28 Nisan 2009 Salı

AKP HÜKÜMETİ NEREYE KADAR?

Türkiye Paronaya mı görüyor?

Yandaş medya, Taraf yazarları, "86 yıllık Cumhuriyet parçalanacak korkusu neden?" diye soruyor ve bunun Paronaya olduğunu ileri sürüyor.

Gerçekten Türkiye Paronaya mı görüyor?

Uzaklara gitmeden komşularımıza, yakın ülkelere bakalım.

Yunanistan AB'ye alınarak yutulmuş. Yunanistan'da halk hareketleri artmış ve yakında AB'den çıkma eylemleri bekleniyor. Bulgaristan aynı şeklide.

Yugoslavya param parça edilmiş. Devlet başkanları emperyalist zindanlarda katledilmiş.

Avrupa’nın 4. gelişmiş ülkesi, Çekoslovakya yine ikiye bölünerek yutulmuş.

SSCB param parça edilmiş. Bir kısmı AB’ye bir kısmı ABD-Nato'ya alınmış. Halkları kurtulmaya çalışıyor.

Afganistan işgal altında. Fakat Nato Afganistan'a girdiğine bin pişman.

Pakistan Nato saldırısı ile karşı karşıya. Aynı şekilde Suriye ve İran da öyle.

Irak işgal edilmiş ve üç parça durumunda.

ABD bölgeye gelmiş elinde BOP haritası. Bu haritaya göre 26 ülkenin sınırları yeniden çiziliyor. Haritaya göre Türkiye sınırları da küçülüyor.

Bu durumda ülkesini seven yurtseverler, sosyalistler ülkenin bölünmesi riskini gündeme getirirse Paronaya mı görmüş oluyor?

Osmanlı devleti 300-400 yıl, askeri gücü olmadığı halde milyonlarca kilometrekarelik bir coğrafyayı elinde tutmayı bildi. Bunu Avrupa devletlerinin dengelerini kullanarak becerdi. Osmanlı'nın uyguladığı dış politika sayesinde Avrupa devletleri Osmanlı'yı nasıl paylaşacaklarını bilemediler.


Benzer uygulama 2. dünya savaşında da uygulandı. Tüm Avrupa, Afrika, Asya'nın bir kısmı kan içinde kalırken Türkiye kendini bu savaşın dışında tutmayı bildi.

Sonra bilindiği gibi iki kutuplu bir dünya ortaya çıktı. Türkiye bu iki kutuplu dünyada yerini ABD yanında belirledi.

Sonra SSCB ve sosyalist sistem dağıldı. Türkiye'nin yeni politikaya gereksinimi vardı. Onu da iyi kötü yürüttü.

Fakat ABD'nin içine girdiği derin ekonomik kriz ve egemenliği kaybetme riskini görmesi sonucu 11 Eylül saldırısını gerekçe göstererek eski, gönüllü sömürgeciliğini sürdüremeyeceğini anlayarak, SSCB gibi gönüllü sönümlemeyi, küresel güç olmaktan vazgeçmeyi kabul etmeyerek, "Roma İmparatorluğunun kurallarını" uygulamaya kalktı. Bu kural kısaca şuydu, "dünyanın en büyük ordusu bende. İstediğimi yaparım. Ya bendensiniz ya da düşmanımsınız" vb.

ABD bölgesel çıkarları için İsrail devleti gibi yeni devletler kurmak istiyordu. Bu devletlerden birisi büyük Kürdistan ve sonraki hedefi ise büyük Ermenistan'dı.

Türkiye Cumhuriyeti, yukarıda belirtilen deneyimler sonucu elbette kendisini koruyacaktı. Devletin, ülkenin işgali, bombalanma, binlerce ölü, yaralı ve acılara karşı refleksi ortaya çıktı.

AKP hükümeti.

11 Eylül saldırılarını gerekçe göstererek dünyaya kafa tutan ABD'ye karşı sadece ama sadece Türkiye "olmaz" dedi. Rusya, Çin, Fransa ve Almanya ve tüm diğer ülkeler ABD'nin her tür isteklerini kabul ederken, Türkiye 1 Mart Tezkeresini ret ederek dünyada ABD'ye hayır diyen tek ülke oldu.

(Bu sayede Eurovizyon'da birinci bile olduk.)

AKP, ABD'nin çıkarlarını yerine getirmek üzere hükümet yapıldı. Ecevit hükümeti paldür/küldür düşürüldü ve Irak savaşı öncesine AKP hükümeti yetiştirildi.

ABD, 1 Mart tezkeresinin geçeceğinden o kadar emindi ki, araziler satın almış/kiralamış hangar vb. inşaatlara başlamıştı. Asker dolu ABD gemileri Akdeniz'de Türkiye'ye giriş yapmak için tezkeresinin geçmesini bekliyordu.

Ne diyordu o zamanlar bizim liboşlarımız? "Devlet memurlarına maaş veremez duruma gelir, ABD askerleri gemilerde, havasız ve sıcaktan bunalıyor" vb.

