21 Aralık 2008 Pazar

“ÖZÜR DİLİYORUM” üzerine

1- Türkler, Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Yahudiler ve diğer azınlıklar kardeş kardeş yaşarken “ilk kan”ı kim döktü?


2- Osmanlı Devlet 1. dünya savaşına katılınca, Ermenisi, Rumu hep beraber savaşa mı katıldılar, yoksa emperyalistlerden aldığı destekle bağımsızlık rüyası görmeye başlayarak Osmanlıya arkadan mı saldırdılar?


3- Osmanlı -Rus savaşında Ermeniler Rus ordusuna katılarak Osmanlıya karşı savaştılar mı? Ermenileri bağımsız devlet kurmaları için, Ruslar, İngilizler, Fransızlar ve Amerikalılar silahlandırıp Osmanlı ordusuna karşı sürmediler mi?


4- İttihak ve Terakki, sağına baktı, soluna baktı Anadolu’da Türkler neredeyse azınlıktaydı. Bunun için bir Türk devleti kurmaya karar verip Ermenileri zorunlu göçe tabi tuttular. Ne yapsaydılar? Kendilerine karşı önce Rus ordusunda sonra Fransız ordusunda görev alan Ermenilere madalya mı taksaydılar?


5- 2. dünya savaşında, ülkesini işgal eden Almanlarla işbirliği yapan Bulgar Türklerine veya yine Almanlarla işbirliği yapan Kırımlı Türklere Stalin madalya mı taktı?


6- Devamlı suçlanan İttihak ve Terakki ne yapsaydı? Bir Türk devleti kurmak yerine Ankara’da sıkışmış küçük bir azınlık toplumu olmasını kabul mu etseydi?


7- Yunanlılar İzmir’e çıktıkları zaman İzmir’de yaşayan Rumlar, Yunan ordusuna karşı insan kalkanı oluşturarak, “burası bizim ülkemiz, buraya giremezsiniz, defolup gidin” mi dediler, yoksa evlerinin balkonlarına Yunan bayrakları asarak, yollarda işgal ordularını alkışlarla mı karşıladılar? Savaşın ilerleyen günlerinde Yunan ordusuna arkadan saldırarak Anadolu’nun kurtuluşuna katkı mı sağladılar yoksa Yunan ordusuna asker mi verdiler?


8- “Hiç Rumlar Yunan ordusuna karşı savaşırlar mı?” sorusu sorarsak kardeş kardeş yaşamanın ne olduğu sorusuna açıklık getirmiş oluruz. Örneğin Amerikan Kurtuluş Savaşında İngiliz ve İrlandalıların çoğunlukta olduğu çok uluslu amerikan halkı İngilizlere karşı ulusal kurtuluş savaşı vererek bağımsızlığını kazanmadı mı?
Bunlar azınlıklara yönelik sorular. Ya peki Osmanlı Devlet ne yaptı?


Ulusal bir Türk devleti kurmak adına
1- Ermeniler zorunlu göçe tabi tutulurken daha insani koşullar sağlanamaz mıydı? Göçten önce onların evlerini, tarlalarını, dükkanlarını vb. satmalarına izin verilemez miydi? Bu sayede onların malına mülküne konmak isteyen Kürt ve Türklerin saldırılarının önüne geçilemez miydi? Tüm birikimlerini altın vs. yanına alarak göçe zorlanan Ermenilerin uzun yollarda soyulabilmesinin önüne geçilemez miydi? Bu sayede kayıplar minimuma indirilemez miydi?


2- İzmir kurtuluşundan sonra İzmir’i terk ederek Yunan ordusu ile kaçan Rumların evlerini yakarak onların evlerinin parasını istemek, evlerine geri dönmek vs. tüm emellerini yok etmek için onların evleri yakılmasa idi daha iyi olmaz mıydı?


3- Kurtuluş savaşında tamamen Türklerin yanında yer alan Kürtlere otonom vb. yönetim biçimi ile onların kendi kültür, dil, gelenek, göreneklerine saygı gösterilemez miydi? Eğer bu yapılmış olsaydı, onlar şimdi bizim en yakın dostlarımız olmaya devam etmezler miydi?


4- Osmanlı’dan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti döneminde, “Yol Vergisi”, 6-7 Eylül olayları vb. olaylar tamamen kabul edilemez olaylardır. Eğer, Türk devleti güç durumda kaldığı için zenginlerden vergi almak istiyorsa, Türk, Ermeni, Rum, Yahudi vb.den yani kökenine bakmadan ekonomik durumu iyi olan herkesten vergi alamaz mıydı? Bu olayların savunulacak herhangi bir yönü var mı? En haksız olduğumuz bu konuda neden özür dilemiyoruz?


OSMANLININ GEÇMİŞİNE KISA BİR GÖZ ATARSAK:
Osmanlı devletinin tüm gelirleri, fetihten elde edilen ganimetler, vergiler vb.den oluşuyordu. Fakat ne zaman ki batıda, Avusturya-Macaristan, doğuda Rusya devletinin sınırlarına ulaştık o zaman fetihler sona erdi. Artık devletin tek geliri fetih edilen topraklardan alınan vergilerdi.
Fetihlerin sona ermesi Osmanlı Devletinin gelişmesinin de sonu demekti. Tüm teknolojik gelişmelere kapalı olan Osmanlı Devlet 300 yıldan fazla süre 1 milyon metrekareden fazla istila topraklarını elinde tuttu, vergi almaya devam etti. Aslında Osmanlı devleti tamamen sona ermişti fakat emperyalist ülkeler kendi aralarında anlaşamadıkları için Osmanlı o toprakları elinde tutmaya devam etti. Bunda her ne kadar onların kendi aralarında anlaşamamak olsa da Osmanlının da diplomasisini de göz ardı etmemek gerekir.


Osmanlı son dönemlerinde tamamen bir çöküş süreci içinde, Avrupanın “hasta adamı” idi. Tahta bulunan padişah, “beni bugün tahtan indirecekler, kafamı kesecekler” vb. düşünceler içindeydi. Herhangi bir cephede bir başarı söz konusu olsa o paşanın “gelip padişahı düşürecek” dedikodusu ile savaş kazanan paşalar görevlerinden alınıyordu. Dünyanın sayılı donanması yapılmış, İstanbul’a gelerek padişahı görevden düşürecek korkusu ile donanma Çanakkale boğazında çürümüştü.


Devlet kişilerden bile faizle para almak durumuna gelmiş, Avrupa ülkelerine sayısız kapitülasyon ve imtiyazlar verilmişti. (Reji, Demiryolları vb.)


Ülkede tüm azınlıklar kendi vergilerini verdiği, savaşta orduya asker sağladığı sürece iç işlerinde tamamen bağımsızdılar. Osmanlı devleti güçlü olduğu sürece bu sistem iyi çalıştı. Fakat Osmanlı batılı emperyalist ülkeler tarafından paylaşılacak bir pasta konumuna düşünce, tüm azınlıklar kışkırtıldı. Sayısız ülke Osmanlı bağımlılığından kurtularak diğer emperyal devletlerin etkisi altına girdi.

Bu koşullarda İttihak ve Terakki yöneticileri güçlü bir şekilde iktidara geldiler. Bundan sonra ilk kez Osmanlı devleti bağımsız bir devlet konumuna geldi. Yabancı ülkelerin tüm ayrıcalıkları iptal edildi. Anadolu da bir Türk devletinin kurulmasının temelleri atıldı. Ulusal bir Türk devletinin temellerini atan ittihak ve Terakki Cemiyeti yöneticileri bu yüzden emperyalist odakların hedefi olmaya devam ediyor.


Osmanlıyı paylaşacak, İngiliz, Fransız, Rus anlaşmasına karşı İttihak ve Terakki zorunlu olarak Almanya yanında savaşa girdi. 1917 devriminden sonra Lenin bu emperyalist anlaşmayı açıkladı. Bu ayrı bir yazı konusu.

SONUÇ OLARAK:
Kardeş kardeş yaşayan uluslar ayrılma hakkını savunamazlar mı? Elbette her ulus ayrılma hakkına sahiptir. Yalnız bu hakkı sadece sosyalistler savunur. Ayrıca ayrılmak için ülkeye saldıran işgalcilerle işbirliği yaparak ayrı devlet kurmak isteyenlerin sonu hep hüsranla sonuçlanmıştır. Örneğin Irak Kürtleri gibi.


Hiçbir emperyalist saldırı söz konusu olmadan herhangi bir ulus ayrılmak isterse ne olur? Savaş. Örneğin Çerkesler Çar’a karşı sayısız kez ayaklanmışlar ve sonuçta büyük çoğunluğu sürülmüştür. Çerkesler de 1-1.5 milyon zorunlu göçe maruz kalmış istedikleri yerlere ancak 400-500 bini ulaşabilmiştir.


Bütün bağımsızlık savaşları hep kanlı olmuştur ve olmaya da devam ediyor. Sadece 1917 yılında iktidara gelen sosyalizm bir çok ulusun devlet kurmaları barışçı olmuş ve yine yüze yakın küçük ulusal azınlıkların, dili, gelenek, görenek ve yaşam biçimlerinin korunması ve gelişmesinin önü açılmıştır.

SON SÖZ:
Türkiye’de yaşayan herkes, dili, dini, gelenek ve görenekleri ne olursa olsun istediğini söylemekte, düşünceleri doğrultusunda, yayın yapmakta, toplantılar düzenlemekte, dernek/parti kurmakta özgür olmalıdır. Bu özgürlüğün içinde faşizmi savunmakta, Türkiye devletinin aleyhine faaliyette bulunmak ta, “demokratik rejimi” yıkmayı vb. savunmakta serbest olmalı. Tabi ki teröre başvurmadan.

Ama en önemlisi yabancı ülkelerden, para, itibar, parasız ülke gezileri, cep harçlıkları, ülke içinde ve dışında öğretim üyelikleri adı altında prestij ve maddi çıkar vb. olmasın. Eğer bir kimse ister aydın isterse başka birisi olsun düşünce özgürlüğü dışında yabancı ülkelerden, yabancı vakıflardan para alarak sipariş düşünceler ileri sürüyorsa, bunları 301’den filan değil doğrudan vatana ihanetten soruşturma geçirmesi gerekir.

ABDULLAH GÜL:
CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman, Cumhurbaşkanı Gül’ün imzacılara kapalı da olsa destek vermesi konusunda, “onun anne tarafına bakmak lazım” dedi. Kısacası A. Gül’ün anne tarafının Ermeni olduğunu ileri sürdü.


Gerçi A. Gül anne tarafının Ermeni değil, Türk ve Müslüman olduğunu açıkladı. Ama diyelim ki Ermeni olsun bu durumda Ermeni kökenli bir Cumhurbaşkanı, aile kökeni olan Ermeni kimliğini ret mi etmeli? Kesinlikle katılmıyorum. Türkiye’de hiç kimse kendisine, milletvekili, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı, müdür, şef, memur vs. seçildi veya verildi diye ulusal kökenini ret etmemeli.


Örneğin, eğer anayasada yazıldığı gibi 11. cumhurbaşkanını halk seçseydi benim oyum Kamer Genç’e olacaktı, bir çok arkadaşım gibi. Eğer 11. cumhurbaşkanı halk oylaması ile belirlense idi bugün cumhurbaşkanlığı koltuğunda Kamer Genç oturuyor olacaktı. Hem de Kürt kimliğini ret etmeden.

Bir de unutmayalım: hemen hemen hiçbir toplum kendi öz topraklarında yaşamıyor. Buna Türkler de, Yunanlılar da , Amerikalılar da, Avurupalılar da dahil.

Saygılarımla…

24 Kasım 2008 Pazartesi

Ayrılma hakkı

Her ulus birlikte yaşadığı diğer ulustan ayrılarak, bağımsız bir devlet kurma hakkına sahiptir.

Bu aynı evlilik gibidir. Her evli çiftin ayrılma hakkı vardır. Ama çiftler ayrılma hakkı olduğu gerekçesiyle ayrılmazlar.

Aynı şekilde uluslar da öyle, kendilerinin ayrılma hakkı olması onların bu hakkı kullanması anlamına gelmez.

Ama bu istenildiğini zaman kullanılabilir bir haktır.

Fakat aklı başında hiç kimse bu hakkı en son olarak kullanmaya düşünür, yani kimse, evli çiftler de, uluslar da bu hakkı bıçak kemiğe dayanmadan kullanmak istemez. Bu hakkı kullanmak her iki tarafa da kolay kolay fayda sağlamaz.

Fakat bu hak vardır ve olmalıdır.

Bu hak var diye her ulus hemen ayrılma hakkını kullanabilir mi? Elbette kullanamaz.

Ayrıca yabancı bir emperyalist devlet, başka bir ülkede iki toplumu kendi çıkarı için parçalamak isterse bu ulusların kaderini tayin hakkı mıdır?

1917 Rus devrimi sonrasını anımsayalım; Rusya’da, Ermeniler, Kafkaslar, beyaz Ruslar vb. ayrı devlet kurmak için ayaklanmışlardı. Lenin ne yaptı, “kendi kaderlerini tayin hakkına sahipler ayrılabilirler” mi dedi? Elbette emperyalist bir ülkenin, kendi dibinde gerici, saldırgan bir maşa devleti kurmalarına izin veremezdi. 3 yıl kadar iç savaş sürdü sonuçta SSCB birliğini sağladı.

Bu çerçevede Kürt sorununa bakarsak;

ABD Afganistan’dan sonra Irak’a saldırdı. Amaç sadece oradaki petrol değildi. Amaç İsrail devleti gibi, bölgenin ABD çıkarlarını savunacak ikinci bir İsrail devleti kurmak bu sayede İsrail’in yükünü azaltmak ve İsrail’i korumaktı. Bu amaçla, Irak, İran, Suriye ve Türkiye sınırlarını kapsayan büyük Kürt devleti kuracaktı. Ortalıkta dolaşan haritalar ABD’nin bu istemini ortaya döküyordu.

Fakat, 3.5 milyon suni yaptığı destansı direnişlerle ABD’nin bu politikasını şimdilik ırak çöllerine gömmüş görünüyor. Fakat Talabani ve Barzani ABD’ye hizmette kusur etmiyor.

Bunun dışında ABD/İsrail’in bir başka istemi de büyük Ermenistan devletinin kurulması idi.

Şimdi bu çerçevede Kürtlerin ayrılma hakkını savunmak tamamen ABD çıkarlarını savunmak demek değil de nedir?

Türkiye ezilen bir ulustur. Türkiye’yi AB-D, işbirlikçi Türk ve Kürt burjuvazisi tarafından ezilmekte/sömürmektedir. Aynı güçler Kürt emekçi halkını da sömürmektedir. Bunların yanında Kürt’ler kendi dilleri, gelenek görenekleri vb. nedenler de baskı altındadır. Ama bu zaten emperyalizmin böl-parçala-yönet taktiğidir.

Bu çerçevede, kurtuluş AB-D, yani emperyalistlerin kucağına oturularak bağımsız devlet kurulamayacağını baştan kabul etmek ile başlamak gerekir.

