıkmasın engellemez mi?

Ama siz bunlara inanmıyorsanız yine de, trilyon düşleri görmeye yani resmi kumara para yatırmaya devam edebilirsiniz.

Saygılarımla…

22 Ocak 2009 Perşembe

“Ezberim Bozuldu”

Bize hep derlerdi; “sizin ezberiniz yanlış, bu bildiğiniz ezberi bozacağız” diyorlardı.

Kim diyordu? Örneğin, Baskın Oran, Dev-Yol kökenli olmayan öz ÖDP’li Ufuk Uras, TKP dönmesi Aydın Engin.

İnanmıyordum. Ama son gelişmeler sonrası anladım ki, kesinlikle benim ezberim yanlışmış!

Örneğin ben sanıyordum ki;

Siz uyuyorsunuz. Saat sabahın 04-05’i filan kapı çalınıyor.

Siz kapıyı postacı çaldı diye düşünüyorsanız ülkede demokrasi var.

Siz uyuyorsunuz. Saat sabahın 04-05’i filan kapı çalınıyor.

Siz kapıyı polis çaldı diye düşünüyorsanız ülkede faşizm var.

Bize böyle öğretmişlerdi. Ama gerçekten böyle değilmiş.

Neymiş?

Siz uyuyorsunuz. Saat sabahın 04-05’i filan kapı çalınıyor.

Siz kapıyı postacı çaldı diye düşünüyorsanız ülkede faşizm var.

Siz uyuyorsunuz. Saat sabahın 04-05’i filan kapı çalınıyor.

Siz kapıyı polis çaldı diye düşünüyorsanız ülkede demokrasi var.

Şimdi kapı çalındı, siz sevine sevine gittiğiniz, kapıyı açtınız bir baktınız karşınızda polis var. Bu durumda, “aaa polis geldi” demeyeceksiniz. Bu durumda kapıyı açtınız karşınızda polis var, “aaa demokrasi geldi” demelisiniz. (Bakınız Irak’a bile demokrasi nasıl geliyor.)

Şimdi siz gazete çıkarıyorsunuz, taşra baskılarını bitirdiniz. Merkez baskılara başladınız, bir baktınız karşınıza demokrasi gelmiş. Demokrasi sizin başyazarınızı, genel yayın yönetmeninizi “koruma” altına almış. Demokrasi “devam edin devam edin” diyor da bir yandan da basılan gazeteleri okuyor. “burada cümle düşüklüğü var” diyor at kuyruklu, küpeli bir polis. Dikkatlice bakıyorsunuz, adam haklı. Ama baskı devam ediyor artık düzeltme şansınız yok. İçinizden, “keşke demokrasi daha önce gelseydi de bu hatayı düzelseydik” diye düşünüyorsunuz.

Eskiden böyle miydi canım? Şimdi biz girmişik sınava, 12 Eylül öncesi günleri falan. Sınıfın bir sırasında biz bir sırasında polis oturuyor. Siz bakıyorsunuz sorular kazık. Ne yapayım diye düşünüyorsunuz, polis ile göz göze geliyorsunuz. Ama şimdiki gibi polisler bilinçli değil ki, ne bilsin termodinamiki, size hiçbir faydası olmuyor tabi. Siz kopya çekmeye filan kalkıyorsunuz. Ama polis hemen, “bu kopya çekiyor” diyerek sizi hocaya ispiyonluyor.

Her iki örneğe bakarsak demokrasi gelmiş mi, gelmemiş mi?

Şimdi Kanaltürk yayın yapıyor. Stüdyo hariç bütün odalarda maliye denetmenleri araştırma! yapıyor. Şimdi ART çalışanlar gelmiş içeri giremiyor. ART binasına demokrasi gelmiş, sizin televizyon göz altına alınmış. Sizi kapıda bekletiyorlar. Onlar da canlı yayın ekibi ile sokakta yayın yapmaya çalışıyor. Durumdan spiker pek memnun, “ohh ne güzel, haber yazmak yok, haber okumak yok. İstediğin gibi konuş” diyor.

Eskiden böyle miydi canım? darbe yapan komutanlar, en gıcır üniformaları ile geliyor, herkesi kovalayıp kameraların karşısına geçip, “sevgili hemşehrilerim, netekim” filan diyorlardı.

Biz, mücadelemiz siyasi iktidara karşı, AB-D emperyalizme karşı falan diyorduk. Bakın bu ezberimiz de yanlışmış.

Doğru olan ne imiş? Arkana başta AB-D ve siyasi iktidarı alarak ezber bozmak gerekiyormuş. Yani, siyasi iktidara karşı, AB-D’ye karşı miting yapanlara “darbeci” demek gerekiyormuş.