1 Mart tezkeresi geçmedi, hiçbir şey de olmadı. Fakat ABD bu olaya çok kızmıştı. Ama, "kubura süpürme kullan" işine geldi ve kullanmaya devam etti. Etmesine etti de ne isterse Türkiye "olmaz" dedi. Afganistan'a, Lübnan'a, Irak'a savaşçı birlik gönderilmedi, Suriye ve İran'a karşı ABD ile işbirliği sağlanamadı.

Tüm bu süreç yaşanırken, ABD Afganistan dağlarında Taliban'a teslim olurken, Irak çöllerinde patinaj yaparken, Rusya ve Çin ekonomisini düzeltti. Güney Amerika'da ABD karşı hükümetler iktidara geldi. Süreç ABD aleyhine işlerken tüm ABD muhalefeti ülkeler konumlarını güçlendirdi. Tüm dünyada, "demokrasinin beşiği" denilen ABD'ye karşı tepkiler arttı. ABD'nin demokrasinin Ebu garip, guatemala demokrasisi olduğu ortaya çıktı.

Buna karşı bilindiği gibi ABD imaj değiştirmek zorunda kalarak, zenci Obama'yı devlet başkanı yaparak, "iyi polis" rolü oynamaya başladı.

Bu arada Türkiye ne yaptı, yerel seçimlerde AKP oylarını ciddi bir şekilde düşürerek, inişe geçirdi, "seçimle geldi, seçimle gidecek" mesajı verdi.

Sonuç olarak, "AKP hükümeti nereye kadar?" ABD'nin bölge için tehdit olmasının sona ermesine kadar mı?


Peki onlar, yani ABD/AKP ne yapıyor? Ergenekon ile gidişatı tersine çevirmeye çalışıyor. Ama sizce başarılı olabiliyorlar mı?

Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye'nin tüm yer altı/ yer üstü zenginlikleri yerli yabancı holdinglere peşkeş çekildi. Cumhuriyet döneminin tüm kazanımları yandaşlara verildi. Kriz gerekçe gösterilerek bunalımın tüm yükü işçi, emekçi, köylü ve dar gelirlilere yüklenirken tekeller servetlerine servet katmaya devam etti.

Gelişmelere sosyalist parti ve demokratik kitle örgütleri seyirci kaldı. Eğer işçi ve emekçi çıkarlarını savunan sosyalist partiler halkın içinde yaşam alanları bulacak politikalar üretemezlerse, işçi, emekçi, dar gelirli ve köylü kesim, egemenlerin oyunlarının seyircisi olmaktan bundan sonra da kurtulamayacaklar.

Biraz komplo teorisi gibi oldu ama karar sizin.

Not: 1. dünya savaşında Osmanlının sömürgeci geleneği ne oldu? Gibi sorulara karşı ise:

Osmanlının 1. dünya savaşında Almanya yanında savaşa girmekten başka seçeneği yoktu. Yoktu çünkü İngiltere, Fransa ve Rusya zaten Osmanlıyı parçalayıp yutmaya planlamışlardı. Hiçbir şey yapmadan parçalanmak yerine savaşarak büyümeyi tercih ettiler, başaramadılar. "Savaşarak küçüldüler".

Saygılarımla…

İsmet baytak

20 Nisan 2009 Pazartesi

"Gerçek Ergenekon Geyikleri"

Aynı örgüt üyeleri!

Darbe tezgahı içinde olmak ile suçlanan ve hasta olduğu için gözaltına alınmayıp evi aranan Türkan Saylan, aynı zamanda türbanlı kız öğrencilere, hatta annesi bile türbanlı olanlara burs vermediği gerekçesiyle yandaş medya tarafından suçlanıyor.

Danıştay saldırısı davası Ergenekon ile birleştirilmesine karar verildi. Sanık Alparslan Arslan'ın duruşmada, 'Başörtüsünü yargılayanı keserim lan!' dedi.

Şimdi buyurun Saylan ile Arslan'ın aynı örgüt üyesi olarak yan yana yerleştirin bakalım? Ama ne bizi ne de, Arslan ve Saylan'ı aptal yerine koymadan!

Her tür darbe kötüdür!

Ordu yönetime el koysa,

Meclisi fesh etse fakat AKP hükümetinin devamını istese, Cumhuriyet mitingleri başta olmak üzüre tüm mitingler, 1 Mayıs dahil, her grev vb. hak aramalar yasaklasa.

Tüm üniversiteler başta olmak üzere her tür resmi kurumlarda türban serbest bırakılsa, Gülen Türkiye'ye davet edilerek Halife ilan edilse.

Tüm sosyalist örgütler, sendikalar, ADD, ÇYDD, TMMOB, CHP vb. örgütler yasadışı ilan edilerek üyeleri "yasa dışı örgüte üye olmak" suçlamasıyla içeri atılsa.

Şimdiki darbe karşıtları acaba ne der?