Her iki ulusun da ortak çıkarı, emperyalizmi ve Türk/Kürt yerli işbirlikçilerine karşı ortak mücadele etmekten geçer.

Şayet ABD’nin amaçladığı böylesi bir Kürt devletinin kurulması demek yıllarca sürecek bir bölge savaşının başlayacağı demektir.

Burada şu soruların da geleceğini biliyorum. Türkler neden Kürtlerin hakkını savunmuyor?

Aslında ab-d yanlılarının sahte savunmalarını bir tarafa bırakırsak, gerçekten Türkler Kürtlerin sorunlarını sırt mı çevirmiştir? Buna bakalım.

Dışarıdan bakınca sanki öyle gibi görünüyor, ama gerçekler hiç de öyle değil. Örneğin 90 yıllarda SBP, BSP kuruldu. Seçimlere girmek için belirli illerde örgütlenmek gerekiyordu. Bu partiler bu örgütlülüğü sağlayamadı. Üstelik 4 tane milletvekilleri de vardı. Neden? Çünkü Apo bu partilerinin güney doğu örgütlenmesini yasakladı. Yani bu sosyalist partiler güney doğu da üyeleri, taraftarları olmasına rağmen şube açamadılar.

Ondan öncesine de gidersek, TKP, Dev-Yol, Dev-Sol, Kurtuluş, Halkın Kurtuluşu, Doğu Devrimci Kültür Ocakları, Doğu Devrimci Kültür Dernekleri, Rızgari, ala Rizgari, Kawa, denge Kawa, Partizan vb. tüm Kürt ve Türk sol/sosyalist örgütler, doğunun MHP’si olan PKK’nın saldırısına uğrayıp, şehitler vererek bölgeyi terk etmek durumunda kaldılar.

Sonuç olarak gerçek kurtuluşa destek vermeyenler, Türkler mi yoksa ABD’nin kucağında bağımsız! Devlet peşinde koşan Kürtler mi?

Sanırım tartışılması gereken gerçek sorun bu.

Saygılarımla…

21 Kasım 2008 Cuma

Almanya da işler nasıl?

21.11.2008


Herkesin bildiği gibi Türkiye’de işler hiç de iyi değil de, acaba Almanya’da durum nasıl? Bir de ona bakalım.

Almanya mark’tan euro ya geçtiği anda enflasyon bir günde yüzde yüz artmıştır. Yani vatandaşın 2 markı 1 avro olmasına karşılık vatandaş 1 avroya ancak 1 marklık mal almak durumunda kalmıştır.


1- Almanya’da yaşam çok pahalıdır. Örneğin bir öğle yemeği 7-8 avro ya patlar. En ucuzu döner ekmektir o da 3,5 avro filandır, bir bardak sallama çay, bir şise su-soda, kahve 3.5-4 avrodur. Karpuzun kilosu (Türkiye de 25-30 kuruş iken) 2 avrodur. Almanya da kavun karpuz pahalı olduğu için ancak dilimlerle satın alınabilinir. Elma, portakal vs. de pahalı olduğu için ancak tane ile alınır. (zenginler hariç) bir duble rakı, bizim tekimiz kadardır 5 avrodur.


2- Almanya’da, emeklilik yaşı 60-65 olduğu için bir ailenin çocuğuna bakacak, yenge, teyze, anneanne, babaanne vs. yoktur. Bu yüzden çocuğa bakıcı tutmak gereklidir. O da aylık en az 300-400 avrodur. Bu nedenle insanlar çocuk yapamaz konumdadır. Doğanın kendini sürdürmek için üreme kuralı bile Almanya’da sona ermek üzeredir. Yani Almanya da doğanın en temel yasası bile sınırlarına ulaşmıştır.


3- 40-45 metrekalik bir ev 100-200 bin avrodur. Bu yüzden çalışanların tamamına yakını kiracıdır. Kiralar 400-500 avro civarındadır.


4- Bir ailede bir kişi çalışarak Türkiye deki gibi 4-5 kişiye değil iki kişiye bile bakamaz. Bir çalışan 1500 avro civarında maaş alırken, su günlerde birçok türk ve alman işsiz kaldıkları için 1000 avro işsizlik parası alırken bu rakam son aylarda 600-700 avroya düşmüştür.


5- Almanya da sosyal/politik yaşam nasıldır? Hemen hemen hiç yoktur. Çünkü bir alman, sabah saat 5-6 da kalkar, akşam 5-6 da eve gelir, 9-10 da uyur. Bakkallar çakallar 5-6 da kapanır. Büyük marketlerin kapanış saatleri 8 dir. Ancak metrolarda açık büfe bulunabilinir. Gazete ve kitabı ancak metroda filan okur. Alman proleteri için bir tek cumartesi günü vardır. Çıkar, gezer, sinema, tiyatro, toplantı vs.ye gider. Pazar gününü evde dinlenerek geçirir. Alman burjuvazisi yoğun emek sömürüsünü en yoğun olarak kullanır. Örneğin alman televizyonlarında erotik filmler ancak Cuma ve cumartesi akşamları gösterilir. Mesai günlerinde verimlerinin düşmemesi sağlanır böylece! bu 65 yaşına kadar böyle sürer


6- Almanya’da çalışma koşulları da çok kötüdür. Genellikle doğal olmayan ortamlarda çalışılır. Metrolar da karanlık labirentler gibidir.


7- Almanya sözde 16 eyaletten meydana gelmiştir. Ama bu eyaletler göstermeliktir. Tüm eyaletler tamamiyle merkezi alman militarizmine bağlıdır. Bugün Almanya da gerçekten hala iki eyalet vardır. Batı ve doğu. Alman militarizmi birleşmenin kaç yıl geçmesine karşılık doğuya yatırım yapmaz. Doğu batının zencileridir. Berlin i hiç bilmeden gezseniz bile hangi tarafın doğu hangi tarafın batı olduğunu rahatlıkla anlayabilirsiniz.


8- Almanya da basın nasıldır? Türkiye den de kötü. Almanya da iki büyük medya kuruluşu vardır. Biri Bild, diğeri de kisker (Almancam olmadığı için medya isimlerini yanlış yazdığımı biliyorum) bunlar alman şovenizmi ve alman hükümeti ile birlikte güzelce anlaşırlar. Peki bu basın kuruluşları özgür haber yapabilir mi? Ne gezer! Bir gazeteci bu basın kuruluşlarından birine işe girdiğinde önüne bir sözleşme konur. Sözleşmede işe giren gazeteci İsrail aleyhine haber yapmamayı taahhüt etmek durumunda kalır aksi halde işe giremez. Eğer işe girdikten sonra İsrail aleyhine haber yaparsa, tazminatsız filan kapı dışarı edilir. İş sadece bununla kalsa yine iyi. 11 eylül saldırılarından sonra sözleşmeye ABD aleyhine haber yapılmayacak maddesi de ilave edilmiştir. Bilmem siz böyle özgür! bir basını başka ülkelerde tanıyor musunuz?


9- İktidara gelen parti kendi iç ve dış politikasını uygular değil mi? Ne gezer orası Türkiye değil ki! Almanya’da iktidara kim gelirse gelsin ülke yönetimini alman devleti belirler. Almanya’da krallık olmadığı için bu işi kraliyet ailesi belirleyemez, hani Goobels’in propaganda bakanlığı vardı, onun şimdiki adı, alman politikasını Almanlara anlatma ve onu kabul ettirme müsteşarlığı gibi bir şey, doğrudan başbakanlığa bağlı bir müsteşarlık (bunun ismini yine almanca bilmediğim için yazamadım, Almanya’daki arkadaşlar biliyordur sanırım) şimdi bu müsteşarlık ne yapar? 100 den fazla ülkede adamları çalışmaktadır. Müsteşarlık 24 saat mesai yapar. Dünyada önemli neler olmuş, Almanya’yı ilgilendiren ne tür gelişmeler olmuş hepsi müsteşarlığı aktarılır. Müsteşarlıkta durum değerlendirilmesi yapılır. Sabah saat 5-6 gibi müsteşar gelişmelerin dosyasını eline alır bizzat başbakan ile görüşmeye gider. (diğer bir dosya da elden cumhurbaşkanına iletilir) müsteşar dünyadaki gelişmeleri bizzat başbakana anlatır ve alman devletinin tavrının ne olması gerektiğini başbakana bilgilendirir! Gerektiğinde müsteşar bakanlar kurulu toplantısında bakanları bilgilendirir!


10- Cem Özdemir aynen şunları söylemiştir, biz yeşiller partisi olarak sosyalist bir görüşümüz vardı. Fakat bugün Afganistan a asker göndermek durumunda kaldık (o zaman yeşiller partisi koalisyon ortağı idi) muhalefette iken söylediklerimizi iktidara gelince gerçekleştiremiyoruz. Bakın şimdi demokratik sol parti ( o yıllarda yeşillerini en büyük alternatifi olmuştu. Şimdi nasıl acaba) onlarda Berlinde yerel hükümette koalisyon ortağı oldular onları da göreceğiz bakalım” demişti.


Sanırım yazı uzadı,

Eğer meraklısı varsa;
1- Berlin neden tekrar başkent oldu?
2- Almanlar nasıl Yahudi soykırımını kabul etti?
3- Berlin eyaletinin sembolü olan “ayı”nın tacı ne oldu?
4- Neden her partinin bir de vakfı var?
5- Almanyada, devlet katında neden ABD karşıtlığı zirve yapıyor?
6- Almanya da sağlık hizmetleri ücretsiz mi?
7- Üçüncü kuşak olan, yeşiller partisinin gencilik örgütü yöneticisi, yarım yamalak Türkçesiyle, ben Alman değil türküm diyor?
8- Berlin de multi-kilti radyosu neyi savunuyor?

Not: Almanya olarak söz edilen Berlin ağırlıklıdır. Ayrıca bu ekonomik vb. değerlendirmeler kriz öncesi, 2002 yılı filandır.

Saygılarımla…

İsmet baytak

7 Kasım 2008 Cuma

SOL'U KİM SUSTURDU?

12 Eylül darbesi Türkiye'nin siyasi ve kültürel yapısını alt üst etti. Solcuların üstüne kabus gibi çöken 12 eylül faşist yönetimi, idamları, işkenceleri, göz altıları ile solcuların üstünden silindir gibi geçerken, halkı kandırma anlamında bazı MHP'lileri de idam etmekten, göz altına almaktan kaçınmadı.

Ama onlar göstermelikten öte gidemedi. Zaten MHP'de kısa sürede toplanarak hükümet ortağı bile oldu.

Peki solcular ne oldu? 12 Eylül'ün ağır faturası üstüne bir de reel sosyalizmin yıkılması her şeyin üstüne tuz biber ekmiş oldu.

Ama her şey bu kadar mı? Sadece solcuları hedef tahtasına koyanlar 12 Eylül'cüler mi?

Ya peki bizim, aydınlarımız, sanatçılarımız, medyamız? Onların hiçbir sucu yok mu?

Siz şimdi hemen aklınıza 2. cumhuriyetçileri getirmeyin onlar zaten bilinmeyen değil.

Solculuğun Türkiye'den tasfiyesini sağlayan daha temel unsurlar var.

Onları sıralayalım;

1- Cumhuriyet Gazetesi

Yayın yaşamında hiç solcu olmamış ve olması mümkün olmayan, 2. dünya savaşında faşist olan, Cumhuriyet Gazetesi bugün karşımıza solun temsilcisi olarak çıkıyor. Neden? 12 Eylül nedeni ile meydan boş kalmış ondan.

Biraz geçmişi anımsayalım.

12 Eylül'den önce Kimler hangi gazeteyi okuyordu?

CHP'liler Akşam ve Yeni Ortam.

TKP'liler Politika,

Dev-Yolcular Demokrat.

12 eylül rejimi bunların hepsini kapattı.

Peki 12 Eylülün en karanlık günlerinde yayınına devam eden Cumhuriyet Gazetesi neleri savunuyordu.

Başında Uğur Mumcu'nun olduğu Cumhuriyet gazetesi 12 eylül rejimini savunuyordu. Buna karşı çıkan sadece üç kişi görünüyordu.

1- İlhan Selçuk
2- Oktay Akbal
3- Şükran Soner

Bunun dışında Cumhuriyet Gazetesi 12 Eylül'ün borazanlığını yapıyordu. 12 Mart'ta sakıncalı piyade olan Mumcu'ya 12 Eylül'de koruma verilmişti.

Şimdi biraz o günlerin Cumhuriyet Gazetesi manşetlerini ve haberlerini anımsayalım.
12 Eylül'ün hemen arkasında, Uğur Mumcu'nun derlediği, "Meclisi utandıran sözler" adı altında bir yazı dizisi. Neyi anlatıyordu. Meclisin ne kadar anlamsız olduğunu, kapatılmasını hak ettiğini. (aynı Can Dündar'ın "Mustafa" filmi gibi)

12 Eylül'ün en karanlık günlerinde, "asmayalım da, besleyelim mi?" sözlerine karşılık Mumcu ne diyordu? "eee bunlar çocuk değil bu işlerin sonunda idam da olacağını bilmeleri gerekiyordu".
Ya peki Ağca için ne demişti Mumcu? Bulgar ajanı. Bulgar gizli servisinin KBG'den haberi olmadan hiçbir yapamayacağı göz önüne alınırsa, Ağca KGB ajanı.

Bizim MHP'li olarak bildiğimiz malum Ağca generallerin ve Mumcu'nun desteği ile birden olmuştu KGB ajanı.

Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Yalnız şunu bilmekte fayda var. 12 Martın sakıncalı piyadesi 12 Eylül'ün gözdesi olmuştu. Cumhuriyet Gazetesi, Selçuk yüzünden, Akbal, Soner yüzünden sayısız kez kapatılırken Mumcu yüzünden hiç kapatılmadığı gibi Mumcu'ya özel koruma da verilmişti.

Peki Mumcu neden öldürüldü? Emperyalizmde vefa duygusu yoktur. Öldürülmesi işene geldiği için öldürülmüştür.

Mumcu dışında Cumhuriyet Gazetesine devam edelim. Örneğin siz 12 Eylül'ün fırtınalı günleri sona ermiş. Güzel bir roman filan yazmışsınız bunu yayınlamak istiyorsunuz, yayınlayabilir misiniz?

Cumhuriyet Gazetesi olur verirse evet vermezse olanaksız.

Olur verirse gazetede haber olarak, köşe yazarları olarak sizden söz ederler okuyucuları sizden haberi olur. Kitabınızı alırlar.

O yıllarda Cumhuriyet Gazetesi ne uyduruk kişilerin reklamını yaparak ne ipsiz sapsız kitapların satılmasını sağlayarak, olur olmaz kişileri yazar yapmadı ki.

Diyelim ki kendi olanaklarınız ile yayınladınız. Kimin haberi olacak? Cumhuriyet Gazetesi sizden söz etmezse kimsenin.