Aydın Engin Cumhuriyet Mitingleri için, “Almanya’daki gibi faşizmin ayak seslerini duyuyorum” demişti. Şimdi bazı ezberi bozulmamış birileri de çıkar, demokrasiyi savunmak adına, grev, boykot miting filan yaparsa hapı yuttuk demektir. O zaman demokrasi filan da kalmaz artık ülkemizde.

Bakınız bize nasıl yanlış ezber öğretmişler: şimdi siz bir yazar, gazeteci, sanatçı filansınız. Ne düşünüyorsanız çizebilip, yazabiliyorsanız ülkede demokrasi var sanıyorduk.

Ama bakın bu da yanlışmış?

Demokrasilerde, siz yazar, sanatçı, gazeteci filansınız. Aklınıza geldiğini çizip, yazarsanız, sabah saat 04-05’de kapınız çalınıp demokrasi gelecek diye düşünüp ona göre kendinize oto sansür uyguluyorsanız, demokrasi var demekmiş. Öğrenmiş olduk!!!

Evet ezberimizin bozulması gerekiyormuş. Ne diyelim sağ olsun bizim ezberimizi bozan, Baskın Oran, Dev-Yol kökenli olmayan öz ÖDP’li Ufuk Uras, TKP dönmesi Aydın Engin, Altan kardeşler, Etyiyenler’e filan.

Saygılarımla…

16 Ocak 2009 Cuma

“11. Dalga”

Tüm AKP medyası yakında 11. dalganın ve diğerlerinin geleceğini söylüyor. Başbakan Erdoğan da, “daha işin başındayız” diyor.

Doğrudur, siz hiç AKP medyasının yazdıklarının yanlış olduğunu gördünüz mü? AKP medyası daha savcı, polis kimi tutuklayacak bilmeden önce hep bildi.

Şimdi 11. dalgada başta medya üyeleri olmak üzere, devlet yöneticileri, cumhurbaşkanı vs. göz altına alınacakmış. AKP medyası öyle diyor.

Şimdi bazı medya personeli bu yeni dalgadan çok korkuyor. İşte sorun burada başlıyor. Neden bu adamlar bu kadar korkup, yazılarına çeki düzen veriyorlar anlamıyorum.

Türkiye değişti, hem de çok değişti. Sanırım bu 11. dalgadan göz altına alınması söz konusu olan bu gazeteciler bu değişimin farkında değil.

Bir de YARSAV adında bir dernek var. Ne diyor, “gözaltına alınacaklar polisten önce medyaya servis yapılıyor, medya adamların evinin önüne, polisten önce canlı yayın ekipleri ile geliyor, gözaltına alınanlar canlı yayın ile kamuoyuna lanse edilerek itibarları sarsılıyor” diyor.

Şimdi bu YARSAV nereden biliyor gözaltına alınanların itibarlarının sarsıldığı?

12 Eylül’den önce sıkıyönetim zamanında, sadece TRT vardı. O günlerde televizyon ve radyolar benim, “adam öldürmek, banka soymak, kahve taramak, bomba atmak vs. suçlarla” arandığımı söyledi, ajans başlarında. Gerçi ben, vs. suçlara giriyordum ama olsun. Okulda sağ-sol kavgasına karışmak, polise mukavemet etmekten yargılanıp beraat etmiştim ama olsun. Yaşadığım ilçe fazla büyük değil. Herkes beni tanıyor. Bir gittim ilçeme, neredeyse beni herkes ayakta karşılayacak. Benim bir şeyden haberim yok. Meğerse televizyon ve radyodan benim adımı duyanlar, beni anarşistlerin başı sanmışlar. Yani bilmeden ben mafya babası gibi olmuşum. Herkes benden çekinir filan olmuş. Gidip herhangi birinden, “ulan örgüte şu kadar para vereceksin” falan desem itirazsız verecekler. Meğerse ben orada değilken namım almış yürümüş.

Demek ki derin devlet sanığı olmak da o kadar kötü bir şey değil.

Yani şimdi Sabih Kanadoğlu, korumalarını filan bıraksa Kızılay’da şöyle bir salına salına yürüse herkes etrafında pervane olacak. Herhangi bir yerde yemek yese, çay içse, bir paket sigara filan alsa kimse ondan para filan isteyemeyecek. İnanmıyorsa bir denesin. isterse herhangi bir kumarhaneye gitsin, “hani ulan bizim haracımız” dese, cukkaları götürecek.