Örneğin Gülen, "ben darbelerle halife olmam" der mi? Yoksa, "Türkiye'deki 84 yıllık zulüm düzeni sona erdi. Artık Müslümanlar özgürlüğüne kavuştu" mu der?

Darbeye karşı çıkan türbanlı üniversite öğrencileri başlarındaki türbanı atarak darbeyi protesto mu eder yoksa üniversitelere türbansız giren kızların saçlarını mı yolmak ister?

Peki basın ne der? Karşı mı çıkar yoksa, "nerede kaldınız paşam mı?" der.

Ya liberal "aydınlarımız" ne der?

Buyurun kararı siz verin.


Hukuka saygılı olmak:

Ergenekon davasında AKP ne diyor? "Hukuka saygılı olmak lazım"

Peki o zaman, Akın İpek'in ortak olduğu Bergama, Ovacık Altın Madeninde neden mahkeme kararları, Danıştay kararı uygulanmıyor? Bu hukuk başka hukuk mu?


Kimler gözaltına alınmalı?

Ergenekon'un 12. dalgası sonrası yandaş medya köşe yazarlarında bir parçalanma yaşandı. Yandaş bir çok yazar, Türkan Saylan'ın evini aranmasını Ergenekon soruşturmasının sulandırılması olarak değerlendirdi.

Şimdi ne yapmak lazım mış?

Yandaş köşe yazarları kimin gözaltına alınacağını yazarsa onları göz altına almak lazımmış. Yoksa Taraflı Altan gibi ABD ajanı bile ilan edebilirsiniz.


Şok şok haber:

ÇYDD'nin burs verdiği en az on kişinin AKP listelerinden 29 Mart yerel seçimlerinde aday olduğu ortaya çıktı. Yüksek Seçim, İl Seçim ve İlçe Seçim kurullarının belgeleri ile kanıtlanan bu duruma göre ÇYDD'nin, yerel yönetimler için AKP'ye kadro yetiştirdiği kanıtlandı!!!


İki soru:

1- Hiç kimse "kırk katır mı, Kırk satır mı?" sorusu ile karşı karşıya kalmak istemez. Ama ya peki kalırsa!

Soru şu, "siz Şah döneminin baskıcı, faşizan rejimi ile mi, yoksa şimdiki mollalar İran'ın da mı yaşamak isterdiniz?"

2- benim savunduğum siyasi düşünce hiç hükümet, hükümet ortağı olmadı. Bırakın bunları TİP hariç meclise bile giremedi.

Fakat biz örneğin her yaptığımız mitingde, "hükümet istifa" gibi sloganlar attık, devrim filan yapmaya kalktık. Bu durumda biz meşru hükümeti devirmek amacıyla darbeci, yasadışı bir örgüte mi hizmet etmiş olduk?

13 Nisan 2009 Pazartesi

“Faşizme Geçit Yok”

Erdoğan hükümeti, yerel seçimde, %47 ve üzerinde bir oy almayı hedefledi. Bunun için, her tür devlet olanakları kullandı. Kömür, yardım paketlerinin üstüne, beyaz eşya filan da dağıttı.

Eğer AKP hükümeti %47 ve üzerinde oy almış olsaydı, başta anayasa değiştirilerek, ılımlı islama giden yol açılmış olacak ve AKP hükümeti yeni anayasa ile birlikte kalıcılaşacaktı.

Fakat her şeye karşın, her tür yardım, vaat ve tehditlere karşın AKP ciddi biçimde oy kaybetti. Artık AKP’nin anayasayı değiştirmek, ılımlı islama geçmek için halk desteğinin olmadığı ortaya çıktı.

Cumhuriyet tarihinde, haklı/haksız hiçbir hükümet Ergenekon kapsamında böylesi, ülkenin proflarını, ordu komutanını, üst düzey subaylarını, aydınını, gazetecisini vb. göz altına almamıştı. Gerekçesi ne olursa olsun, hiçbir hükümet dengelerle böyle oynamamıştı.

AKP hükümeti bu dengeleri bozdu. Fakat kendileri de iyi biliyor ki hükümetten düştükleri anda, yaptıklarının faturasının kendilerine kesilecek. 29 mart yerel seçimlerine kadar AKP hükümetinin oyları sürekli arttı. Fakat yerel seçimler sonrası kan kaybeden AKP bir sonraki genel seçimlerde iktidardan düşme kabusları görmeye başladı.

İşte 12. dalgayı böyle değerlendirmek gerekiyor. İktidardan giderlerse sonlarının karanlık olduğunu düşündükleri için iktidardan düşmemenin hesapları yapılıyor. Ya bir genel seçim olmayacak, ya genel seçimlere girecek başka parti olmayacak ya da sonuçlar ne olursa olsun yani halk kime oy verirse versin AKP tek başına iktidar olacak oyu almış olacak.