Daha önce yayın işleri böyle miydi? Elbette hayır. Türkiye'nin birçok yazarını çizerini ülkemize kazandıran 12 eylül öncesi sol örgütleri olmuştur. Fakat 12 Eylül'den sonra ise bunlar susturulduğu için kimseye böyle olanak kalmamıştır.

Gerçi bu elbetteki salt Cumhuriyet Gazetesinin suçu değildir. Diğer tüm yayın organları da böyledir.

2 - bizim ne kadar "solcu" yazarımız, film yapımcımız, sanatçımız varsa hemen hemen hepsi (bilerek veya bilmeyerek) aynı değirmene su taşımışlardır.

Şöyle,

12 eylül öncesi ne kadar solcu varsa, eylemlere katılmış yurtsever, sosyalist, komünist varsa, ya ağır işkenceler görmüş bu nedenle kansere filan yakalanmış ya da delirmiş ya da idam edilmişlerdir. Romanlarımız, filmlerimiz vs. böyle söylüyor. Bunlar insanlarımızın, gençlerimizin politikadan uzak durması için düzenlenmiş büyük yalanlardır.

Örneğin ben, sayısız eyleme katıldım, gözaltına alındım, hemen hemen her şeyi yaptım fakat (elime silahı ancak askere gittiğim zaman aldım.) Hiç te kanser olmadım, idam edilmedim, işkenceler görmedim. Sadece 12 eylülün en sert günlerinde Ankara Emniyet Müdürlüğünde bir tek tokat yedim. Tokat atan polis te yaptığında pişman olarak daha sonra bana elinden gelen yardımı yaptı.

12 Eylül gençliği olarak biz devlete kafa tuttuk, korsan yaptık, miting yaptık, izinsiz (zaten izin vermiyorlardı) duvarlara yazı yazdık, pankart astık, kavga ettik, polise mukavemet ettik, aşık olduk, sevdik sevildik yani gençliğin verdiği dinamizmle her şeyi yaptık. Fakat okulumuz da bitirdik iş-güç, çoluk-çocuk sahibi de olduk normal bir yaşam da sürdük. Ama bu böyle yansıtılmıyor, verilen, haberlerde, filmlerde, romanlarda, "aman haaaa sol eylemlere katılmayın, işkence görür kafayı kırarsınız, kanser olursunuz, idam edilirsiniz, işkenceden, dayaklardan ölürsünüz." Deniliyor. Böyle olunca başta aileler olmak üzere gençler de politikadan uzak durmayı seçiyor.

Peki bugün sola kimler sahip çıkıyor;

Yine Cumhuriyet Gazetesi sola tamamen kapalı, AKP'nin en muhalif kanalı, Kanal Türk (Kanal Biz), ART vb. de öyle. Örneğin Kanal Biz, Latin Amerika solunu, Che'yi, Avrupa solunu, 68 kuşağını devamlı ekranlara getirirken günümüz solcularına ekranları kapalıdır.

Aslında bu yapılar CHP'nin sağ politikalarından şikayetçidirler. CHP'nin sağ politika yapmasının nedeni ülkede sol olmamasıdır. Günümüzde sol yapılar biraz canlansa dirilse CHP bu sağ politikaları savunamaz.

Tüm solcu, ulusal güçler sizin de hiç suçunuz yok mu?

Hep AKP geliyor diye CHP'ye oy vere vere AKP gelmedi mi?

Önümüzde yerel seçimler var. Haydi il genel meclisi seçimlerinde sol partilere oy verelim.
Solun sesini, bayrağını yükseltelim.

Not: sol partiler, örgütler kim? derseniz.

Hani boğazlardan Karadeniz'e ABD gemileri geçti ya, hani o zaman bu gemilere protesto gösterileri yapan örgütler var ya! Hani YÖK'ün kuruluş yıldönümünde YÖK'ü protesto eden örgütler var ya, İşte o örgütler sol. Diğerleri sol değil ABD'nin sosu. Altan kardeşler gibi, Etyen Mahcupyan gibi, Ufuk Uras gibi vs. yani medyanın sol tartışıyor diye bize lanse ettikleri var ya onlar sol değil, ABD'nin sosu.

Saygılarımla…07.11.2008

30 Ekim 2008 Perşembe

"Mustafa" filmi

Ateşi ve ihaneti gördük

Gördük, görüyoruz.

Ülkenin egemenleri, karlarını korumak adına bu laik Türkiye Cumhuriyetinin sona ermesine karar verdiler.

Siz bakmayın, muhalif medyaya, onlar da karlarını düşünüyorlar.

Ateşi ve ihaneti gördük,

Gördük görüyoruz,

“Mustafa” filminin tanıtımı yapılıyor, tüm yazılı ve görsel medyada.

Ateşi ve ihaneti gördük,

Gördük görüyoruz,

Mustafa Kemal Atatürk olmuş, “Mustafa” Can’ın asker arkadaşı sanki.

Ne olmuş, tek başına yalnız ölmüş,

Neymiş, “devrim evlatların yemiş”.

Ateşi ve ihaneti gördük,

Gördük görüyoruz,

Neymiş, “Canakkale’de ölenleri huriler bekliyormuş. “Mustafa” onları küçümsüyormuş.

Ateşi ve ihaneti gördük,

Gördük görüyoruz,

“Mustafa”nın yatacak yeri, evi yokmuş, darbe yapınca padişahların sarayında yatar olmuş

Kürtler konusu da çok ayrı. Yani tam da DTP’nin federasyon istediği anda.

Ateşi ve ihaneti gördük,

Gördük görüyoruz,

İstiklal Marşını bile, küçümsemek için elinden gelen yapılıyor.

Yani insan şiir yazar, roman yazar. Tekrar tekrar yazar sonunda, sonuçlarının iyi olduğuna karar verir, yayınlar. O şiiri o kitabı karalamak için taslaklar yayınlanmaz. Ama İstiklal Marşının taslakları, hem de “muhalif” kanalın birinde hem de büyük bir orkestra eşliğinde yayınlanıyor.

Ülke satılmış, ülkenin egemenleri karlarını kurtarmak adına bu satışa destek veriyorlar, ülkenin başında millet, ulus, bağımsızlık kavramını bilmeyenler oturuyor.

Bizler ise “Can” marifet yapmış gibi Türkcell’e boykot kampanyaları açmayı tasarlıyoruz.

30.10.2008

16 Ekim 2008 Perşembe

Marks haklı mıydı?

15.10.2008
Dünyada şimdi bir çok kişi bu soruyu soruyor. Evet Marks haklıydı ama korkmayın kapitalizm sona ermiyor.

Aslında her şey üretici güçlerin gelişimi ile ilgili, şöyle ki;

Şimdi bir kez daha Marks’ın teorisine göz atalım.

Dünya şimdiye değin şu aşamaları geçirdi.
1- İlkel komünal toplum.
2- Köleci toplum
3- Feodal toplum
4- Kapitalist/emparyalist toplum.
5- Sosyalist/komunist toplum (geçirecek)

Şimdi kısaca bu toplumların neden yok olduklarını ve yerine neden diğerlerin geldiklerine göz atalım.
1- İlkel komünal toplumlarda sınıf, köle sahibi filan yoktu. Herkes eşitti. Sadece avlanma, barınma, yiyecek bulma konusunda uzman olanların sözü dinleniyordu. O kadar. Bu topluluklar başka topluluklarla da savaşıyordu ve esir almak köle olarak çalıştırmak yoktu. Çünkü artı değer yoktu. Herkes ancak zar zor kendi karnını doyurabiliyordu.
Fakat çitler, yani tarlalar çıktı özel mülkiyet başladı. İnsanoğlu artık gelişiyordu. Üretim araçlarını geliştirmenin yolunu bulmuşlardı. Üretim araçları artık köle çalıştırmayı gerekli görüyordu. Bundan sonra artık başka kabilelerle yapılan savaşlarda ele geçirilen insanlar öldürülmüyor, karın tokluğunda üretimde kullanılıyordu. Bu uzun yıllar sürdü.

Fakat ekonomik sistem artık üretici güçlerin gelişimini engel duruma gelmişti. Çünkü köle ne kadar çalışırsa çalışsın ancak karnını doyurabiliyordu. Bu durum da onun çalışmasını engelliyordu.

Artık köleci toplum sürecini doldurmuş yerine bir sonraki toplum olan feodal topluma bırakmak zorundaydı. Bu değişim insanların öznel istemleri nedeniyle değil üretici güçlerin gelişiminin durdurması yüzündendi.

Köleci toplum egemenliğini feodal topluma bıraktı. Feodal toplumda serfler fazla üretimden pay almaya başladılar. Bu durum üretici güçlerin gelişmesine neden oldu.

Feodal toplum içinde ise kapitalist üretim ilişkileri filizlenmeye başlamıştı. Atölyeler açılıyor oraya işgücü gerekiyordu. İşgücü ise feodalların elindeydi. Yeni gelişmekte olan kapitalistlerle feodaller arasında uzun süreli bir savaş yaşandı.

Sonunda bazı ülkelerde (Amerika gibi) iç savaş yaşandı, bazı ülkelerde de burjuvazi ile feodallar anlaştı. Sonuçta kapitalistler üst yapıyı ele geçirdiler ve kapitalist alt yapı da tamamladılar.

Bilindiği gibi kapitalizmin son aşaması da tekelci devlet kapitalizmi/ emperyalizm oldu. Şimdi bu aşamayı yaşıyoruz.

Bu arada sscb gibi sosyalist denemeyi de yaşadık. Fakat bu ne yazık ki başarılı olamadı. Bazı ülkelerde denemeler sürüyor fakat bunlar emperyalist sistemi tehdit edecek durumda değiller.

Kapitalizm çökecek!

Niçin çünkü Marks böyle söylüyor. Neden?

1900 yılların başından beri biz kapitalizmin son evresi olan tekelci devlet kapitalizmi/emperyalizm sürecinde yaşıyoruz. Yani, Marks’a göre sosyalizmin bir önceki ekonomik biçimini.

Neden?

1- Emperyalizm artık üretici güçler önünde bir fren görevi yapıyor. Tekeller artık kendileri ile rekabet etmiyor. Örneğin suyla çalışan bir araba üretimi derdinde değiller. Örneğin milyarlarca lira para kazandıkları kanser hastalığı ilacını bulmak istemiyorlar.
Devam edersek, kapitalizm toplumsal emek kullanımının önüne geçmektedir. Üretimde aktif rol alabilecek milyonlarca insan üretim dışına itilmiştir çünkü.
2- bilimsel teknolojik devrim insanın mutluluğu ve refahı için harcanmaz tersine işsiz sayısını artırır.
3- Emperyalist ekonomi dev askeri bütçeleri karşılamak zorundadır. Bu bütçeler insanın gelişimi refahı için değil tam tersine insanlığı ve değerlerini yok etmeye harcanır.
4- Hisse senedi alan ve şirketlerden pay alan ortakların hiçbir şekilde üretimde rolleri yoktur. Oturduğun yerden para kazanmak sistemin en büyük açmazlarındandır.
5- Kapitalizm eşit olmayan bir şekilde gelişir. Tüm dünya savaşları kapitalizmin eşit olmayan gelişme yasalarından çıkmıştır. Gelişen Alman ekonomisi yeni Pazar bulmak için savaşmak durumunda kalmıştır.
Bugün günümüzde ABD-AB-Japonya gibi gelişmiş ülkeleri Çin, Rusya, Hindistan gibi ülkeler tehdit etmekte ve 3-5 yıl sonra onların ekonomilerini geçecekleri sinyalleri vermektedir. Bu durum da büyük olasılıkla yeni bir paylaşım savaşına yol açabilecektir.

Kapitalizm yıkılmaz!

Evet Marks’a göre kapitalizm tüm bu nedenlerle yıkılmaz. Hiçbir kapitalist bu gerekçelerle kapitalizmin yıkılarak yerine sosyalizm/komünizm geleceği korkusuna kapılmasın. Bu krizlerde hiçbir büyük şirket batmaz. Güçlü olmayan şirketler batar, kriz çalışan kesime, orta kesime çıkar milyonlarca insan işsiz kalır, aç kalır binlerce küçük ve orta boy işletme batar fakat kapitalizm egemenliğine devam eder.

Yaşıyoruz, devletler ne yapıyor, “bırakınız batsınlar” demiyor. Para verip şirketleri kurtarıyorlar. Kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? “ABD 800 milyar dolar verdi, borsa rahatladı” filan. Evet tüm ülkelerde böyle oluyor. Peki verilen bu paralar kimin? halkın sosyal güvencesi, evi, suyu, elektriği, çocuklarının geleceği vb. nedenlerle harcanması gereken para uçuyor. Halk neden tepki göstermiyor? Çünkü örgütsüz, örgütsüz olduğu için de kapitalizm için bir tehlike yok.

Kapitalizm için neden bir tehlike yok, neden kapitalizm yerini diğer toplumlar gibi bir sonraki topluma bırakmıyor?

Önceki tüm toplumlarda üretim ilişkileri bir önceki toplumun içinde gelişti ve bir aşamaya geldiği zaman önceki toplumu yıktı, yenisini kurdu. Fakat kapitalist toplumda üretim ilişkileri sosyalist üretim ilişkilerini içinde barındırmıyor. Siz bakmayın devletin bankalara, şirketlere el koymasına. Zaten panik de buradan başlıyor ya. Devlet onları yarın tekrar burjuvaziye peşkeş çekecek halkın parası burjuvazinin eline geçecek halk daha ağır faturalar ödemek zorunda kalacaktır.

Sonuç olarak, kapitalist ekonomi içinde sosyalist üretim ilişkileri gelişmediği için kapitalizm kendi kendine yok olup yerini komünizme bırakmayacaktır. Komünizmin gelmesi için nesnel koşulların oluşması yetmez. Öznel koşulların da oluşması gerekir.

Kısaca;

Emekçi katmanlar, “biz en kötü koşullarda yaşarken onlar lüks içinde yaşadılar. Şimdi siz bizim paramızla onları kurtarmak istiyorsunuz. Biz buna izin vermiyoruz” demedikçe kapitalizm egemen olmaya devam edecektir.

Saygılarımla…

26 Ocak 2008 Cumartesi

DERİN DEVLET

Son günlerde ülke kamuoyunun gündemine oturan “Ergenekon Çetesi” operasyonunu ile bir taşla birkaç kuş vurulmak isteniyor.

AKP’ye yakın köşe yazarlarına göre;

ABD ile, PKK konusunda olduğu gibi bir işbirliği yapıldı ve işbirliği sonucu Türkiye’de ki Gladyo artık açığa çıkarılıp yok edilecek (Fehmi Koru)

Öncelikle, ABD ile PKK konusunda ne gibi gizli işbirliği yapıldı bilinmiyor.

Türkiye’de Gladyo örgütlenmesi vardır. Bu başbakan Ecevit tarafından bile itiraf edilmiştir.
Gladyo veya diğer adıyla “Gizli Nato”, soğuk savaş yıllarında, tüm Nato üyesi ülkelerde, olası bir Sovyet işgaline karşı sivil direniş örgütlemek amacıyla kurulmuş ve tüm giderleri NATO (siz onu ABD olarak okuyunuz) tarafından karşılanmıştır.