İlhan Selçuk, bundan sonra Cumhuriyet Gazetesi ekonomik sıkıntıya girse, Selçuk elini kolunu sallaya sallaya herhangi bir belediyeye girse, “nerede ulan başkan” dese, başkan koşa koşa gelip İlhan ağabeyinin elini öpecek. Selçuk, “sizin belediye bundan sonra her gün 2000 Cumhuriyet Gazetesi alacak” dese. İster inanın ister inanmayın Cumhuriyet Gazetesinin tirajı Posta Gazetesini bile geçer.

Nasıl yapmasınlar ki adamlar derin devlet!!!!!

Bakın kıçı kırık Tuncay Güney bile bunları yapmış. Hem de TRT2’ye bile çıkmadan önce. Sabih Kanadoğlu hayli hayli yapar, şöyle gülmeyen yüzü ile adama bir baksın, en büyük mafya babasının bile tüm yağlarının eriyeceğinden eminim.

Bizim İlhan ağabeyinin de, Kanadoğlu’nun da itibar anlayışı bizimkinden farklı canım, hem de çok farklı.

Şimdi gelelim gözaltına alınmalara.

Neden insanlar Ergenekon sanığı olarak gözaltına alınmaktan korkarlar anlamakta zorlanıyorum. Sanırım bu medya mensupları çok fazla para kazanıyorlar çok semirdiler yani çoookkk.

Yine kendimden örnek vereceğim. İlk gözaltına alındığım emniyet, Ankara Çankaya Karakolu idi. Orada bizi bir hücreye attılar. Karanlık pis küçük bir hücre havada ağır bir sidik kokusu var. Sabaha kadar orada kaldık.

Bir başka seferde, emniyet karar almış artık tüm gözaltına alınanlar emniyet müdürlüğüne getirilecek. Bizi aldılar oraya götürdüler. Attılar bodrum kata. Bodrum katta bulunduğumuz mekan iki oda, bir koridor, bir de hela var. Hepsinin toplamı 50-60 metrekare. Orada yerlere işemek yasak. Helaya gidiyorsun. Gidiyorsun da helanın ya suları akmıyor ya da kanalizasyon tıkanıyor. Bu kez havada hem pis bir sidik hem de pis bir bok kokusu her tarafı sarıyor. Biz orada kaç kişiyiz? Biz okuldan götürülmüştük sayımız 32 kişi idi. 100 kişi kadar da oradaydı. 50-60 metrekarelik bir ortamda 130 kişi filandık. Çökebilenler çökmüş, çökemeyenler ayakta birbirlerinin omuzlarına başlarını koymuşlar uyuklamaya çalışıyorlar. Ama gerçekleri de söylemek gerekirse hafta içinde bu sayı oldukça azalıyordu, ama hela hiçbir zaman doğru dürüst çalışmıyordu.

Şimdi bizim medyacılara bakıyorum gözaltına alınmaktan korkuyorlar. Neden? İstanbul Emniyet Müdürlüğü görüntüleri yayınladı, Kaloriferli hücrelerde kalıyorlar, tertemiz çarşaflar yataklar, pırıl pırıl odalar, içerideki sıcaklık 23 derece.

Ergenekon sanığı mısınız, “avukatımı istiyorum diyorsunuz” avukat geliyor, “konuşmama hakkımı kullanmak istiyorum diyorsunuz” ifade vermeden yargıca gönderiliyorsunuz.

Eskiden böyle miydi? Canım. “avukat istiyorum” dediğiniz zaman, anında yüzünüze tokatlar, yumruklar iniyordu. Bu kadarla kalsa yine iyi, bakıyorlar size “güzellikle” bir şey olmayacak, alıyorlar sizi “sorgulamaya”. O zaman işkencehanenin kibar adı “sorgulama” oluyordu. “konuşmama hakkımı kullanmak istiyorum” dediğiniz anda, size elektrik, Filistin askısı, falaka filan verip sizi genellikle fikrinizden vaz geçirtiriyorlardı. Bir de orada Teoman diye biri vardı. Dev-Yolcular, Kurtuluşçular sanırım onu iyi tanır. Ama bu konumuz içi değil.

Şimdi öyle mi canım? Avukat istiyorsunuz, hemen avukat geliyor. Konuşmama hakkımı kullanmak istiyorum diyorsunuz, size hemen mahkemeye sevk ediyorlar.

Nankör canım bu Ergenekoncular nankör, çok nankör! Adamlar bu kadar kıyak yapıyor, herkes gözaltına alınmaktan korkuyor.

Ya peki Mamak nasıl? Oraya gittiğiniz de size bir güzel hoş geldin dayağı atıyorlar, sonra sizlere unuttuğunuz veya size öğretilmeyenler marşları filan öğreniyorsunuz. En fazla 30-40 kişinin kalabileceği at ahırlarında 200-250 kişi filan kalıyorsunuz. Çok sık olarak da dayak yeme mesaisine başlıyorsunuz.