Anti demokratik yönetimler sadece bize özgü değil elbette:

Tarihte Almanya’dan ünlü sözler;

“İlk önce komünistleri götürdüler, karşı koymadım, ağzımı açmadım, çünkü ben komünist değildim. Sonra sosyal demokratları götürdüler. Ona da ağzımı açmadım, çünkü ben sosyal demokrat da değildim. Daha sonra Yahudileri alıp götürdüler. Yine bir şey söylemedim, ağzımı açmadım, çünkü ben Yahudi de değildim. Bir gün Çingeneleri götürdüler. Yine ağzımı açmadım, çünkü ben Çingene de değildim. Sonra liberalleri alıp götürdüler, hiçbir şey söylemedim, çünkü ben liberal de değildim. Ve bir gün beni almaya geldiler. Hiç kimse karşı koymadı. Çünkü ağzını açacak, karşı koyacak hiç kimse kalmamıştı.”(Bu sözler, ALMANYA’da bir baskı ve korku döneminin, herkesin gözü önünde, nasıl yavaş yavaş oluşturulduğunu, olağanüstü biçimde anlatıyor. Toplama kampından kurtulan bir profesör ya da bir kilise temsilcisi tarafından söylendiği ileri sürülüyor.)

Türkiye’de ise komünistlerden başlamadılar, belki onları yeteri kadar tehdit unsuru görmüyorlar, Atatürkçülerden başladılar. Yani iktidarlar için en tehlikeli olan aktif kitleden, Cumhuriyet Mitingleri düzenleyicilerinden yani.

Laikler bittiği zaman sıra komünistlere, liberallere filan gelecek o zaman onların hakkını savunan kimse kalmayacak.

Türkiye’de komünist ve sosyalist partiler ne yapıyor? Sadece ve sadece izliyorlar. Neyi? Sanırım sıranın kendilerine gelmesini.

Peki sendikalar ne yapıyor, aynı akşam itibari ile, DİSK, KESK, HAK-İŞ 1 Mayıs’ın nerede kutlanacağını tartışıyor.

Aslında eğer kitle ezdirmeyecekse Taksim’de kutlansın, ama kitle ezdirilip katılımın düşmesi isteniyorsa, geçen yıl gibi, buyurun Taksim’e.

Hiçbir örgüt kitlesini ezdirmez, yerlerde süründürmez. Ama onlar gerçekten de bağımsız birer örgütse.

13. dalga yolda!!!

Yandaş medya 13. dalganın siyasilere yöneleceğini işaret ediyor. TBMM çatısı altında, dokunulmazlık zırhı altında olduklarını sananlar rüya görmesin, bir gece oylamasında dokunulmazlar kalkar ve kapıdaki güvenlik güçleri onları yaka paça götürür. (neymiş Anayasa Mahkemesine giderlermiş, giderler belki de ama önce başka yere giderler)

Darbelerden medet umanlar derin uykularından uyansın, Almanya’da Naziler iktidara geldiğinde ordu nazi partisinin en büyük destekçisi olmuştu. Yapılacak tek şey, Cumhuriyet Mitinglerini yeniden örgütlemektir.

Yerel seçimlerden yeni çıkmış Türk halkı oldukça aktiftir ve morali yüksektir. CHP istediği anda milyonluk mitingler yapabilecek durumdadır. Ama CHP Genel Başkanı Baykal olduğu sürece bu da bir hayal olmaktan öteye geçemeyecektir.

Haydi, komünist, sosyalist partiler, haydi sendikalar, sivil toplum örgütleri Ergenekon yanlısı suçlamasından korkmadan, “Faşizme Geçit Yok” sloganları ile alanlara!

Soru:

Biz 29 mart yerel seçimlerinde, son olarak mı oylarımızı kullandık yoksa sondan bir önceki mi???

Saygılarımla…

İsmet Baytak

9 Nisan 2009 Perşembe

“Gerçek Darbe Günlükleri -I-"

Biz karar vermişsiz iktidara el koyacağız devrim yapacağız yani. Halkın oyları ile seçmiş olduğu “demokratik/meşru” hükümeti devirerek yönetime el koyacağız. Hangi iktidar devireceksiniz derseniz? CHP ve MC hükümetlerini. Tabi o zaman şimdiki gibi yalaka liberallerimiz, dönek Marksistlerimiz olmadığı için kimse bizi darbeci olarak suçlamıyor. Göğsümüzü gere gere dolaşıyoruz, “devrimciyiz” diyerek.

“Bunun için, ulusal demokratik güçlerin güç ve eylem birliği gereklidir” diyor Baydar ve Engin. Biz de Ulusal Demokratik Cephe’yi kurmaya çalışıyoruz. “Yaşasın UDC” filan diyoruz. Sapına kadar ulusalcıyız, sapına kadar sosyalistiz yani…

Bize ne gerekli biliyoruz, aktif kitlenin çoğunluğu. Biz de oldukça aktifiz yani.