Fakat bu gizli yapılanma, sosyalist sisteme karşı hiçbir eylem yapmamıştır. Gizli Nato’nun eylem alanları sadece kendi ülke içinde olmuş, ABD karşıtı, aydınları, sanatçıları, politikacıları hedef almıştır.

Ülkemizde işlenen tüm politik cinayetlerin arkasında, Maraş, Çorum, 1 Mayıs vb. cinayet ve katliamların arkasında hep bu gizli Nato olmuştur.

Soğuk savaşın sona ermesi ve sosyalist sistemin dağılmasından sonra bir çok Nato üyesi devlet bu Gladyo’nun üzerine gitmiş şöyle veya böyle onu önemli ölçüde dağıtmışlardır.

Fakat ne yazık ki ülkemizde Gladyo’nun üzerine hiç gidilmemiş ve gizli Nato tüm gücünü korumuş ve korumaktadır.

Son günlerde gündeme gelen Ergenekon operasyonu ile bu “Derin Nato”nun açığa çıktığını ve artık ülkemizin de demokratikleşeceğini, hukukun dışında bir yapının kalmayacağı ileri sürülüyor.

Son operasyonda gözaltına alınanlara baktığımızda ise, bir tek general hariç diğerlerinin ciddiye alınabilecek bir kariyer ve konumlarının olmadığı görülüyor.

Bu gözaltına alınan, çete diye kamuoyuna sunulanlar olsa olsa ancak derin devletin taşeronları olabilir, tetikçileri olabilir.

Bu örgüt sözüm ona siyasi cinayetler işleyerek ordunun darbe yapması için ortam hazırlıyormuş. (Bülent Orakoğlu)

Kamuoyuna açıklananlara göre bunlar, Dink cinayeti, Cumhuriyet Gazetesine bomba atma olayı, Rahip cinayet, Malatya katliamı vb. yapmışlar.

Sadece Dink cinayeti olayına baksak bile söylenenlerin gerçek olmadığını görmemize yeter. Dink cinayetinde her şey aslında çok açık görülüyor, cinayetin işleneceği çok önceden defalarca kez ihbar ediliyor, jandarma ve polis ile fotoğraflar çekiliyor, silah biliniyor vb. bunların hiçbirisi gözaltında değil.
Egemen güçler son zamanlarda işlenen siyasi cinayetleri bunların üstüne yıkarak, gerçek katilleri (Gladyo’yu) gizlemiş olacakları gibi milliyetçiliği/ ulusalcılığı katillikle, cuntacılıkla bir tutmuş olacaklar ve insanlar kendilerini ulusalcı/milliyetçi olarak tanımlamaktan utanır olacak.

TÜRKİYE’DE SİYASİ CİNAYETLERİN AMACI NE?

Ülkemizde 80 öncesi başlayan ve günümüze kadar uzanan tüm siyasi cinayetlerin arkasında Gladyo vardır.

ABD, 1980 öncesi siyasi cinayetleri, 12 Eylül darbesini gerçekleştirebilmek için ve bu süreci engelleyebilecek/ geçiktirebilecek kişileri ortadan kaldırmak amacıyla yapmıştır.

Peki günümüzdeki siyasi cinayetler ne için yapılıyor? Türkiye’yi ılımlı İslam devleti yapabilmek için. Her siyasi cinayet AKP’ye artı yazıyor.

Ve ne yazık ki ABD bu hedefe adım adım yaklaşıyor.

Ergenekon operasyonunda göz altına alınanlar ve yaptıkları her eylem ABD’nin ılımlı İslam projesine hizmet ediyor, etmeye de devam ediyor.

Bunun doğru olmadığını söyleyenler, AKP ve Türkiye’nin konumuna bakmalarını öneririm.

Erdoğan, MHP desteği ile anayasayı değiştirebilecek konumda. Cumhurbaşkanı Gül, YÖK Başkanı onlardan. Türban’ın serbestliği sağlanmaya çalışılıyor. Devlet kadrolarını ele geçirmiş durumdalar vb.

Adım adım ılımlı islama yaklaşıyoruz.

SONUÇ OLARAK:

Göz altına alınanlar Gladyo’nun arka kapısına bile yaklaşamazlar. Onlar olsa olsa ancak Gladyo’ya tetikçi, taşeron olabilirler.

Gladyo ABD yapımıdır ve ABD’nin kendi yapısını ortadan kaldırmayı düşünmek bile saflıktır.

Kimliklerinin önüne milletçi sıfatı konarak milliyetçi olunamaz. Öyle olsa idi bir ABD yapımı olan MHP’de, BBP’de milliyetçi olurdu.

12 Eylül’den önce Gladyo tetikçilerini MHP tabanından sağlardı.

Şimdi de BBP tabanı ve kendilerine milliyetçi yaftası yapıştıranlardan sağlıyor.

Ayrıca zaman zaman da ABD hizbullah/el kaide gibi dinci yapıları kullanıyor.

Kendine milliyetçi/ulusalcı tanımlar yakıştıranlar bilerek veya bilmeyerek, ABD’nin ılımlı İslam modeline hizmet ediyor. Bazıları da milliyetçilik/ulusalcılık adına, bu tür yapılara destek vererek sonuçta ayni değirmene su taşıyor.


Bu hükümet varlığını ABD desteğine bağlı olduğunu bildiği için Gladyo’ya karşı kılını bile kıpırtadamaz. Bırakın kıpırdamayı, aklından bile geçiremez.

Saygılarımla…

İsmet Baytak

22 Ocak 2008 Salı

BİRİLERİ AMERİKA’YI KANDIRIYOR MU?

21.01.2008


11 Eylül* saldırıları oldu. Amerika kurulduğu tarihten itibaren ilk kez şiddeti kendi toprakları içinde gördü.

Tarih 11 Eylül, uçaklar ikiz kulelere dalıyor. Herkes büyük bir şaşkınlık içinde kaçışıyor. Büyük bir panik.

Canlı yayında dehşet saldırıları izliyoruz.

Türk kanalları ABD kanallarına bağlanıyor. Kanallarda 2 bin uçağın havada olmasından, ABD başkanının saldırılara karşı uçakta, havada olduğundan söz ediliyor.

Verilen canlı yayınlara göre birileri çıkıp ABD’den teslim olmalarını istese ABD teslim olacak gibi görünüyor.

İkiz kulelerde yangın, yangın nedeniyle kendine bilmem kaçıncı kattan atanlar ve arkasından ikiz kulelerin yıkılış canlı yayında izleniyor.

Bu görüntüleri izlerken saldırıları Usame Bin Laden’in yaptığı söyleniyor.

Amerika şokta!

Birkaç Arap ülkesinin sevinç gösterileri dışında tüm dünya ülkeleri ABD’nin yanında olduğu açıklamalarını yapıyor.

ABD yaralı bir ayı/domuz gibi saldıracak ülke arıyor. Saldırıyı kim yapmıştı. Laden. Nerede Afganistan’da.

Sovyetler birliği yanlısı, Afganistan devrimci askeri darbesinden sonra ABD, karşı devrimcileri, Pakistan ile birlikte örgütlemiş, Laden ve Taliban’ı Afgan devrimci güçlerinin üstüne saldırtmıştı.

Gelişmeler üzerine SSCB Afganistan’a asker göndermiş ve ABD ve batının desteklediği gerici/şeriatçı güçlere karşı savaşmıştı.

SSCB’de reel sosyalizm sona erdikten sonra devrimci Afgan yönetimi bir süre daha ayakta kalabilmiş ve sonuçta Taliban’ın denetimine girmişti.

ABD, 11 Eylül saldırılarının sorumluluğu işte bu kendi örgütlediği yapıların üzerine çevirdi.

ABD Devlet Başkanı Bush, “terörizme karşı ya benim yanımdasınız, ya da bize karşısınız” diyerek tüm dünyaya meydan okudu. Tüm devletler ABD’ye bağlılık yemini etti.

ABD sonuçta Afganistan’a saldırdı. Aslında Afganistan işgalinin kanlı ve uzun süreceği beklenirken işgal süreci kısa sürdü.

Zafer sarhoşluğunu bir süre sonra üzerinden atan ABD gerçekleri görmeye başladı.

Büyük bir terör saldırısı ile karşı karşı kalmış, karşılığında Afganistan gibi hiçbir getirisi olmayan, dünyanın en yoksul ülkesini işgal etmişti.

İşte o zaman ABD’li yetkililer düşünmeye başladı.

Afganistan’da ne yapacağız?

Aslında yapacakları hiçbir şey yoktu. Sadece Kabil’i kontrol ediyorlar, uyuşturucu trafiğine bile engel olamıyorlardı.

İşte o zaman kandırıldıklarını anladılar.

Birileri kendilerine terör saldırısında bulunmuş, sorumlusunu dinci terör demiş ve Afganistan’a yönlendirmişlerdi.

Sonuçta ellerinde sadece İslami terör söylemi kalmıştı.

Aslında 11 Eylül ertesi günlerde ABD istediği her şeyi yapmakta serbestti. Çünkü terör mağduru idi ve tüm ülkeler ABD yapacağı her şeyi hoş göreceklerini söylemişlerdi.

ABD’nin gerçekleri anlaması yaklaşık üç yılı bulmuştu. Bu üç yıl boyunca Rusya ekonomisini toparlamış, Çin gelişimine devam ediyordu.

11 Eylül terör saldırılarında ABD, stratejik öneme sahip denilerek kandırılmış ve hiçbir özelliği olmayan, doğal kaynakları olmayan ve denetimi askeri anlamda mümkün olmayan Afganistan üzerine saldırılmıştı.

Bu gerçeği anlayıncaya kadar ABD’nin haklılığı unutulmuş, diğer ülkeler kendilerini biraz da olsa toplamıştı.

Fakat ABD dünyada gelmiş geçmiş tüm ülkelerin en gelişmiş, modern ordusuna sahipti ve kimse ona açıkça karşı çıkamıyordu.

11 Eylül saldırılarında ve boşuna işgal edilen Afganistan’dan sonra bu sefer kendisine Irak ikram edildi. Irak’ta petrol de vardı üstelik. Dış ticaret/ savaş açıklarını Irak petrolü ile karşılayabilirdi.

ABD elinde 23 ülke sınırlarını değiştiren bir harita ile orta-Doğuya yöneldi.

Bu kez de bildiğimiz gibi Irak’a saldırdı. Irak savaşı çok kısa sürdü. Birkaç ay sonra ABD tankları Bağdat’a girmişti.

Aslında Saddam, ABD savaş gücü karşısında tutunamayacağını bildiği için uzun dönemli direniş yapılanması kurmuştu.

Bu kimin umurunda idi işte Irak’ta kolayca işgal edilmişti. ABD memnundu.

Fakat günler geçiyor Irak’ta direniş güçleniyordu.

ABD bir kez daha kandırılmıştı.

Yenilemez denilen, dünyanın en güçlü savaş mekanizması Irak’ta patinaj yapıyordu.

ABD IRAK SAVAŞINI YİTİRDİ

Bir çok kişi Irak’ta direnişin sürmesine karşılık ABD’nin Irak’ta olduğunu, petrollerini sınırlı da olsa sattığını, ölen asker sayısının ABD için önemli olmadığı söylüyorlar.

Bu açıdan bakılınca doğru gibi görünse de, ABD’nin karşısında hiçbir güçün duramayacağı imajı Irak kumlarına gömülmüştür. 3,5-4 milyon suni ABD’nin dünya egemenliğini sona erdirmiştir.

ABD’nin elindeki BOP haritası artık bir komedi malzemesi olmuştu. İran, dünya siyasetinde ABD ile gırgır geçer konumuna geldi.

Şimdi ne oluyor? ABD hala dünyanın en gelişmiş ordusunu elinde tutuyor ve Irak ateşini genişletmek istiyor. İran hala gündemde kalsa da yine birileri ABD’yi aldatarak Pakistan’a yöneltiyor.

Afganistan’da denetimi sağlayamayan ABD bir de Pakistan’a girerse tam bir çıkmaz içine girmiş olacak. Belki de olası bu savaş ABD imparatorluğunun sonunu getirecek.

Gelişmeleri birlikte izlemeye devam ediyoruz.

Saygılarımla…

11 Eylül saldırısını kim yaptı?

1- bin Laden yapmadı. Çünkü onun kapasitesi buna uygun değil. Laden eç güçlü silahı keleş sanıyor hala.

2-Rusya ve eski sosyalist ülkeler yapmadı. Çünkü ekonomileri yeni yeni düzelmeye başlamıştı. Böyle bir girişimi yapma şansları olmadığı gibi ABD savunma sistemlerini de bilmiyorlar.

Kim yaptı?

1- ABD-İsrail derin devleti

2- Batılı ülke gizli servisleri

3- Batılı ülke gizli servisleri artı ABD/İsrail gizli servisleri

21.01.2008

21 Ocak 2008 Pazartesi

SÜPER GÜÇ!

1 EKİM 2001

11 Eylül gününe kadar ABD'nin süper güç olduğu konusunda hiç kimsenin kuşkusu yoktu. Fakat 11 Eylül saldırısı sonrası ABD'nin süperliği tartışma konusu olmaya başladı.

Milyarlarca dolarlık silah teknolojisi, dünyanın en büyük haber alma örgütleri 11 Eylül saldırılarını engelleyemedi. Bu durum ABD'nin süperliği konusunda insanların kafalarında soru işaretleri oluşmasına yol açtı.

ABD militaristleri, saldırının nedenlerini ve saldırganların kimler olduğunu belirlemek yerine, bu saldırıyı gerekçe olarak görüp, gittikçe zayıflamakta olduğu, Afganistan-Pakistan, orta doğu gibi bölgelerde egemenliğini pekiştirme yolunu seçti. 11 Eylül saldırısında mağdur duruma düşen ABD'nin artık istediği yere saldırmak için mazereti vardı.

Bu çerçevede, ABD bol bol saldırı açıklamalarında bulunurken, Afganistan çevresine de büyük bir askeri yığınak yapıyorlardı. ABD'nin saldırgan felsefesi kendi çıkarları açısından oldukça mantıklıydı. Fakat mantıksız olanı bu saldırının nasıl başarılı olacağıydı.

Körfez savaşı sırasında, sosyalist sistem dağılmış, Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin yıkılışının ekonomik sorunları içinde bocalıyordu. ABD o boşlukta dünyanın tek süper gücü olmuştu. Fakat aradan geçen yıllar içinde Rus ekonomisi toparlandı. Çin ekonomisi süper bir gelişme gösterdi. Her iki ülkede muazzam bir askeri güce sahip. Öte yandan Almanya'nın birleşmesi genişleme politikalarının yeniden gündeme getirdi. Almanya günümüzde Orta doğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Asya'da büyük bir etki alanına sahip oldu.