Şimdi öyle mi canım? Adamlar sizi alıyor, dubleks hücrelere atıyor. Alt kat oturma, wc filan üst kat yatak odası.

Hasta olursanız sizi hemen en iyi hastanelere götürüyorlar. Ücretsiz tedavi, cek-up filan yapıyorlar. Yemekler en iyi kalite.

Siz inanın ama inanmayın Ergenekon sanığı olmak böyle bir şey desem, bulunduğum ilçede insan kalmaz. Herkes, “ben de vardım, ben de” der. Bir de üstüne üstlük orada, Türkiye’nin en iyi prof.ları, yazar, sanatçıları, harp uzmanları filan da var. Tüm dersler ücretsiz yani. Alakasız insanların bile oradan yazar olarak çıkması içten bile değil.

Türkiye değişti, hem de çok değişti. Sanırım bu 11. dalgadan göz altına alınması söz konusu olan bu gazeteciler bu değişimin farkında değil. Boşu boşuna korkuyorlar!!!

Saygılarımla…

15 Ocak 2009 Perşembe

SAYGIN (İTİBARLI) KİŞİLER

Ergenekon 10. dalgası ile birlikte bir tartışma başladı. Saygın (itibarlı) kişi olur mu? AKP yanlıları olmaz diyor. İtalya’yı örnek gösteriyorlar. Devlet başkanları bile göz altına alınmış.

Gerçekten saygın kişi olmaz mı?

Elbette olur. Örneğin, Jean Paul Sartre Cezayir savaşında Fransa aleyhine konuşup, Cezayir direnişini en büyük destekçilerinden, örgütleyicilerinden biri olmuştur. Bu nedenle vatan hainliğine ile suçlanmış fakat dönemin devlet başkanı, “Jean Paul Sartre Fransa’dır” diyerek yargılamaya karşı çıkmıştır. Sartre Nobel barış ödülünü de ret ederek almamıştır.

İster beğenelim ister beğenmeyelim TC devleti günümüze kadar üç büyük entellektüel yetiştirmiştir.

1- Atilla İlhan (bildiğiniz gibi artık yaşamıyor)


2- Çetin Altan (bildiğiniz gibi o da vatan hainliği ile suçlanmış hatta mecliste linç girişimi ile karşılaşmıştır. 12 eylül sonrası ise sağ saflara geçmiş ve o çizgisini halen o tarafta sürdürmektedir.)


3- Yalçın Küçük (sayısız kez vatan hainliği ile suçlanmış, komünist/bölücü faaliyetler nedeniyle sorgulanmış işkence görmüş, yıllarca hapis yatmış bir düşünürdür.)

Benim görüşüme göre bu üç insan Türkiye’dir. Dokunulmazlardır yani. Çetin Atlan, Yalçın küçük isterlerse PKK propagandası yapsınlar, isterlerse darbe çığırtkanlığı yapsınlar, isterlerse ılımlı İslam Cumhuriyetini, isterlerse şeriatı savunsunlar, bunlar bana göre dokunulmazdır.

Peki Türkiye bu entelektüellerden başka önemli kişi yetiştirmemiş midir? Atatürk başta olmak üzere, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Yaşar Kemal de dokunulmazdır. Atatürk ve Hikmet, Nesin bildiğimiz gibi yaşamıyorlar. Fakat N. Hikmet de vatan hainliğinle suçlanmış yıllarca cezaevinde yatmış, vatandaşlıktan çıkarılmıştır. Fakat şimdi AKP hükümeti onu vatandaşlığa geri aldığı gibi mezarını bile Türkiye’ye getirmeyi tartışıyor.

Kimdir, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Yaşar Kemal?

Nazım Hikmet’in şiirleri tüm dünya dillerine çevrilmiştir. Dünyanın sayılı 3-5 şairinden biridir.

Aziz Nesin, Yaşar Kemal, boylarından uzun kitaplar yazmışlar ve kitapları dünyanın sayısız dillerine çevrilmiş ve kitapları ile sayısız nesiller yetişmiş ve yetişmektedir.

Türkiye’nin haritada yerini bile bilmeyenler bu yazarlarla Türkiye’yi tanımış ve tanımaya devam ediyorlar.

Şimdi bu insanlar itibarlı insan değil midir? Herkese dokunulacakmış, dokunun o zaman milletvekillerine!

İtalya devlet başkanı yargılanmış. İtalya devlet başkanı saygın bir kişi midir? Bilmiyorum. Ama eğer Türkiye’de de devlet başkanı aranıyorsa buyurun darbe yapmış devlet başkanı Kenan Evren’e!