Oya Baydar ve Aydın Engin diyor ki; “önemli olan aktif kitledir, bu ülke nüfusunun yüzde beşi bile olabilir, aktif kitleyi kazandığınız zaman siyasi iktidarı ele geçirebilirsiniz. Seçimler bir burjuvazi kandırmacasıdır. Halkımız, burjuvazinin iletişim araçları, medya olanakları ile yanlış bilgilendirilmekte ve işçi sınıfının kendi sınıf çıkarlarını görmesini engellemektedir. İşçi sınıfı iktidarı ele geçirip proletarya diktatoryasını kurduktan sonra halkın gerçek çıkarlarını savunacak ve komünizmde gerçek halk demokrasisi gerçekleşecektir”

Şimdi siz diyeceksiniz ki; “Oya Baydar ve Aydın Engin bunları savunmuyor ki?” doğrudur şimdiki Baydar ve Engin tam tersini savunuyor. Ama siz bunlara inanmayanı bunlar, çakma, Oya Baydar çakma, Aydın Engin çakma. (sahte yani)

Hani Aziz Nesin vardı. Ateistti. Bir gazeteci ona sormuştu; “peki şimdi siz ateistsiniz fakat daha ileriki yaşlarda dine dönerseniz ne olacak?” Nesin bu soruya, “ben şimdi aklım başımda iken konuşuyorum. Yaşlandığım zaman farklı konuşursam bilin ki kafayı kırmışım, o zaman beni ciddiye almayın” demişti.

Baydar’ı da Engin’i de böyle değerlendirin işte.

Biz şimdi halkı bilinçlendirip, aktif kitlenin çoğunluğunu sağlayacağız. Bunun için propaganda çalışmalarımızı hızlandırıyoruz. En iyi propaganda çalışması, bildiri, korsan miting, legal miting, afişler filan. Fakat 1980 öncesi öyle billboardlar filan yok. İnşaatlar var onların etrafını çeviren tahta çitler, elektrik direkleri veya düz olan ne varsa oralara afişlerimizi yapıştırıyoruz. “İleri Demokratik Bir Düzen”, “Yaşasın sosyalizm”, “Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi” filan.

Ama öyle propaganda yapmak kolay değil. Emniyet izin vermediği için gece afişlemeye çıkıyorsunuz her tarafı afişlerle donatıyorsunuz. Sabah kalkınca bir bakıyorsunuz ki sizin afişlerin üstünü bir başka siyasi örgüt veya ticari bir firma reklam amacı ile örtmüş. O zaman ne yapmak lazım? Afişleri korumak. Afişleri yapıştıranlar gidiyor bu sefer koruma birlikleri geliyor afişlerin üstüne başkalarının afiş asmasını engelliyor.

Öyle halkı bilinçlendirip, aktif kitlenin çoğunluğunu sağlamak o kadar kolay değil yani!

Şimdi biz aktif kitlenin çoğunluğunu kazanmaya çalışırken, bunda da yol alırken bir de baktık birileri bizden önce iktidarı ele geçirmek istiyor. Adamlar alenen darbe yapacaklar. Hem de öyle aktif kitlenin çoğunluğunu filan sağlamadan. Emir komuta içinde ordu marifeti ile darbe yapacak. İş sakat yani.

Biz, “İleri demokratik Düzen”den filan vazgeçip var olanı korumaya çalışıyoruz. “Faşizme Geçit Yok” falan diyoruz ama bizi dinleyen kim! Hani şimdi demokrasini erdemi üzerine, en kötü demokrasi en iyi darbeden iyidir filan diyenler, darbelerin ne kadar kötü olduğu üzerine yazılar yazanlar var ya, şimdiki medyada köşe başlarını tutanlar hepsi olmuş darbeci.

MHP’liler, ÜGD’liler açıkça yazamadıklarını kimsenin göremeyeceği hela kapılarına, “bir gece ansızın gelebiliriz” yazıları yazıyorlar.

Bizim solcu arkadaşlarda kuyruğu dik tutmak adına, bu yazıların altına, “sakın geç kalma erken gel” yazılarını yazınca darbeciler de erkenden geldiler.

Türkiye 12 Eylül sabahı kapkaranlık uyandı. Ülkemize “demokrasi” gelmişti yani! Şimdiki Irak’a gelen demokrasi gibi. ‘Our Boys’lar başarmıştı yani…

Herkes karanlık uyandı da biz daha karanlığın, “demokrasi”nin farkında değiliz. 10 Eylül 1920 yılında kurulan TKP’nin kuruluş yıldönümü ile ilgili afişleri yapıştıracağız. Banyoda tutkalları hazırladık, afişleri paylaştık filan. Saat 06.30 gibi binadan çıktık. Çıktık çıkmasına da daha köşeye gelince bir baktık askerler devriye geziyor. Onlara görünmeden hemen geriye döndük.

Ülkeyi “demokrasi” geldiğinin farkında değiliz hala. Daha önce de zaman zaman askerler geliyor ana caddede böyle devriye geziyorlardı.

Hatta iyi anımsıyorum, bizim komşumun 3 tane çocuğu vardı, iki kız bir oğlan en büyük kız lise bire diğerleri ortaokula gidiyorlardı. 3’ü de İLD’ye üye olacaklardı ama yaşları tutmuyordu. Neyse, bir gün bunlar tutmuş bir şeyi protesto etmeye kalkmışlardı.