90'lı yılların koşullarının olmadığı günümüzde, ABD, İngiltere ve İsrail dünyada, askeri olarak yalnız kaldı. Bu ittifaka Türkiye'yi de sokma çabaları sürüyor.
Afganistan'ın coğrafi yapısı ve savaşkan geleneği, Pakistan'daki ABD karşıtı gösteriler, İslam ülkelerinde İsrail-ABD ittifakına duyulan öfke, ABD'nin saldırı planlarını hergün ertelemesine neden oluyor.

İlk defa olarak ABD bir Afganistan savaşından galip gelemeyeceği seçeneğini de düşünmeye başladı. Olası bir başarısızlık ABD'yi orta doğu da dahil tüm bölgeden dışlayabilecek. Bu durumda ABD ekonomisinin can damarı olan silah ve otomotiv sanayi ile petrol şirketlerinin ağır bir darbe almış olacak.

Bu yüzden ABD, kendi kamuoyunu rahatlatmak için bazı taktikler dışında, uzun dönemde daha ince savaş taktikleri üzerinde duruyor. Fakat bunların da başarı şansı tartışma konusu.

Sonuç olarak 11 Eylül sabahına kadar süper güç olan ABD şimdi artık bunu yeniden kanıtlamak durumunda.

1 EKİM 2001

11 EYLÜL VE SONRASI

24 EYLÜL 2001

11 Eylül sabahı ABD büyük bir terör saldırısı ile karşı karşıya kaldı. Dünyanın en büyük haber alma örgütlerini atlatan teröristler ikiz kuleler ile Pentogan Binasına yaptığı saldırılarla ABD'yi şoke ettiler. Saldırının boyutunu bile bilemeyen ABD Başkanı korkudan köşe bucak kaçarken, New York ve Washigton yerel yöneticileri kentlerini boşaltma girişiminde bile bulundular.

Dünyanın süper gücü, kendi ülke sınırları içinde büyük bir saldırı ile karşılaşıyor, şaşırıyor, korkuyor, panik halinde kaçıyor. Milyarlarca dolar harcadıkları savunma-saldırı mekanizmaları hiçbir işe yaramıyor. Ölümü göze almış kararlı bir avuç insan, süperliği de, teknoloji de, milyarlarca doları da yerle bir ediyor.

Saldırı için iki hedef seçiliyor: Dünya Ticaret Örgütü Binası ve ABD Genel Kurmay Başkanlığının da olduğu Savunma Bakanlığı Binası.

Tüm dünyadaki eşitsiz gelir dağılımının, açlığın, yoksulluğun, sömürünün, işsizliğin üssü, İkiz Kuleler ve Pentagon. İkiz Kulelerde ekonomik kurmaylar, pentagon da ise ekonomik kurmayların hizmetinde olan askeri kurmaylar yer alıyor.

Saldırıyı kim yaptı?

Henüz saldırı sürerken medya saldırıyı yapanların 'İslami terör örgütleri'nin olduğunu açıkladı. Arkasında da Usame Bin Laden vardı.

ABD Laden için 'ölü veya diri' yakalama emri verdi. Afganistan sınırına yığınak yapmaya da devam ediyor.

Saldırının hazırlığı ve biçimine bakılırsa, eylemin uzun bir süreçte hazırlandığı ve bu süreç içinde hiçbir batılı haber alma kaynaklarının bilgi sahibi olmadığı anlaşılıyor ve saldırıda en son teknolojinin de kullanılmış olması saldırının arkasında gelişmiş batılı insanların olduğunu gösteriyor.

Bu saldırının arkasında, ABD'ye gözdağı vermek isteyen ya güçlü bir devlet var ya da 'Yeni Dünya Düzeni'ne karşı çıkan batılı bir terör örgütü var.

ABD bugüne kadar yaptığı araştırmalarda elbette saldırının arkasında kimler olduğunu öğrenmiş durumda. Gerçek saldırgandan intikam almayı geri ve uzun plana iterken, kendi gücünün şiddetini göstermek ve İslam ülkeleri üzerinde yitirmekte olduğu otoritesini yeniden sağlamak için Afganistan'a yöneliyor.

Nükleer silah sahibi Rusya, Pakistan, Hindistan gibi güçlü ülkelerin bölgelerindeki etki alanlarının genişlemesini engellemek isteyen ABD, Afganistan'a uzun süreli yerleşme hazırlıkları yapıyor.

11 Eylül saldırısının ABD'nin işine yarayacağını, bunu fırsat bilen ABD'nin dünyanın bir çok bölgesini kan gölünü çevirerek, daha sert militarist bir dünya düzeni kuracağını ileri sürenler de var. ABD'nin bunu yapmak isteyeceği çok açık. Fakat, dünya güçler dengesi 1990'lı yıllardaki gibi değil. Saldırının şoku üzerideyken bütün büyük ülkeler ABD'nin yanında olduğunu açıklaması ve üzüntülerini paylaşması hiç de gerçekçi değil. ABD'nin olası saldırılarına aykırı sesler yakında başlayacak ve herşey sanıldığı gibi hiç de kolay olmayacaktır. ABD saldırısının gecikmesindeki nedenlerden birisi de budur.

ABD'nin, gözdağı için seçtiği Afganistan, hem kendisi için hem de bölge insanı için cehennem olmaya aday bir coğrafyadır.

Sonuç olarak, 11 Eylül saldırısı ile süperliği tartışma konusu olan ABD'nin bunu yeniden kazanması için vereceği mücadelenin hiç de kolay geçmeyeceği acıktır.

24 EYLÜL 2001.

Amerikan açmazı

29 EKİM 2001

11 Eylül'de ABD'nin askeri ve ekonomik üslerine yapılan saldırıdan sonra, ABD'nin büyük bir intikam duygusuyla ve ne kadar güçlü olduğunu kanıtlamak amacıyla, büyük bir karşı saldırıya geçeceği herkes tarafından biliniyordu.

Bazı uzmanlar, 11 Eylül saldırısının ABD'nin çıkarlarına hizmet ettiğini, saldırıyı CİA ve FBİ'ın bildiği halde engellemediğini söylüyorlar. Yine aynı uzmanlar, bu saldırı sonucu, ABD halkını ve dünya kamuoyunu arkasına alan ABD, dünyada kendi çizgisini izlemeyen tüm ülkelere yönelik büyük bir askeri operasyon düzenleyeceği, dünyada insan hak ve özgürlüklerin budanacağı, ABD merkezli militarist bir yeni düzenin kurulacağını ileri sürmeye başladılar. Görünüşe göre tüm NATO ülkeleri, diğer gelişmiş ülkeler hatta Çin, Rusya, Hindistan bile ABD'yi destekliyordu.

Hedefte görülen ülkeler ise, Afganistan, Irak, Suriye, Sudan, Libya vb. ülkelerdi.

ABD içlerinde en zayıf, en geri ülke olan Afganistan'a saldırmaya başladı. Fakat günler geçtikçe, ABD'nin dünyada yeni bir düzen kurmasının hiç de kolay olamayacağı görülmeye başlandı. Kara operasyonu olmadan yapılan saldırıların, Taleban'ı güçlendirmekten öte gitmediğini, ölen, yaralanan ve yerlerinden edilen sivillerin sayılarının arttıkça dünya kamuoyunun ABD aleyhine dönmeye başladığı da görüldü. İslam ülkelerinde ise topyekün bir ABD düşmanlığı başlıyordu.

Kara harekatının ilk denemesinde hezimete uğrayan ABD ise arkasında İngiltere hariç hiçbir ülkenin olmadığını gördü. Gelişmiş her ülke Afganistan konusunda ABD istemleri dışında gelişmeleri önerdi.

Kara harekatına sadece İngiltere'nin, o da sınırlı sayıda destek vereceği, içinde Türkiye'de dahil olduğu diğer ülkelerin ise desteklerinin sadece sözde kaldığı da ortaya çıktı.

Coğrafi konumu ve gerilla savaşındaki yatkınlığı nedeniyle istilası zor olan Afganistan'da ABD'nin yeni bir yönetim oluşturması açmaza doğru sürükleniyor. ABD'nin Afganistan'a ancak yüzbinlerce askerle girebileceği gerçeği ve savaşın yeni bir Vietnam'a dönüşebileceği riski ABD'yi yeni arayışlara yöneltiyor.

ABD'nin kendi içinde de olmak üzere savaş karşıtlarının seslerini yükseltmeye başladığı günümüzde, ne pastanın paylaşılacağı masa, ne sınırların yeniden çizileceği harita ve ne de yeni bir militarist bir ABD hegemonyasının olacağı bir dünya ufukta görülmüyor.

29 EKİM 2001

İKTİDAR

30 NİSAN 2001

Eğer bir ülkede;

1- Yönetenler, iktidarı eskisi gibi yönetemiyorsa,

2- Yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyorsa ve yoksullukları olağanüstü artmışsa,

3- Bunlara bağlı olarak yığınsal gösterilerde büyük bir patlama yaşanıyorsa,

O ülkede ağır bir krizin neden olduğu bunalım yaşanıyor demektir. Bu durumda o ülkede iktidar -ekonomik ve siyasi- sallantıda demektir.

Türkiye işte böylesi bir durumu yaşıyor. Ülkeyi, holdingler ve onların siyasi kadroları, basın ve devletin bileşenleri yönetiyor. Var olan bu iktidardaki yapı bugün ülkeyi yönetemez duruma düşmüştür.

Yönetilenler ise, böyle yönetilmek istemiyor. Kendilerini yönetenlere güvenmiyor. Krizin neden olduğu ekonomik faturayı artık karşılayabilecek durumda değiller ve bir şeyler yapabilmek için sokaklara dökülüyor, değişik eylem yapıyorlar.

Yönetilenler artık kendilerinin de nasıl olacağını tam olarak bilemediği yeni bir iktidar istiyorlar.

İçinde yaşadığımız bu kriz durumu şöyle bir seyir izleyebilir:

1- Yönetenler, sorunu çözeceğine halkı inandırmak için Kemal Derviş gibi birini kurtarıcı ilan ederler ve kitle eylemlerinde göreceli bir düşüş yaşanır. Fakat uygulanan ekonomik program yönetilenleri daha da yoksullaştıracağı için yavaşlama eğilimi gösteren kitle eylemlerinde olağanüstü bir patlama yaşanır.

2- Yönetenler iktidarlarını yitirmemek için kenetlenir ve gerektiğinde şiddet kullanır. Her türlü gösteri ve yürüyüşler, eylem ve iş bırakmalar yasaklanır ve yasağa uymayanlar ağır bir şekilde cezalandırılır. Böylece ağır fatura tamamen halk kesimlerine kesilerek bunalımdan çıkılabilir. Fakat bu yöntemin, halk hareketlerinin olağanüstü arttığı koşullarda başarı şansı yok denecek kadar azdır.

3- İktidara yeni bileşenler katılır. İktidarın içinde yer almayan bazı holding ve ekonomik yapılar var olan egemenlerle işbirliği yaparlar. Bu yeni ekonomik yapılar Türkiye'de "İslami Sermaye", "Anadolu Sermayesi" ve KOBİ'ler biçiminde mevcuttur. Bu yeni iktidar bileşeni halk için birkaç reform yaparak kitle eylemlerini en aza indirip ekonomide belirli bir rahatlamayı getirebilirler.

4- İktidardaki yapı egemenliğini paylaşmak istemez. Ekonomik krizi çözemez ve uyguladığı şiddetle de sonuç alamazsa ülkenin iktidarı el değiştirecek demektir. Yeni yapı sonuçta ABD ve AB ile uzlaşma yolu arayacak başaramazsa onlarla da çatışma içine girecektir.

5- Ülke içindeki bu ekonomik durum sosyalist bir yönetim için en uygun objektif durumdur. Fakat ülke içindeki sosyalist yapıların ideolojik ve örgütsel kimlikleri çok cılız olduğu için bu seçeneğin gerçekleşme şansı oldukça azdır. Fakat bu kriz durumunun takviminin uzaması sonucu bu süreç içindeki şimdiden kestirilemeyen yeni gelişmeler de yaşanabileceği göz önüne alınmalıdır.
6-
Sonuç olarak ülke büyük bir ekonomik kriz yaşamakta ve halk yığınları krizin faturasını ödemek durumundadırlar. Halkın artık fatura ödeyecek durumu da kalmamıştır. Yığınlar artık sessiz kalmak istememektedirler. Ülke egemenleri çıkış olarak Kemal Derviş'i ABD'den transfer etmiş ve kurtarıcı olarak halka sunmuştur. Derviş'in hazırladığı ekonomik program ve çıkmasını istediği yasalar, ülke bağımsızlığını yok sayarak krizin faturasını halka daha ağır bir şekilde yüklemek olduğu anlaşılmıştır.

Bu kriz aşılmalıdır ve aşılacaktır. Toplum bilimi çok hareketli ve çeşitlidir. Yukarıda öngörülmeyen daha değişik sonuçlarla da kriz aşılabilir. Ama ne olursa olsun iktidardaki yapı eski yöntemleriyle artık iktidarı sürdüremeyecektir.

30 NİSAN 2001

19 Ocak 2008 Cumartesi

YÖNETENLER VE YÖNETİLENLER

6 Temmuz 1998

Türkiye ciddi bir kriz içinde kıvranıyor. Ülkeyi yönetenler eskisi gibi yönetemezken, yönetilenler de artık böyle yönetilmek istemiyor. Politikanın tamamen kirlendiği politikacıların yeniden seçilmek için çevirmediği dolapların, değiştirmediği partilerin kalmadığı günümüzde, TBMM halkın güvenini yitirmiş durumda. Halk bu politikacılarla artık hiçbir şeyin olamayacağını iyi biliyor. Sadece kendi işini yaptırmak için onların arkasından koşturuyor. İş takipçilerinin %95'şi de hayal kırıklığına uğrayarak TBMM'ye daha çok kızıyor.

Marksizme göre herşey devrim koşullarının altyapısına uyuyor. Bu nesnel gerçeklere göre sanki devrim kapımızda. Fakat gerçek hiçte öyle değil. Hükümet ekonominin %50'sinden fazlasını denetleyemiyor. Böyle olunca, hükümet halkın üretim potansiyelinin önemli bir bölümünü vergilendiremiyor, alış-verişlerde %15 alış-veriş haracını alamıyor. Bu anlamda birçok sektörde üretilen ve hükümet tarafından denetlenemeyen mallar piyasada oldukça ucuza satışa sunuluyor. Bu anlamda hükümetin körüklediği pahalılık-enflasyon bir anlamda halka ulaşamıyor.

Hükümet 'vergi reformu', 'sigorta reformu' adı altında, ve düşük ücret artışlarıyla var olan ekonomik bunalımın faturasını dar ve orta gelirlinin üstüne yıkmaya çalışıyor.

Hükümet ekonominin tamamını denetlemesi durumunda, elde edilen vergi gelirlerinin daha fazla savaş ekonomisine ve 'teşvik primleri' gideceği bilinmeyen bir gerçek değil. Bu durumda vatandaşın, pazardan aldığı en temel gıda maddelerinin bile fiyatının 2-3 katına çıkacağı da bir gerçek.

Tüm bunları hükümet yapamadığı için ülkemizde bir 'devrimci durum' yaşanmıyor.