Bir de, soğuk savaş döneminde kurulan “Gizli Nato”, “Özel Harp Dairesi”, “kontur-gerilla” vs. SSCB’nin dağılmasından sonra Avrupa ülkelerinde devletler onu dağıtmışlar, yargılamışlar sorumlularını içeri atmışlar ve “Gizli Nato”yu sonlandırmışlar. AKP medyası öyle söylüyor. Peki Türkiye’de ne olmuş? “Soğuk savaş bittiği için ABD, bütçesini kendisinin karşıladığı Türkiye’deki “Gizli Nato”yu dağıtmış” nasıl dağıtmış, neden dağıtmış? Bilen yok. Peki “Gizli Nato”ya gereksinim kalmamış da neden açık Nato’ya gereksinim kalmış? Bunu da söyleyen yok. Dünyada biraz politikaya bulaşmış herkes bilir ki, ABD hiçbir kazanımını kovalanmadan terk etmez.

Herkes şunu iyi bilmelidir ki, sadece Nato üyesi ülkelerde değil, bakın bu çok önemli sadece Nato üyesi ülkelerde değil, tüm dünyada ABD’nin yanında, bağımlı, vb. tüm ülkelerde “Gizli Nato” faaliyettedir.

Korku devleti:
Kim ne derse desin Ergenekon Türkiye’nin üzerine bir kabus gibi çökmüştür. Herkes yazılarını, eylemlerini, görüşlerini bu davaya göre ayar yapmak zorunda kalmışlardır. Herkes ergenekon sanığı olmaktan korkmaktadır. Nasıl korkmasınlar ki, AKP medyası, medya çalışanlarını 11. dalgada baş hedef haline getirmişlerdir.

Birkaç soru ile Ergenekon;
1- Neden Ergenekon sanığı olarak göz altına alınanlar arasında AKP’yi destekleyen hiçbir kimse yok? Her tarafa sızan Ergenekon AKP’ye sızamamış mıdır? Ergenekon'da her görüşten insanlar oluyor da neden ılımlı islamı savunanlardan kimse olmuyor?


2- Neden Ergenekon sanıkları arasında hiç ABD destekleyicileri yok?


3- Derin devlet, başta CİA olmak üzere, asker, polis, Mit, Jitem, MHP(BBP) kadrolarından oluştuğu Susurluk olayında açığa çıktı. Şimdi neden gözaltına alınanlar arasında (asker hariç) bunlar yok.

Son olarak:
15.01.2009 tarihinde, fakir insanlara verilmek üzere toplanan paralarla kurulan bir televizyon kanalında, Aydın Engin konuşmacı idi. Diğer bir konuşmacı ise, derin devlet içinde yer almış faşist artığı biri ile 12 Eylül darbesi “nimetleri” ile bakanlık, yöneticilik yapmış başka birisi idi. (diğeri de vitrin olarak Ergenekon destekçisi ÖDP’li birisi)

Bu kişilerle Aydın Engin’in aynı düşünceleri paylaşıyor olması nedeniyle sayın Engin’i kutluyor yeni görevinde başarılar diliyorum.

Kapitalist bir ülkede solculuk yapmak demek her an göz altına alınmak demek. Ama şimdi bakıyoruz bazıları arkasına siyasi iktidarı almış solculuk yaptıklarını sanıyorlar. Ne diyelim hayırlı olsun!!!

Saygılarımla…

İsmet Baytak

11 Ocak 2009 Pazar

“Acil olarak darbe ortamı hazırlamak”

Tek katlı bir ev. Büyük bir kapıdan içeri giriliyor, içerisi yarı karanlık, yerler karo. Antreden sonra karşınıza bir salon ve salona açılan 32 adet kapı.

Misafirler belirli aralıklarla içeri giriyor ve salondan açılan kapılardan odalarına giriyorlar. Yaklaşık bir saat sonra 32 oda da dolmuş durumda ve toplantı başlıyor.

Tok bir ses;

- Arkadaşlar toplantı gündemimizin tek bir maddesi var. Acil olarak darbe ortamını oluşturmak.

Az duyulan bir ses itiraz eder;

- Değerli örgüt üyesi arkadaşlar benim bir önerim var, bizim arkadaşlarımız cezaevine girince ya ölüyor ya da hasta olup hastanelere düşüyor, herkes bizimle alay ediyor, bunun önüne geçmek için neler yapılamalı diye bir madde ilave edilmesini istiyorum.

Der. Öneri kabul edilir ve görüşmelere başlanır. İlk madde sağlık sorunu ile ilgili olanıdır.