Şimdiki söz konusu olan ana yola çıkmışlar, bir tane teneke çay kutusunu sarmışlar, bomba süsü falan vermişlerdi. Bir tane de otomobil lastiğini yuvarlaya yuvarlaya getirdiler. Sahte bombayı yolun bir tarafına koydular. Yolun öbür tarafına da otomobil lastiğini. Biri kibrit çaktı lastik tutuştu. Birisi de havaya uçtu uçtu attı. Ana yoldan geçen araçlar lastik ile sahte bomba arasından filan geçiyorlar ama trafikte oldukça sıkıştı yani. Neyse bizim üç genç (çocuk yani) slogan filan da atarak kaçtılar, gittiler. Lastik bir yandan yanıyor, bir yanda sahte bomba duruyor, araçlar ikisinin arasından geçiyor. Derken iki cemse asker geldi. Askerler sağda solda mevzi aldılar, devriye geziyorlar.

Askerlerin başındaki komutan önce “bomba”ya gitti. Bir baktı bir boka benzetemedi herhalde bir tekme vurdu. Teneke çay kutusu fırladı kaldırıma gitti. Ama öbür tarafta lastik yanmaya devam ediyor. Tuttu aldı onu çöp varilinin içine atıp kapağını kapattı. Yol tamamen açılmıştı. Komutan biraz bekledi sonra tuttu çöpün kapağını açtı. Kapağı açmakla birlikte komutanın yüzü başta olmak üzere kapkara bir duman etrafı kapladı. Küfür eden komutan kapağı tekrar kapattı. Bu durum bir kaç kez tekrarlandı.

Ertesi gün o eylem yapan orta okul öğrencisi olan erkek çocuğu gördüm, “her ikisi”, “her ikisi” diyerek misket oynuyordu.

Neyse, biz yine böyle bir eylem oldu asker geldi sandık, bekliyoruz gitsinler de biz de afişlerimizi yapıştıralım. Bizim balkondan görülüyor, ara sıra bakıyoruz askerler gitmemiş.


Bizim İbo, erken kalktığı için uykusunu alamamış, tuttu, “ben uyuyorum askerler gidince beni kaldırın” dedi. Vurdu kafayı uyudu.

İbo’nun da evde bir arkadaşı var, siyasi filan değil, tesadüfen o gece bizde kalıyor, Sadi. Baktık Sadi bizim İbo’yu uyandırmaya çalışıyor, “kalk İbo kalk” diyor, “kalk devrim oldu” diyor. İbo başını kaldırıyor, “ne devrimi” lan diyor, “bizden habersiz devrim olur mu?” diyor. Sadi, “valla oldu, valla” diyor.

Meğerse o gün ülkeye “demokrasi” geldiği için sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş. Bizim evde TV ve radyo olmadığı için bizim haberimiz yok. Sadi balkondan etrafı seyrederken bir çocuk görmüş sokakta geziyor, karşı balkondan bir kadın, “oğlum ihtilal oldu, sokağa çıkma yasağı var, evine git, askerlere seni yakalar, götürür” deyince bizim Sadi’de sanmış devrim oldu.

Neyse sonuçta ülkeye “demokrasi” geldiğini anladık. Hemen önce tutkallar döküldü sonra da termesifonda afişler yakılmaya başlandı. Ama biz de afiş çok yak yak bitmiyor. Bizim termesifon oldu ateş gibi. Sular da kesik. Bereket küvette su var. Başladık küvetteki suyu termesifonun üstüne dökerek onu soğutmaya çalışıyoruz. Bir yandan da afişleri yakmaya devam ediyoruz. Neyse sonuçta hepsini yaktık. Sonra sıra geldi evdeki kitap, dergi, broşür, bildiri filan ne varsa.

Epey yorulmuştuk ama “demokrasi”ye zararlı ne varsa imha etmeyi başarmıştık.

Sonra aklımıza geldi sokaklarda ne var diye bir bakalım dedik. Balkona çıktık, bir baktık sıcak 12 Eylül günü olmuş Ocak-Şubat ayı gibi, Ankara’nın üstünde kapkara bir bulut. Kış değil kıyamet değil, bu pis hava nereden geldi merak ettik. Meğerse her ev yakacak bir şeyler bulmuş, sobaları, kaloriferleri harıl harıl yanıyor, her evin bacası tütüyor yani. O gün tüm Ankara “demokrasi”ye zararlı her şeyden kurtulmuş oldu, Ankara artık “özgürleşmişti”!

Ama dedik, ülkede demokrasi güçleri var, medya var. Onlar, bu meşru hükümete karşı yapılan darbeye karşı çıkarlar. Gazeteleri aldık bir baktık, hepsi esas duruşa geçmiş, “emredin komutanım” diyor.

Şimdi neymiş, “Doğan Medya gurubunun bu tavrı varken darbe yapılamazmış” zavallılarım benim. Bir darbe olsa Doğan Medyanın atacağı manşeti ben size söyleyeyim, “Nerede kaldınız Paşam?”.