Fakat burjuvazi birçok yönden TBMM'den şikayetçi. TUSİAD'ın yayın organlarında çıkan haber ve yorumların bir çoğu radikal sol'u bile geride bırakıyor. Bu anlamda ülke yönetiminde ciddi bir revizyon talepleri var.

Türkiye Cumhuriyetinde Osmanlıdan gelen bir gelenek var; ülkenin çıkarlarını en iyi devlet bilir. Devlet bu çıkarların korunmasını ve geliştirilmesinde gerektiğinde özel sektöre bile güvenmez. Fakat özel sektörün gerek ABD'de, gerek Avrupa'da gerekse ülke içinde çok ciddi güçleri olduğunu da iyi bilir. Bunun için devlet içindeki 'devletçi' kadrolar kendi seçeneklerini kabul ettirmek için, provakasyonlarına bir takım piyonları kullanırlar, Atatarükçülük adına Atatürk ilkelerinin çiğnenmesini desteklerler.

Komünizim tehlikesi adı altında koç'ları, sabancıları korkuturlar. Sonuçta darbe yaparlar. Komünizm tehlikesi olmayınca yeşil kapitalıstleri , şeriatı tehlike haline getirmek için gerektiğinde onları güçlendirmek için medyayı onlara sonuna kadar açarlar. Bazen sahte anketlerle burjuvaziyi korkutma yolunu bile seçerler.

Türkiye Burjuvazisi de ABD'ye ne kadar şirin görünmeye çalışsa da kendileri faali meçhul cinayetlere kurban gidebileceklerini çok iyi yaşadıklarından fazla ses çıkarmazlar. En demokratları bile askeri yönetimlerde daha fazla kar ettiğini bildiğinden oynanan oyunu uzaktan, bir seyirci gibi izlerler. Vatandaşlardan farklı olarak sadece gerektiğinde kaçmak üzere, bir kısım paralarını yabancı bankalara yatırırlar, kaçmak için gerekli planları yaparlar.

Türkiye egemen güçleri içinde bulunduğu açmazdan çıkmak için, onların medyadaki milyarlık kalemleri yeni yeni önerilerle rejim krizine çözüm arıyorlar, yeni sistemlerle devleti daha da merkezileştirmeye çalışarak, halkı daha da susturmak, büyük gücün altında, her ne şekilde olursa olsun yönetilmeyi kabule zorluyorlar.

Halk ise, devlet kontrolu dışında biraz rahat yaşarken, yaşam standartları iyi kötü korumak istiyor, daha fazla özveride bulunmayı düşünmüyor.

Önümüzdeki günlerde ekonomik krizin, yönetenler lehine çözmek isteyenler güçlerle buna karşı çıkan, üstelik fazla politik olmayan kişilerin çatışmasını hep birlikte yaşayacağız. Çalışanların en büyük açmazı ise tutarlı bir politik çizgide yer alan bir partinin olmayışı. Fakat devrimci durumlarda, yaşam göstermiştir ki halk politik yapıların hep önünde yer almıştır.

6 Temmuz 1998

Ulusal bilinç ve Galatasaray

24 NİSAN 2000

Ulusal kurtuluş savaşı veren ve emperyalist işgalcileri ülkemizden kovan Mustafa Kemal Atatürk, ulusal bilinci yaratmak için bir dizi kampanyalara girişti. Çünkü ülkemizin ulusal bilince gereksinimi vardı. Osmanlı devleti Anadolu'yu küçümser, Anadolu'da yaşayanları ikinci sınıf vatandaş olarak görürdü.

Osmanlı devleti, ayak oyunları ile, Avrupa devletlerinin kendi aralarındaki çelişkilerle 20. yüzyıl başlarına kadar ayakta kalmasını becerdi. Fakat devlet artık devlet olmaktan çıkmış ulusal bilinç yerini devlette asker vermekten, vergi vermekten bir başka anlam ifade etmez olmuştu.

Atatürk bu anlamda Türk olmanın ulusal bilincini oluşturmaya çalıştı. Cumhuriyetin özellikle ilk yılları bu bilinç oluşumunun en başarılı yıllarını oluşturdu. Başta aydınlar olmak üzere tüm halkımızın yeni bir duygu ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın gururunu yaşar oldular.
Fakat ilerleyen yıllarda, özellikle DP iktidarından itibaren ulusal bilinç, ulusal kalkınma, yerini ABD egemenliğine bırakır oldu. Ulusal kalkınma planlarından vaz geçen hükümetler, ülkemiz halkını Avrupa ülkelerinin çöpçüleri haline getirdiler. Halkımız bir kez daha Avrupa'nın geri insanları haline geldi.

Günümüzde ise ülke insanı pahalılık ve işsizlikten kıvranır hale geldi. Kendileri lüks villalarda yaşayanlar, dar gelirli halkımızın baraka yapmasına izin vermez oldu. Hükümetler kendi becerisizlikleri başka bir takım yapılara yükleyerek deprem sorumluluğundan kaçma yolunu seçtiler.

Yeni çıkardıkları yasalarla halkımızın en temel hakkı olan barınma hakkını ellerinden almaya kalktılar.

İşte bu günlerde Türkiye Cumhuriyeti insanı bir başka Avrupa- ABD insanı olmanın yollarını ararken, ulusal bilinç yok olurken Galatasaray UEFA'da finale yükseldi.

Pahalılıktan, meclisin ayak oyunlarından bıkan, hükümetlerden bir şey beklenemez duruma gelen ve insanların, Türk olmaktan bir onur, gurur ve faydasının olmadığını düşünmeye başladığı anda Galatasaray'ın bu başarısı yeniden halkımızda bir ulusal bilinç kıpırdanmalarına yol açtı.

Galatasaray'ın bu başarısından sonra Avrupa'nın çöpçüleri olan işçilerimiz bile kendilerinin Türk olduklarını söylemekten çekinmez duruma geldiler.

Bazı egemenler iktidarlarını sürdürmek için özellikle futbolu kullanmışlardır. Buradan yola çıkarak Galatasaray'ın başarısını böyle değerlendirmek de mümkündür. Fakat yokluk, pahalılık, işsizlik ve yolsuzluk içinde kıvranan halkımızın böylesi de olsa bir sevinebileceği, tutunabileceği bir dal olması, halkımızın moral açısından önemli bir oluşumdur.

Ulusal bilinç maç sonuçların da oluşsa bile bunun diğer alanlarda da kendisini göstermemesi mümkün değildir. Bu anlamda ülkemizin aydınlarının birinci görevi ulusal bilinci spor kulüplerinden önce oluşturmaya katkı sağlamalı ve ülkemizin insanlarının sorunlarının çözümünün birinci maddesinin bu bilinç olduğunu göstermelidirler.

Ulusal bilinci geliştirmede yaptığı katkılarından dolayı Galatasaray Spor Kulübünü kutluyor ve başarılarının devamını diliyorum.

24 NİSAN 2000

SEÇİMLER VE ÖDP

3 MAYIS 1999

Seçimlerde barajı zorlayacağı, en azından %3-5 oy alacağı düşünülen ÖDP, ancak binde 8 oy alabildi.

ÖDP dışındaki EMEP, İP, SİP gibi diğer partiler de farklı bir durum ortaya koyamayarak 'diğerleri' içinde yer aldılar.

Türkiye'de esen milliyetçi rüzgarların altında sol partilerin gerçekten de ciddi bir varlık göstermesi zaten pek beklenmiyordu. Fakat bu partiler seçim arenasını, ideolojik ve politik görüşlerini anlatma olanağı olarak da kullanamadılar.

Sanki halkımız, kandırılması kolay, saf insanlar olarak görülerek, 'Biz adaylarımızı halkın içinden seçtik' denilerek, listelerini sade vatandaşlara açtılar. Fakat zaten bu partilerin %10'luk ülke barajını geçemeyeceği biliniyordu. Barajı geçemeyip milletvekili seçilemeyecek olduktan sonra listelerde kimin aday olmasının zaten önemi yoktu. Burada şu soruya dürüst yanıt vermek durumundalar. Eğer barajı geçebilecek olsalar yine sade vatandaşları listelerinden aday gösterirler miydi?

Seçimlerde %10'luk ülke barajını geçemeyeceği, hiçbir ciddi belediyeyi kazanamayacağı belli olan ÖDP, seçimlerde diğer partilerden farkını anlatmak yerine, ideolojisini ve politikasını anlatmak yerine, seçilirlerse neler yapacaklarını anlatma yoluna gittiler.

Halkımız da bunların hiçbir yere seçilemeyeceklerini bildiklerinden söylemleri gülerek dinlediler. Sonuç olarak da bu partiler halk tarafından ciddiye alınan, kabul gören partiler olamayarak bir seçim dönemini kapatmak durumunda kaldılar.

Sol ve sosyalist partiler, halkı 'enayi' yerine koymayı bırakarak, ülkenin ekonomik ve sosyal sorunlarını, bunların çözümü için tek seçeneğin kendileri olduklarını gösterme yolu seçmeleri gerekirdi.

Meclis partileri içinde başlayan Genel Başkan ve Merkez Yöneticilerinin istifa etmesi gerektiği tartışmalarını bu sol partiler de yapmalı, aşağıdan yukarıya, söylemleri ile, ideolojileri ile yeniden yapılanmalıdırlar.

3 MAYIS 1999

SEÇİMLER

10 AĞUSTOS 1998
Genel ve yerel seçimlerin 1999 yılı Nisan ayında yapılması kararlaştırıldı. Mecliste yeniden seçilemeyecek veya %10 barajını aşamayacak milletvekili ve partiler genel seçimleri öne alan bu kararı değiştirmek için yoğun çalışma içine girdiler bile.

Türkiye içinde bulunduğu ekonomik kriz içinde kıvranır, orta ölçekteki birçok firma iflası yaşarken, bu seçim sistemi ile değişen birşey olmayacağı da bilinmeyen bir gerçek değil. Bu koşullarda yapılan bir seçimde bu meclis yapısında ciddi bir değişiklik beklenmiyor.

Oysa ülkenin ciddi değişimlere gereksinimi var. Ülke, Çiller, Erbakan, Yılmaz, Baykal, Ecevit çıkmazını aşmak istiyor. Uzun erimli politika yapanlar, önce politikanın kirlenmesi için, statükocu Demirel'i Cumhurbaşkanı, Amerikancı Çiller'i DYP Genel Başkanı, MHP'ci Mesut Yılmaz'ı ANAP Genel Başkanı ve hizipçi Baykal'ı CHP Genel Başkanı yaptılar. Bu hesabı yapanlar politikanın, TBMM'nin önünü kapatarak, halkın demokrasiden umudunu daha baştan kesmiş oldular.

Bu oyun oynanmamalıdır. Egemen güçlerin demokrasiyi askıya alma girişimlerine karşı çıkılmalı ve bu oyun bozulmalıdır.

Bugün, TBMM'de halkın çıkarlarını savunacak, halka ve ülkeye güven verecek bir yapı yoktur ve yarın bu koşullarda yapılacak bir seçimlerde de bu yapı oluşmayacaktır. Politikacılar kendi yandaşlarına çıkar sağlamak dışında hiçbir şey yapmamaktalar ve yapmayacaklardır. Seçimler sadece, devlet kasasından ceblerini dolduranları değiştirecek, yeni isimler köşe dönecektir.

Tüm bu olumsuz koşullara karşın yapılacak şey öncelikle bu seçim yasasının değiştirerek, ülke ve yerel barajları kaldırarak halkın oy verdiği tüm partileri ve bağımsız adaylara meclisin önünü açmak olmalıdır. Bu durum en azından halkın meclise olan güvenini yeniden sağlayacak ve halkın her kesiminin temsili ve mecliste görüşlerinin savunulmasını sağlayacaktır.

Aksi halde yapılacak ilk seçimlerde FP ve DYP'nin koalisyon hükümeti gündeme gelecek ya da meclis dışı güçlerle azınlık koalisyonu kurulacak ve TBMM'den umudunu yitirmiş halka demokratik olmayan seçenekler sunulacaktır.

GENEL AF
Rahşan Ecevit'in ortaya attığı af konusu değişik çevrelerden tepkiler almaya devam ediyor. Herkes affı kendi çıkarları doğrultusunda savunuyor veya karşı çıkıyor. Medya ise af konusunda timsah gözyaşları dökmeye başladı bile. Her konuda olduğu gibi bu konuda da oynanan oyun çok açık. Affın kamuoyuna mal olarak genel bir kampanyaya dönüşmemesi. Medya bunu engellemek için kafa karıştırmaya başladı ve başarısını da görmemek mümkün değil.

Düzenin suçlu ürettiği bir toplumda affı savunmamak elbette demokratlıkla bağdaşmaz. Türkiye, geçmiş yaralarını sarmak ve vatandaşlarıyla yeniden barışmak istiyorsa, sınırsız, koşulsuz ve her alanda bir af çıkarmak zorundadır.

Cezaevinde her ne koşulda yatan olursa olsun tamamının serbest bırakılması, sicil , öğrenci, Bağ-Kur, SSK, Vergi, imar vb konularda genel ve sınırsız af çıkmalı ve Anayasa ve ceza yasası, günümüz koşullarına göre yeniden düzenlenmelidir. Medyanın kafa karıştırmalarına karşı halkımızın savunması gerekenler bunlardır.

Bazı kurum ve kişiler af da sınır getirmek istemektedirler. Örneğin devleti dolandıranlar, faili meçhul cinayetlere karışanlar, işkence yapanlar vb. suçların af kapsamı dışında bırakılmasını istemektedirler. Oysa bunlar zaten cezaevinde değillerdir. Af da sınır getirmek affı savunulamaz hale getirmektir.

Ne suç işlerse işlesin, herkesin yaşamına bir şans daha verilmesi gerektiğine inanıyor ve toplumu daha insalcıl duygularla davranması gerektiğine inanıyorum.
10 AĞUSTOS 1998

Sağduyulu olmak

17 OCAK 2000

Hükümet Öcalan'ın idam kararını meclise getirmeme ve Avrupa İnsan Hakları Mahkamesi'nin kararını bekleme yolunu seçti. Bu durum hükümet ortağı olan MHP başta olmak üzere bir çok kurum ve kuruluşu güç durumda bıraktı.

Daha düne kadar "Apo'nun cezasını biz vereceğiz" diyen MHP şimdi Apo'nun kurtarıcısı olduğu gerekçesiyle sert eleştirilere hedef oluyor.

Hükümetin bu bekletme kararı, Cumhurbaşkanı, MGK, MİT ve benzeri kurumlar tarafından da destekleniyor.

Tüm dünya ve geçmiş tarihimiz de idamların hiçbir zaman amacına ulaşmadığını aksine idam edilen kişileri unutulmaz birer kahraman haline getirdiğini görüyoruz. Bunun yanında var olan sorunların çözülmediğini daha da keskinleştiği de tarihsel bir gerçek.

Türk ve Kürt halklarının bir arada kardeşçe yaşamasını istiyorsak tarihsel olaylardan da ders çıkarmamız gerekir.