İçlerinde tıp prof.’u olan bir öneri sunar;

- Arkadaşlar, şekeri 250’nin üzerinde olan, tansiyonu 21’in üzerinde olan ve nabzı 160’ın üzerinde olan arkadaşlarımız aktif konularda görev almasın.

Der. Öneri oy birliği ile kabul edilir.

Sıra acil darbe yapmak için ortam hazırlama maddesine gelir. İlk sözü ordudan sorumlu 1 numara alır;

- Arkadaşlar, benim zamanımda teğmen olanlar bile bana her gün fırça atıyor, “neden hala darbe ortamı yaratamadınız” diyor. Her gün fırça yemekten bıktım derhal darbe ortamı hazırlamamız lazım.

Der. Herkes “evet”, diyerek öneriyi desteler. Üyelerden biri söz alır.

- Arkadaşlar bunun en kısa yolu var; 1 numarayı öldürmek.

Hemen üç itiraz birden gelir;

- 1 numara mı?

“Evet ama siz korkmayın” der öneri sahibi “1 numara bizim değil onların 1 numarası” der.

Uzaklardan cılız bir sese;

- neeee Atatürk’ü mü öldüreceğiz?

Der. Bir başka üye;

- Atatürk ben ortaokula giderken öldü.

Der.

Diğeri,

-İnönü mü o zaman

diye sorar.

Başka biri;

- Ben albay iken İnönü öldü.

Der.

1 numara kimdir. Herkesin gözü içlerinde en genç olan Şahin’e döner. İbrahim Şahin;

- Valla, benim bildiğim bir numara Tansu Çiller’di. Ondan sonrası anımsamıyorum, isterseniz Cumhurbaşkanı Necdet Sezer onaylı deli raporum var göstereyim.

Der.

Herkes ikna olmuştur. Ama bir numara kimdir. Sonunda daha 70’ine bile gelmemiş genç bir üye;

- Galiba yanlış anımsamıyorsam en son seçimleri AKP kazanmıştı.

Der.

Ve artık 1 numara bulunmuştur. Şimdi sırada 1 numara nasıl öldürülecektir. Üyelerden birisi;

- Onu law silahı ile öldürelim.

Der,

Diğeri,

Hayır uzi lerle öldürelim.

Der.

Sonunda hem law silahı, hem uzi hem de el bombaları ile öldürmeye karar verirler.

Silahları kim getirecektir? Herkesin gözü İbrahim Şahin’in tarafına döner; İbrahim Şahin,

- Valla bana bakmayın silahları bir yere gömdüm ama nereye gömdüğümü hatırlamıyorum. Bir de kroki yapmıştım ama şimdi krokinin de nerede olduğunu unuttum.

Der. Her kafadan bir ses yükselir. Herkes Şahin’e ateş püskürmektedir. Sonunda Şahin dayanamaz,

- Susun, susun, isterseniz Cumhurbaşkanı Necdet Sezer onaylı deli raporum var göstereyim.

Der. Herkes susar. Susar da arkalardan bir ses;

- Ulan sen bana işkence yapan değil misin? sesinden tanıdım pezevenk seni!

Derken, başka bir ses,

- Ben de o sesi tanıyorum bana da işkence yapmıştı.

Der. Fakat ordudan sorumlu bir numara hemen müdahale eder,

- Arkadaşlar lütfen burada özel sorunlarınızı gündeme getirmeyin.

Der. Yine gündeme geçilir. Başka çare yoktur, yeni silahlar alınacaktır. Para lazımdır yani.

Herkesin gözü örgütün kasasına döner. Ama o yoktur. Cezaevinde, süt ve tost bile alacak parası olmadığı için bakımsızlıktan ölmüştür.

Medyadan sorumlu 1 numara söz alır;

- Arkadaşlar biliyorsunuz, bizim gazeteye bomba attırmak için mahalle kahvesinden iki çocuk tuttum. Benden 500 bin dolar istediler. Bütün birikimimi ortaya koydum yetmedi, sağdan soldan borç aldım hala onları ödüyorum.

Der. Haklıdır tabi. Gözler sivil 1 numaraya döner;

- Valla ben de para çoktu ama biliyorsunuz, 7 bin kişiye burs veriyorum. Para yetmiyor, yemiyorum yediriyorum.

Der. O da doğru söylemiştir. Gözler odalar sorumlusu Sinan Karagün’e döner, yüzü kızararak Karagün;

- Valla billa ben de bir kuruş para yok. Bildiğiniz gibi KOBİ’leri karşılıksız yardım yapıyorum, haftada bir araştırma yaptırıyor ve yayınlıyorum tüm param oraya gidiyor.

Der. Sıra, yargının bir numarası vardır.