Şimdi bazıları diyor ki, “artık sadece TRT yok ülkenin her tarafında medya var, bunları nasıl kontrol edebilirler”

Açıklayayım…

Biz gazeteyi pazartesi günleri çıkarıyoruz. Bir gün bir baktım kapıda iki tane inzibat, kolluklu, görevli filan. Eyvah dedim boku yedik, darbe mi oldu ne? Bizi götürecekler galiba. Ama yine de bozuntuya vermiyoruz. İnzibat, “gazeteden bir tane almaya geldim” dedi. Rahatlamıştık. Neyse, gazeteyi haftalık çıkarıyoruz, her hafta pazartesi günleri iki inzibat geliyor bir adet gazete alıyor gidiyor. Götürülme tehdidi yok ya biraz diklenelim dedim, “kim istiyor bu gazeteyi?”. “Garnizon komutanı albayım” dedi. Bir süre daha geçti, ben biraz daha dikleniyorum, gazete filan vermemeye kararlıyım yani. Ama sıkıyorsa anlat inzibata, emir almışlar, alıyor gazeteyi gidiyorlar, ilçede ne kadar gazete çıkıyorsa topluyorlar. Bir gün dayanamadım, “bakın dedim siz albaya bir şey söyleyemezsiniz ama hiç olmasa çavuşunuza filan söyleyin albayınız hiç olmazsa parasını versin abone olsun da öyle gazete verelim” dedim de dinleyen kim.

Yani “darbe yapacakların medyayı kontrol etmeleri mümkün değil, doğan Medyayı ikna edemediler” diyorlar ya onlar ya bir bok bilmiyorlar ya da sizi kandırmaya çalışıyorlar.

“Gerçek Darbe günlükleri” sürecek…

5 Nisan 2009 Pazar

Nasıl başarabiliyorlar?

AKP hükümeti, tüm gelmiş geçmiş hükümetlerden daha özelleştirmeci, daha piyasacı çıktı. Cumhuriyet tarihinin tüm kazanımları, yerli yabancı tekellere peşkeş çekti, çekmeye de devam ediyor. Özelleştirme sonucu onbinlerce insan işini kaybetti.

Tarım bilinçli bir şekilde yok edildi. Kırsal kesimde yaşayanlar perişan durumda. Orta kesim, esnaf banka kredileri ile bunalmış durumda, onbinlerce küçük işletme kapandı, kapanmaya devam ediyor.

Kredi kartı mağdurları milyonlara ulaştı.

Her alanda büyük bir baskı yaşanıyor, herkes dinleniyor, hükümet holding medyasına bile tahammül edemiyor. Tekelci burjuvazinin bir kanadı bile hükümeti eleştiremiyor, maliye uzmanlarının incelemelerinden korkuyor.

Üstüne üstlük ekonomik kriz sonucu, başta tekstil sektörü olmak üzere bir çok sektör battı. Yüzbinlerce işçi bu kriz yüzünden işsiz kaldı.

Muhalefet ise hükümetin ekonomik icraatlarına itiraz etmiyor. Onlar da özelleştirmeyi, IMF reçetelerini savunuyor.

Tüm bunların karşısında, karşılarında hiçbir rakip, burjuva partisi, sosyal demokrat parti vb. olmayan sosyalist partiler nasıl oluyor da oylarını artıracağına, halka umut olacağına oylarını düşürmeyi başarabiliyorlar? Sanki insan, o partilerin formatlarının oylarını artırmaya değil de azaltmaya yönelik olarak atıldığını düşünüyor.

Türkiye'de, küçük sosyalist yapıları ve legal olmayan örgütleri bir kenara bırakarak, seçimlere giren üç partinin konumunu değerlendirecek olursak:

1- EMEP
2- ÖDP
3- TKP

Emep, seçimlere hangi sloganla girdi, kitlelere ne önerdi öğrenmek pek mümkün olmadı. Bu parti seçim sonuçlarını değerlendirirken kendi başarı ve başarısızlığını bir kenara bırakarak DTP'nin başarısından söz ediyor. Kısaca Emep Türk ve Kürt emekçilerini, sosyalistlerini unutmuş Kürt milliyetçi hareketinin arkasına takılmış durumda. Kürt oyları ile milletvekili düşleri bile gördüler.

ÖDP, bu partinin de nasıl bir kampanya ile seçime girdiğini bilen yok. Parti kendi içinde ikiye ayrılmış durumda. Liberaller ve sosyalistler olarak. Olağanüstü kongre yaptılar az farkla sosyalistler kazandı. Yakında olağan kongreleri var. O zamana kadar da politik bir tavır takınmaları beklenmiyor.