Gerçi hükümet idamdan dönüş olmadığını kararın sadece 1.5 yıl geçikmeli olarak uygulanacağını açıkladı. Fakat AB'nin kapılarının aralandığı günümüzde idam kararının uygulanması 1.5 yıl sonra da olsa oldukça zor görülüyor.

Bu arada şehit aileleri de Türkiye'nin hemen her yerinde protesto gösterileri düzenliyor, imza kampanyaları açıyor. En yakını ölmüş birinin Apo'nun asılmasını istemesini anlayışla karşılamamak elde değil. Fakat medyanın şehit yakınlarını sürekli ekranlara getirmesi şimdi de hükümetin kararını desteklemesi de onların tutarsız yayın çizgisinin bir göstergesi.

Dünya ülkelerinin büyük çoğunluğunda kaldırılmış olan idam cezasının ülkemizde de kaldırılması ve tüm böylesi tartışmaların son bulması yaşadığımız çağın bir koşulu olmalıdır.

Ne suçtan olursa olsun tüm idam cezaları yasalarımızdan çıkarılmalıdır.

Sonuç olarak hükümetin bekletme kararı olumlu bir karardır ve desteklenmelidir. Halkımız da sağduyulu olarak düşünüp 'kana kan, intikam' gibi çağdışı düşüncelere kapılmadan, barış ve kardeşliğin önüne engel çıkarılmasına izin vermemelidir.

17 OCAK 2000

Marksistler ve Atatürk

13 KASIM 2000

Osmanlı Devletinin son egemenleri, kendi saltanatlarının devamı ve çıkarları için tüm ülkeyi emperyalistlere peşkeş çekmesinden ve ülkenin birçok kesimi emperyalist güçler tarafından işgale uğramasından sonra yurdun dörtbir yanından işgalci güçlere karşı direniş hareketi başladı.

Emperyalistlerle işbirliği yapan vatan düşmanı Osmanlı kalıntılarının suçlu ilan edip dağ-tepe aradığı efeler ilk direnişi başlatarak, Yunan ordusunun Ege'de ilerleyişini durdurmuşlar ve 'Çerkes Ethem' komutasında birleşerek, sivil bir direniş ordusu örgütlemişlerdir. Bu yapı Ege'de Yunan ilerleyişini durdurduğu gibi, ülke içindeki birçok yobaz ayaklanmaları da bastırarak, Ankara Hükümetinin güvenliğini de sağlamışlardır. Tüm tarih kitapları böyle yazar.

Rus devriminden etkilenen Çerkes Ethem'in 'Yeşil Ordusu' ülkenin kurtuluşuna sayısız katkılar sağladıktan sonra, Atatürk'ün tek başlı, tek ordulu, tek merkezli Ankara Hükümeti kararından sonra, bir tek kurşun sıkmayarak ya dağılmış ya da Atatürk birliklerine katılmışlardır. Çerkes Ethem ise hayatını kurtarmak için Yunanistan üzerinden Avrupa'ya sığınmıştır.

Anadolu'daki efeler dışında Avrupa'da eğitim görmüş, Marksist olmuş komünistler, sayıları yüzbinleri bulan Osmanlı-Rus savaşında Rus'ların eline geçen esirlerin devrimle birlikte serbest bırakılmasından sonra bu esirler, devrimden etkilenerek ya Kızılordu saflarına katılmışlar ya da ülkeye gelerek işgalci güçlere karşı savaşmışlardır.

İstanbul'da kurulmuş olan komünist örgütler, düşmanın elinden cephane ve silah çalarak Ankara hükümetine göndermesi ve Lenin Başkanlığındaki Sovyetler Birliğinin Ankara hükümetine ciddi silah ve para yardımları da tarih kitaplarında yer alan gerçeklerdir.
Mustafa Kemal Atatürk, ülkenin bağımsızlığını ve egemenliğini sağlamış, bunun için dünya emperyalist güçlerine karşı savaşmış ulusal bir kahramandır. Bunu SSCB arşivleri de, Türk marksist arşivleri de böyle yazar.

Türk marksistleri Atatürk'ü baştan beri desteklemişler ve emperyalist işgalcilere karşı aynı cephe içinde savaşmışlardır. Atatürk ile ters düştükleri konu ise ülkenin kapitalist kalkınma yolunun seçilmesi olmuştur. Bu ayrı bir yazı konusudur.

Bugün de marksistler ülkenin egemenliği için çağdaş bir yaşam için karanlık, örümcek kafalılara karşı Atatürk ilke ve devrimlerini savunmaktadırlar.

Fakat günümüzde Atatürk'e olan kin ve düşmanlıklarını kusmak isteyen bir takım örümcek kafalı kişiler sahte Atatürkçüleri örnek göstererek 'Ben Atatürkçü değilim' demek cesaretini gösteriyorlar. Fakat Atatürk nasıl onların tarihin çöplüğüne gömdüyse bu artıkların da tarihin çöplüğüne gömülmeleri yakındır.

Kimse tarihin ilerleyişini durduramaz. 'Kimse nehirdeki aynı suda ikinci defa yıkanamaz'.

Atatürk'ü ölümünün 62. yıldönümünde saygıyla anıyorum.

Saygılarımla...

13 KASIM 2000

SOSYAL DEMOKRATLARIN SON MOHİKANLARI

11 OCAK 1999

18 Nisan'da yerel ve genel seçimlere yaklaştığımız günümüzde CHP 'Altın Vuruş'a hazırlanıyor.

Aslında herşey SODEP'in Halkçı Parti ile birleşmesiyle başladı. 12 Eylül emir-komuta zinciri içinde kurulan HP, SODEP'in seçimlere sokulmamasıyla sosyal demokrat parti olarak pazarlanmış ve %33 civarında oy alarak meclise girmişti. Fakat o günün koşullarında, meclis dışı partilerin meclis içi partilerden güçlü olması sonucu tıkanan politikanın aşılması için hazırlanan halkı satış planlarından birisi de SODEP'in HP ile birleşerek meclisi kamuoyu önünde yasallaştırma girişimiydi. Devletin II. adamının oğlu Erdal İnönü elbette devletle takışmazdı ve 12 Eylülcülerle uzlaşarak, HP ile birleşerek meclise girdi. Bunu DYP'de izledi. Sonuç olarak 12 Eylülcüler yargılanmak yerine ödüllendirilmiş, dokunulmazlık zırhına bürünmüş oldular.

Sosyal demokratların bu tavrı halka ihanet çizgisinin en uç noktasına gelmiş oldu. Bu ihanet çizgisi sosyalist ihanetin çok ötesinde kendi en temel kavramlarına ihanetin temelini oluşturdu.

Devlet egemen güçleri, kendi egemenliklerini sürdürmek için politik partileri politikasızlaştırmaları gerektiğini çok iyi biliyordu. Bunun için de önce parti liderleri, politikada yeteneksiz, beceriksiz kişilerden oluşmalıydı. Böylece 'genç nesil' adı altında, Çiller, Yılmaz, Baykal partilerinde genel başkan oldular. Bu liderler sayesinde de ülkede, kirlenme, mafyalaşma, çeteleşme, talan ve soygun en üst noktaya ulaştı.

Torun sahibi Baykal 'Genç Lider' olarak CHP'ye genel başkan olmasından sonra sosyal demokratlar, bulicin giyerek, yelkenleri şişirerek, Yeni Dünya Düzenini, özelleştirmeyi savunarak, Kabe'yi ABD kabul ederek politika yapmaya başladılar. Bu 'başarılı' politikaları sonucu %10 oy oranı ile barajı aşmayı başarabildiler.

'Avrupa’dan esen rüzgarları' da arkasına alan Baykal liderliğindeki CHP şimdi de 18 Nisan'da genel ve yerel seçimlere hazırlanıyor. Nereye aday olursa olsun, parti görevinden istifayı zorunlu kılan ve boşalan yönetim kurulu üyelikleri ve başkanları seçimle değil de kendisinin atamalarıyla doldurmayı hedefleyen Baykal böylelikle parti içindeki SHP kökenlilerden ve muhaliflerinden kurtulmuş olacak. Fakat %10 barajını aşabilecek mi? o önemli değil. Önemli olan küçük de olsa partinin Baykal'ın olması.

Hükümeti düşürme nedenini açıklama yerine, parti içinde ayak oyunlarını seçen Baykal'ı artık tüm ülke tanıdı. Fakat görünen o ki onu en az kendi partisi içindeki seçilme hırsı olanların tanıyamamış olması. Sosyal demokratların son Mohikanları uykularında seçilmiş olmanın hülyalarını görürken, Baykal 'Altın Vuruş' ile hem kendisini hem partisinin sonunu hazırlıyor.

Sosyal demokrat taban ise, duyarlı, demokrat, ilerici insanları ise partinin bu gidişine karşı çıkarak, ön seçimleri savunmak yerine, 'Deneyimli politikacı' görüntüsüyle, bir yerlere aday gösterilmek için veya boşalan kadrolara atanmak için sıra bekliyor.

'Altın Vuruş' ülke demokrasinin umutların, özlemlerin tükenişini getirmeyecek fakat 'Son Mohikanların' biryerlere seçilmeyi düşünenlerin defterini kapatacak.

11 OCAK 1999

BANKALARIN ÖZELLEŞTİRİLMESİ

12 MART 2001

Türkiye Kemal Derviş ile birlikte yeni bir yönetime giriyor. Kimi çevrelerce, Eyalet Valisi olarak atandığı ileri sürülen Derviş'in, Dünya Bankasından, ekonomiden sorumlu bakanlığa getirilmesi "iş çevreleri" tarafından sevinçle karşılandı. Derviş neredeyse bir kurtarıcı olarak değerlendirildi. Yine aynı çevreler Derviş'in ulusal bir ekonomi programı hazırlayacağını ileri sürmeye başladı.

Dünya Bankası Genel Başkan Yardımcılığından gelen birinin uyruğu ne olursa olsun ulusal bir program uygulaması mümkün değil. Derviş'in uygulayacağı program eski uygulanan programın tıpkısı olacaktır. Fark sadece seçmenlerden, ulusal yapılardan çekinerek uygulanamayan; Bankaların, Telekom 'un, THY'nin v.b. özelleştirmeleri olacaktır.

Ekonomik bunalımın tüm yükü yine orta ve dar gelirli kesime yüklenecek. Zenginler yine çok zengin, fakirler yine çok fakir olacak, orta kesim de ayakta kalması zorlaşacaktır.

Medya ve Holdinglerin iç içe geçtiği günümüzde bankaların özelleştirilmesi için yoğun bir bombardımanla karşı karşıyayız.

Ekonomik bunalımın kaynağı devlet bankaları olarak gösteriliyor.

Oysa gerçek hiç de öyle değil. Günümüzde özel bankalar devletin sırtında büyük bir yüktür ve bunalımın temelinde de özel bankalar önemli bir yer tutmaktadır.

Türkiye'nin en büyükleri olan Koç ve Sabancı da dahil olmak üzere hemen tüm holdingler devletten beslenmektedirler. Bankalar topladıkları paraları devlete satmaktadırlar. Bankaların kuruluş amacı, vatandaştan topladıkları paraları yatırımcılara kredi olarak vermek, yatırımcılar da yeni iş olanakları yaratarak, artı değer üreterek para kazanmak ve bankaya borcunu ödemektir. Hangi banka bu işlevi görüyor? Bankalar eski verdikleri kredileri bile hemen geri istiyor. Bankaların kendilerine para lazım. Çünkü yüksek faizle devlete satacaklar.
Devlete para satmaktan başka özel bankalar bir de kendi şirketlerine parayı aktarıyorlar.

Sonra da devlet güvencesinde olduğu için önceden özelleştirilen bankalar da dahil tekrar devletleştirilerek borçlar devlet tarafından ödeniyor. Yaşarbank gibi.

Kamu bankalarının özelleştirilmesi yerine öncelikle denetime alınarak, verilen krediler araştırılmalı ve sorumluların tüm varlıklarına el konularak, cezai işlem başlatılmalıdır.
Batmakta olan özel bankaları yasal düzenlemeler yaparak kurtarmak yerine devlet güvencesi kaldırılmalıdır.

Devlet şayet para toplamak istiyorsa bunu özel bankalara trilyonlar kaptırarak değil doğrudan kendisi toplamalıdır.

Ülkemizde, işsizlik önlenmeden, ekonomik büyüme sağlanmadan bunalımdan çıkamaz, enflasyonu önleyemez tersine, görüldüğü gibi bunalım daha da artarak sürer. Bunları yapabilmek için ise 1930’lu yıllarda uygulanmaya başlanan Ulusal Kalkınma Planlarına geri dönmek gerekir.

Uluslararası finans kuruluşlarının tepeden atadığı adamlar ise ancak ve ancak bağlı bulunduğu finans kuruluşlarının çıkarlarını korumakla görevlidirler.

Bunalımdan çıkış yolu ulusal bir programdadır. Bunu yapabilmek için de "Emek Platformunun" bileşenlerinin; esnaf ve çiftçilerinde katılması ile genişlemesi ve ülke sorunlarına sahiplenmesinden geçer.

12 MART 2001

Avrupa Birliği, solculuk ve milliyetçilik

24 OCAK 2000

Son yıllarda Türkiye'de bir çok kavram birbirine karıştı. Solcular solculuklarını, milliyetçiler ise vatanlarını unutur oldu.

1980 yılları öncesi solcular gecekondu yıkımlarında barikatlarda yer alırken şimdi aynı solcular gecekondu affına karşı çıkar oldular. Solcular ülkedeki düzeni, dünyayı değiştirmekten vazgeçerek düzenin uysal muhalifleri konumuna geldiler. Yine 80 öncesi, "sivrisineklerle uğraşılmaz bataklıkla uğraşılır" diyenler günümüzde kar amaçlı kapitalist sistemi bir kenara bırakarak 'çevreci' oldular.

Yine, AB için 'onlar ortak, biz pazar' diyenler şimdi demokrasinin Avrupa'dan geleceğini umarak AB'ye girişi savunur oldular.

Kendilerine milliyetçi diyenler ise birden ülke sınırlarını ortadan kaldırmak için Avrupa kapılarında rica minnet dolaşır oldular.

Bir ülkenin kendi sınırları, gümrükleri, ordusu, bağımsız yargısı olmadan milliyetçilik nasıl olur? Bilemiyoruz.

En üst devlet yetkilileri de dahil olmak üzere koro halinde AB düşleri kurarken bir yandan da 'Nice binyıllara Cumhuriyetim' nutukları atıyoruz. AB'de sınır yok, gümrük yok, bağımsız milli bir yargı hatta milli bir Anayasa bile yok. Avrupa ortak bir cumhuriyete gidiyor. Birliğin kuruluş amacı da zaten bu.

Türkiye'de kavram kargaşası devam ediyor, daha dün bazı liderler, 'Avrupa da kim, bizim yargımıza nasıl karışır?" diyenler. Şimdi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararını beklemek gerektiğini savunur oldular.