- Bu yaşa geldim, beş kuruş biriktiremedim. Ben savcı iken kimler kimler neler teklif etmedi ki bir lira bile almadım. Şimdi Ayvalık’ta bir ev aldım, banka kredili, daha 15 yılı var kredinin bitmesine, galiba borcumu ödeyemeyeceğim.

Der. Toplantının üstünde kara bulutlar dolaşmaya başlar. Örgüt parasızlık yüzünden eylem yapamaz durumdadır. Hem orduya hem de AKP’ye karşı rezil olacaklardır.

Fakat arkadan kararlı bir ses haykırır.

- Durun!!!. Ben 1 numarayı öldürürüm. Üstelik silahta para da istemem. Yalnız bir isteğim var.

Der. “Nedir” diye sorarlar.

Çatlak porefosör açıklar;

- Beni bir numara ile karşı karşıya getirin.

Der. Bu nasıl gerçekleşecektir. Başka birisi atılır.

- Kolay,

Der.

- Ben bu buluşmaya sağlarım. Benim amca oğlumun torunu Çankaya Muhafız alayında onbaşı ona söylerim. Sana bir devlet madalyası verilmesini sağlar. Ne de olsa sen 1.-2. İnönü savaşları olmadığını söylemiştin. Bu yüzden sana tarihe yaptığın katkılardan dolayı tarih devlet hizmet ödülü verirler sen de törende bir numara ile karşılaşırsın.

Der. Tüm örgüt artık rahatlamıştır. Herkes ohhh. Çeker. Fakat çatlak prof. 1 numarayı nasıl öldürecektir. Bomba yok, uzi yok, law yok. Hiçbir bok yok. Çatlak prof bakar herkes kuşku içinde planını anlatma gereği duyar.

- Evet arkadaşlar merakınızı biliyorum. 1 numarayı nasıl öldüreceğimi size anlatacağım.

Der. Salonda büyük bir sessizlik olur. Çatlak prof.

- Ödül töreninde herkese madalyaya bakarken, yanı herkes dikkatine ödüle yoğunlaştırdığı zaman birden iki elimi vuracağım ve çıkan sesten 1 numara pat diye kalp krizinden ölecek.

Der. Salonda büyük bir alkış kopar. Çünkü herkes çatlak prof.un el çırpmasını bilmektedir. Bir televizyon kanalında gençecik bir kız bile ölümden zor dönmüştür.

Tam toplantı bitmek üzere iken, cılız bir ses;

- Peki, darbe olursa bizim kazancımız ne olacak?

Diye sorar.

Askerden sorumlu bir numara hemen atılır;

- Arkadaşlar size namus sözü veriyorum darbe yapıldıktan sonra tüm örgüt üyesi arkadaşlarımızın tüm cenaze giderleri devlet tarafından karşılanacaktır.

Der. Yine büyük bir alkış kopar. Herkes mutlu bir şekilde toplantıyı terk etmeye başlar. Fakat kimse birbirini tanımadığı! İçin, çıkma sırasını bekler. İlk gelen ilk çıkacaktır.

Fakat 1 numara uyanıktır. Savcı Öz’e talimat vermiş ve örgütü teknik takibe almışlardır. Sonuçta 1 numaraya suikast planı boşa çıkartılır ve bizim Çatlak Prof. Göz altına alınır.

Şu an bizim çatlak ne mi yapıyor? Büyük olasılıkla savcıların soy ağacında Yahudi filan var mı?, dönme mi? Diye araştırma yapıyordur.

Saygılarımla…

9 Ocak 2009 Cuma

“10. dalga!”

Kurgu olur da bu kadar da olur mu? Birileri ya çok saf ya da başkalarını saf sanıyor.

Nasıl mı?

Adam ne yapmış, “hazineyi” gömmüş ve krokisini çizmiş. Sonra da göz altına alınırken evinde yapılan aramada kroki bulunmuş. Sonra o krokiden silahlar vs. çıkmış. Ayrıca başka krokiler de varmış! Onlarda da işlenen cinayetlerin cesetlerinin olması bekleniyormuş.

Çocukluğumuzda korsan filmleri izlerdik. Korsanlar ellerine geçirdikleri altınları, değerli eşyaları adanın birine gömerler ve yerlerinin haritalarını çizerlerdi. Ama yüzyıllar öncesi bile onlar en azından haritayı birkaç parçaya filan ayırır, başkalarının eline geçerse yerinin bulamaması için bir çok önlem alırlardı.