TKP, bu üç parti içinde görüşleri en net olan parti. AB'ye karşılar, Ergenekon konusunda ise; darbeci Kenan Evren devlet katında en üst düzeyde itibar görürken, darbeci diye bir takım insanların gözaltına alınmasını, muhaliflerin sindirilmesi, toplumun üstüne bir korku tohumları ekilmesi olarak görüyorlar ve AKP'nin demokrasiye değil ülkeyi Osmanlı'ya götürdüğünü belirtiyorlar. Zaten seçim kampanyalarını da bu temel üzerine kurdular. "Ya Osmanlı, ya Sosyalizm"

Peki TKP en gerçekçi değerlendirmeyi yaptığı ve seçim politikalarını bu politika üzerine oturttukları halde oyları neden düştü? (%0.24'den %0.20'e)

Bu partiler hiçbir örgütsel çalışma yapmasa, hiçbir bildiri, miting, yayın organı filan çıkarmasa, oturdukları yerden 12 Eylül mağdurlarını, onların anne-babalarının, çocuklarının filan adreslerini alsa onlara şöyle bir mektup gönderse; "Sayın …. Şimdi çok değişik politik konumlarda yaşıyor olabilirsiniz fakat geçmişini unutacak mısın? Sana kan kusturanları af mı ediyorsun, bakın sayın bay/bayan onlar sizin çocuğunuza sizin anne/babanıza, günlerce işkence yaptı siz kızınızın/oğlunuzun, anne/babanızın çektiği bu işkenceleri unutabilir misiniz? Şimdi yapabileceğiniz bir şey var. İl Genel Meclisinde bize oy verebilirsiniz…. Vb.)
Sadece bu çalışma bile bu sosyalist partilerin oylarını 2/3 kart artırabilirdi.

TKP'nin kampanyasına bakacak olursak; "AKP ve CHP düzen partileridir. İkisi de özelleştirmeci, piyasacı partilerdir. Bu anlamda bu iki partiye oy yok" bu çerçevede TKP, örgütü olan kentlerde ya aday çıkardı ya da ortak adayları destekledi.

Bu kampanya komünist partiler için en doğru bir kampanya olarak görülebilinir. Fakat Türkiye gerçeği bu değil.

Türkiye'de yaşayan insanlar, yaşam alanlarının daralmakta olduğun gördüler. Daha önce yaşadıkları gibi yaşayamayacaklarını, sakallı, takkeli, çarşaflıların yaşam alanlarına ve davranışlarına müdahale edeceklerini gördüler ve bundan alabildiğince korktular. Özellikle, yaşam alanlarını en özgürce kullanabilen insanların yaşadıkları deniz kenarlarında.

Evet CHP'de AKP'de piyasacı ve özelleştirmeci. Ama, örneğin Kılıçdaroğlu ile Topbaş ikisi de özelleştirmeci ve piyasacı derseniz doğru söylemiş olursunuz ama bu doğru hiçbir işe yaramaz. Topbaş'ın seçimi bir kez daha kazanması İstanbul için bir kabustur. Belediyeler günümüz Türkiye'sinde karanlığın yuvası, dinci hareketlerin finans merkezleri durumuna geldikleri gibi, insanların yaşam biçimlerini de yavaş yavaş olsa da değiştirmektedirler.

Bu anlamda yapılmış olan bu yerel seçimlerde, TKP her il ve ilçe örgütüne insiyatif tanıyarak, CHP veya DSP adayı, bağımsız vb. adayları destekleme veya aday çıkarma konusunda yetki vermeliydi.

Bu şekilde parti politik yaşam içinde yer bulabilir ve oylarını artırabilirdi.

TKP aday çıkarmasa nasıl bir seçim kampanyası yürütecekti? Diye soranlar için ise yanıt basit İl Genel Meclisi adaylarınla istediğin kadar kampanya yürütebilirdin. Hiçbir "sol" kesimden de tepki görmez, tersine destek görebilirdin.

Sonuç olarak:
Baykal, CHP hep şunu söyledi, "oylarını küçük partilere verme, bize ver şeriat geliyor" ilerici insanlar oylarını CHP'ye vere vere AKP'nin oyları arttı. %47'lere kadar çıktı. Ama bu genel seçimlerde idi.

Bir çok belde de, ilçede, kentte CHP veya DSP'den aday olan, Osmanlı'ya karşı, Padişahlığa karşı sayısız aday çıktı ve bir kısmı seçimleri kazandı. En azından deniz kenarlarında yaşayan insanlar yaşam alanlarının daraltılması riskinden kurtuldu. Bunun yanında, Erdoğan'ın padişah özlemi, yeni bir anayasa özlemi de şimdilik hayal oldu.

İzmir'de yine bay /bayanlar şortlarla gezebilecek, kızlar erkek arkadaşları ile elele dolaşabilecek, yine insanlar kordonda köpeklerini gezdirebilecekler.

Son söz olarak:
Eğer örneğin İstanbul'da Büyük Şehir Belediye seçimlerinde bin tane oyum olsa idi bir tanesini bile TKP'ye adayına atmazdım. Yine İstanbul'da il Genel Meclisi seçimlerinde bin tane oyum olsa bir tanesini bile CHP-DSP'ye atmaz hepsini TKP'ye atardım.

Saygılarımla.