Ama bizim emniyet şefleri bu korsanlar kadar akıllı değiller ki, çizdikleri krokiyi herkesin anlayacağı bir şekilde çizmişler. (saf canım bizim emniyetçiler saf, hem de çok saf!) Örneğin şu büyük kayanın 42 derece 50 metre ileride filan dememiş böyle dese, savcı Öz, hangi büyük kayayı nasıl bulacak ki? O yüzden bölgenin adını da yazmış, her şeyi de bir güzel belirtmiş krokisinde bizim emniyetçi.

(Elbette emniyet müdürlerinin bu kadar saf olmasını kimse düşünemez.)

Peki bu silahlar bulunmadı mı? Bulundu. Neden? Çünkü bulunması isteniyordu ondan!

Ya peki bizim polis ne yapmış, gömülü cephaneliği bulmuş. Sonra da silahların sarılı olduğu gazete parçalarını (2004 tarihli imiş) orada bırakmış. (saf canım bizim emniyetçiler saf, hem de çok saf!)

Neden bazı kanıtların basının eline geçmesini engellememiş veya geçmesi istenmiş?

Geçmesini istediği için!

Yani kamuoyunun yanlış bilgilere yönlendirilmesi istenmiş.

E peki bu İbrahim Şahin susurlukçu değil mi? Elbette öyle, bu konuda zaten sabıkası var. Silahları o gömmüş olamaz mı? Olabilir, ama bulunmasını istemiyorsa o silahlar böylesi krokilerle bulunamaz. Adamın en azından korsanlar kadar kafası çalışır.

Ya peki bu adamın evinde böyle kroki vardı da, susurluk sabıkalı bu adamın evi neden çok önceleri aranmadı da şimdi arandı? Ya peki susurlukçu polis şefinin evinde bulunan bir kroki sonucu silahlar bulunuyorsa neden bu kroki daha önce bulunmadı da şimdi bulundu?

Ya peki bu silahların bulunması, Y. Küçük’ü, S. Kanadoğlu’nu, K. Gürüz vb. nasıl bağlıyor? İ. Şahin silahları gömerken bu kişiler kazma mı sallamış?

Birileri de diyor ki; bu Ergenekon öyle bir örgütmüş ki, içinde çok sayıda başka örgütten, birbirlerinden çok farklı düşünceler içinde olan insanları kapsıyormuş!

Şimdi neymiş, İlhan Selcuk, Yalçın Küçük, Sabih Kanadoğlu, Kemal Gürüz vb. bilmeden İbrahim Şahinlerle, Çatlılarla, Kırcılarla aynı örgüt üyesiymişler. Kendileri saf ya herkesi da saf sanıyorlar.

Bu mantığa göre Stalin ile Hitler aynı örgüt üyesi olabilirmiş!

Şunu iyi görmemiz lazım, yahu adamlar kafa tokuşturuyorlar, kafa! İnanmıyorsanız, özel harekatçıların tv’lerdeki eski görüntülerini iyi izleyin. Bunlarla bu profesörleri filan nasıl bir araya getirebiliyorsunuz anlamak mümkün değil. Ama biz safız ya, kendileri gibi yani…

Ülke demokratikleşiyor diyor bazıları da. Öyle mi acaba? Size bir önerim var; herhangi bir köşe yazarına şöyle bir mail atın, “sayın … ne oldu? siz de Ergenekon davasından göz altına alınacağınızdan korktuğunuz için mi böyle suya sabuna dokunmayan yazılar yazıyorsunuz” filan diye sorun. Yanıt verirlerse bakın bakalım ülke demokratikleşiyor mu, faşistleşiyor mu?

Tüm Türkiye bir korku devletine doğru hızla bir şekilde gidiyor. Siz hala İbrahim Şahin, Veli Küçük lokması yutun.

Bir de ne yapacaklarmış bu adamlar darbe? Kaç adet bomba ile 30-40. Bu kadar bomba ile darbe olur mu? Olmazmış da bunlar bu bombaları sağda/solda patlatacak, bazı kişileri öldürecek sonuçta ülkeyi bir kaosa sokarak ordunun darbe yapmasını sağlayacaklarmış.

Yahuuu bu adamlar bu durumda darbeci değil, olsa olsa aracı. Esas darbe yapacak TSK. O zaman ne yapmak lazım? Darbecileri yargılayıp içeri atmak, tüm payelerini iptal etmek. kimi? Başta Evren olmak üzere yaşayan tüm 12 Eylül darbecilerini.

O zaman ne olur? Ülkede kaç tane bomba patlarsa patlasın, kaç suikast yapılırsa yapılsın. Ordu darbe yapmayı aklından bile geçiremez. O durumda siyasi iktidar katilleri, suikastçıları filan bulur cezalarını verir.

Gerisi, Yalçın Küçük’ün söylediği gibi, ABD/ AKP Diktotaryasıdır.

Saygılarımla…