ABD ve AB, sosyalist sistemin dağılmasından sonra ortaya çıkan devletleri yutmak için başlattığı kampanya kanlı bir şekilde sürmeye devam ediyor. Daha dün Balkanları kana bulayan emperyalistler şimdi de Kafkaslarda aynı oyunu oynamaya devam ediyor.

Elbette uzun gelecekte bağımsız hiçbir ülke kalmayacak ve dünya herkesin eşit ve kardeşçe yaşayacağı tek bir ülke olacaktır. Ülkeler bu birliğe eşit koşullarda ve gönüllü olarak katılacaklardır. Yoksa şimdiki gibi güdük, gelişme özürlü Türk burjuvazinin atıkları kampa amacıyla değil.

Biz idam cezasını yasalarımızdan çıkarmalıyız, Anayasa'daki tüm anti demokratik maddeleri temizlemeliyiz. Fakat bunları Avrupa istiyor diye değil, insan olmanın bir gereği olarak yapmalıyız. Fakat ne bunlar ne ithal demokrasi, istemekle olmaz. Herşey o toplumun istemleri ile bunları yaşama geçirmek için örgütlenmesiyle olur. Diğerleri ise tatlı birer düşten başka bir şey olamaz.

24 OCAK 2000

"YENİ BİR DÜNYA"

12 ŞUBAT 2001

Yeni kurulan Atatürk Cumhuriyeti, geri kalmış ülkenin kalkınabilmesi için kendine, Avrupa ülkelerini ve ABD'yi örnek alarak kapitalist kalkınma yolunu seçti. Bunun gerçekleşmesi için de o ülkelerde olduğu gibi tekeller yaratılmalıydı. Devlet eliyle tekel yaratma yani devlet eliyle zengin etme ekonomi politikası o yıllarda başladı.

Tüm yatırımlar özel sektöre bırakıldı. Yalnız özel sektörün gücünün yetmeyeceği ağır yatırımlar, demir-çelik gibi devlet tarafından yapılacak ve üretilen yarı mamül maddeler özel sektöre ucuza verilecekti. Özel sektör de ürettiği malları Pazar sorunu yaşamadan satıp kar elde edecek ve yeni yatırımlara yönelecekti. Bu sistemin adı da Karma Ekonomi oldu.

Fakat 1929-1934 yılları arasında dünya kapitalist sistemi ağır bir buhrana girdi. Sayısız işletmeler battı. Milyonlarca kişi işsiz kaldı. Elindeki hisse senetleri kağıt parçası haline gelen yüzlerce vatandaş intihar etti.

Bu kapitalist buhran Türkiye'nin kalkınma planlarını yeniden gözden geçirmesine neden oldu. Bunun sonucu olarak da Türkiye'de devletçilik ağır bastı. Ekonominin merkezi artık devletti.

Bu devletçi politikalar sonucu ülke ekonomisi güçlendi. Dev işletmeler kuruldu. Gayri safi milli hasılatımız arttı. Türkiye, dünyada örnek ülke haline geldi.

2. Dünya savaşı sonrası ekonomik ve askeri olarak dünya kapitalist sistemine mutlak hakim olan ABD'nin yayılma politikası içinde Türkiye'de vardı. DP iktidarı ile birlikte ABD hegomanyasına girmeyi gönüllü kabullendik. Özgür bağımsız bir dış politika izleyen Türkiye artık kapitalist kutup içinde kendini buldu.

Türkiye'nin dostları ABD, Fransa, Almanya, İngiltere idi. Kurtuluş savaşında savaştığımız ülkeler artık dostumuz, kurtuluş savaşı sırasında bize destek veren, savaş sonrasında da kalkınmamıza yardım eden SSCB ise düşmanımız oldu.

'Batı Kulübü' içinde yer almak için uğraşlarımız AB kapılarına kadar geldi, dayandı.

Fakat bu süreç içinde ekonomileri bizden kötü olan ülkeler bile bizi geldi geçti. Sayısız ülke ekonomik sorunlarını çözerken, işsizliği azaltır, ulusal gelirlerini artırarak vatandaşlarının gelir düzeyini iyileştirirken, bizler ise ağır bunalımlar içinde kıvranır olduk. Neredeyse ülkenin çalışabilir nüfusunun yarısı işsiz, sayısız esnaf iflas ediyor, en kötü gelir dağılımı olan ülkeler arasındayız. Yolsuzluklar, hırsızlıklar iğrenç düzeylere geldi. En önemlisi ekonomimizi düzeltemedik, sanayileşemedik. IMF'den birkaç kuruş almak için her tür ulusal değerlerimizden fedakarlık ettik, ediyoruz. Bunalım ise düzeleceğine daha da artıyor. Halk patlama noktasına doğru hızla ilerliyor.

Tüm bunlardan başka, dost olarak gördüğümüz ve girmek için neredeyse el-pençe durduğumuz avrupa ise birden karşımıza Ermeni sorununu çıkarıyor. Fransa Parlamentosu, "Ermeni Soykırımını' tanıyormuş. Almanya, İngiltere, İtalya ve ABD'de de benzer düşünceler yüksek sesle konuşuluyor.

ABD ve Avrupa ülkelerindeki bu Ermeni yanlısı tavır ise Ermeni oylarını alma hesabına dayanmıyor. Fransa gibi köklü tarihi ülke politikasını Ermeni Lobisi belirleyemez. Bu ülkeler Ermenileri de kullanarak, Türkiye üzerine baskı kurmak, ellerinde koz bulundurmak, gerektiğinde de, Çekoslovakya gibi, Yugoslavya gibi Irak gibi, "Burası Kürtlerin, burası Ermeniler" diyerek ülkemizi küçültmek.

Bugüne kadar izlediğimiz ekonomi politikaları da, uluslar arası ittifaklar da günümüzde iflas etmiş durumdadır. Türkiye bu aşamada tüm geçmişini, ittifaklarını sorgulayarak, İsmet İnönü'nün dediği gibi, "Yeni Bir Dünyada' yerini aramalıdır.

Görünen o ki ülkemiz bu yolu seçmek yerine hamaset edebiyatı ile sorunu çözmeye çalışıyor. Bu edebiyatla da ne kadar 'başarılı' olacak birlikte göreceğiz.

12 ŞUBAT 2001

DAR BOĞAZ

26 ŞUBAT 2001

Türkiye ekonomisi Cumhuriyet tarihinin en derin krizini yaşıyor. Türkiye'yi 1950 yıllarından beri yöneten sağ iktidarlar ülkeyi, dünyanın en geri ülkeleri arasına sokmayı başardılar.
Her şey DP iktidarı döneminde ABD yanlısı politikalarla başladı. Ulusal, bağımsız bir dış politika yerine ABD güdümünde politika yapmaya başladık. Atatürk döneminde başarıyla uygulanan planlı devlet ekonomisi yerine, her mahallede, devlet eliyle bir milyoner yaratmaya çalıştık.

1950'lerle başlayan dış borçlanmaya, Özal dönemi ile başlayan iç borçta eklenince, devletin vatandaşlardan topladığı vergilerin neredeyse tamamıyla dış ve iç borç faizlerini gider durumuna geldi.

Özelleştirme diyerek, devletin elindeki karlı işletmeleri, Telekom, Tek gibi özel sektöre peşkeş çektik. "Ekonomi özel sektörle büyüyecek," "Özel sektör istihdam yaratacak" dediler. Özel sektör var olan işçileri işleten çıkardı. Büyüme bir yana var olan işletmelerin yaklaşık %20'si kapandı. Bir o kadar kapamak üzere.

Milliyetçi söylemler adı altında, gümrüklerimizi yabancılara açtık. AB'ne girmek için didindik. AB ülkelerinin Ermeni sorununda olduğu gibi Türkiye ile ilgili hiç de dostane olmayan düşünceler içinde olduğunu gördük.

Sonuç olarak 1950 yılından beri izlenen sağ politikalar (Bunlara CHP-SHP'nin de içinde olduğu hükümetler dahil) Bizi büyük bir açmaza getirdi. Gayri safi milli hasılatta Yunanistan'ın 65 basamak altına düştük. Son yapılan devülasyonla 2 bin dolara düşen kişi başına gayri safi hasıla ile ülke olarak yoksulluk sınırına dayandık.

En kötü gelir dağılımında dünyada 4. sıradayız.

Biz Türkiye Vatandaşları olarak, böyle yaşamaya, başka ülke insanlarından 3-5-10 kat daha az parayla yaşamaya mecbur muyuz?

IMF Reçeteleri neyi iyileştirecek.

Son yaşanan olayların neden olduğu kriz sonrası, değiştirilmesi istenen ekonomik kurmayların yerine gelmeye hazırlananlar, IMF'nin reçetelerinin iyi uygulanmadığını söylüyorlar, IMF'nın kredilerini muhtaç olduğumuzu söylüyorlar.

IMF receteleri neyi iyileştirecek? Ekonomik büyümeyi mi sağlayacak, istihdam mı yaratacak? GSM Hasılayı mı artıracak? Sonuçta bizler daha iyi yaşama olanaklarını yakalayabilecek miyiz ? Hayır.

IMF reçeteleri, dış borçları ödeme güvencesini sağlamayı hedefliyor. Kendi alacaklarını sağlama bağlamak için faturayı orta kesime, esnafa, köylüye, işçiye, memura, dar gelirliye yüklemeye çalışıyor. Bu anlamda IMF'yi tümden ret etmeliyiz.

Çözüm Ne?
Bir çok bilim adamı, politikacılar IMF reçeteleri çerçevesinde çözüm önerileri savunuyorlar. Bir çok iyi niyetli unsur da yasal düzenlemelerden söz ediyor. Bunların hiç birisi çözüm değildir, olamaz çözüm tüm halkın aktif politikaya atılarak kendi çıkarılan doğrultusunda partileşerek iktidara gelmeleridir. Var olan hiçbir siyasi parti bunları yapabilecek bir yapıda değildir ve çözüm üretmekten uzaktırlar. Hükümetin acil olarak aldığı her tür önlem, zam demektir, faturayı halka yüklemek demektir.

Türkiye Çağdaş Uygarlık düzeyinde yerini almak istiyorsa;

1-Nato'dan çıkmalıdır.

2-AB'ne girmekten vazgeçmelidir.

3-Özelleştirmeden vazgeçerek, planlı kalkınma, karma ekonomik sistemi benimsemelidir.

4-Kendine başka ittifaklar bulmalıdır.

Türkiye'nin tüm bunları yapabilmesi içinde kaynak bulması çok kolaydır. Bunun için zorunlu mallar dışında tüm ithalat yasaklanmalıdır.

Devleti hortumluyanların hepsi ortaya çıkarılmalı ve mal varlıklarına el konulmalıdır. Tüm iç borçlar faizsiz olarak dondurulmalıdır. TSK'nin modernisazyonu çerçevesinde ayrılan 150 milyar dolar iptal edilmelidir. Bu koşullar altında Türkiye dış borçlarını ödeme ve kalkınma planların yaşama geçirme olanağını bulacaktır.

Türkiye'de özel sektör ise ekonomik büyümeyi üstlenebilecek durum ve kapasitede değildir.

En büyükleri zaten yabancı tröstlerin acentesi durumundadır ve onlar Çakıcı'nın efelenmesine karşılık verebilecek durumda bile değildirler.

Tüm bunlar yapılmazsa, halk kendi sorunlarına bir şekilde çözüm üretemez ise "Bu Türkiye'de yaşanmaz" demekten başka bir şey yapamayız.

26 ŞUBAT 2001

17 Ocak 2008 Perşembe

TERÖRLE MÜCADELE YASA TASARISI

15 KASIM 1994

DYP-SHP koalisyonu büyük umutlarla kuruldu. Sağ’ da ve Sol’ da en çok oy alan iki partinin koalisyon kurması halkımızın geniş desteğini almış, bir hükümet olarak demokratik dönüşümleri gerçekleştirecekti.

12 Eylül’ ün yasakladığı bu iki parti 12 Eylül Anayasasını değiştirecek, ülkeyi demokratikleştirecek, Güney-Doğu’ da çekiç güç, olağanüstü hal ve koruculuğa son vererek barışçı çözümler bulacaktı.

Geniş tabanlı bu hükümet var olan devlet yapısına teslim oldu. Her demokratik dönüşüm, Güney-Doğu’ da ki barışçıl çözümler Milli Güvenlik Kurulu duvarına çarpıp geri döndü. Sonuçta hükümet memur tayini, işçi alımı, Bakanlık bütçelerinin partizanca paylaşımına dönüştü. Ülkenin yönetimi ise devletin eline bırakıldı.

Ekonomik talan ve Güney-Doğu’ da ki savaş politikasının getirdiği ekonomik faturanın yükü zamlarla, işsizliklerle halkımıza dayatılmış, yetmemiş devlet kuruluşları KİT’ lerin arsa fiyatına karşı satışı gündeme gelmiştir.

Koalisyon protokolü geniş bir demokratikleşme programı içeriyordu. DYP içindeki muhafazakar kanadın karşı çıkması ve SHP’ nin ödün üstüne ödün vermesi sonucu demokratikleşme paketi döne döne Terörle Mücadele Yasası’nda yer alan düşünce suçlarına kaldı. Düşüncelerini açıkladıklarından dolayı ceza evinde yatan sendikacı, aydın ve yazarların niçin ceza evinde olduklarını anlatamadığını Avrupalılar için çıkacak yasaya yeni DYP’ nin muhafazakar milletvekilleri karşı çıkıyor.

Özelleştirme ve Terörle Mücadele Yasalarında anlaşan hükümet ortaklarından DYP, özelleştirme yasası çıkınca anlaşmaya yan çiziyor. Demokratikleşme, ‘Düşünce suçunun’ terörden ayrılması DYP’ nin kaşarlanmış gerici milletvekilleriyle, Baki Tuğ’ larla, Yaşar Topçu’ larla sağlanamaz.

Demokratik hak ve özgürlükler, solcu, ilerici, devrimci, demokrat güçlerin demokrasi cephesinde birleşmesi ile mümkündür.
15 KASIM 1994

TEMİZ TOPLUM; SOSYALİZM

15 EYLÜL 1993

SHP ISKI skandalı ile sarsılmaya devam ediyor. İLK-SAN sanıkları tutuklanıyor. Olağan üstü hal eski valisi Hayri Kozakçıoğlu ile ilgili ‘örtülü ödenek’ tartışmaları sürüyor. Özal ailesinin tümü ülkenin en zengin kişileri arasında yer alıyor.

Cavit Çağlar, Hacı ve Yahya Demirel, Menemencioğlu ve birçok iş adamının, hayali ihracatlarla, teşvik primleriyle, geri ödenmeyen banka kredileriyle, vergi yüzsüzleri ile köşeyi nasıl döndükleri biliniyor.

Toplum hızla kirleniyor. Meclis içindeki hiçbir parti bu gidişi durduramaz, öyle bir istemleri de yok. RP var olan partilerin içinde, bütün bu yolsuzluklara, süren iç savaşa, işsizlik ve pahalılığa karşı çıkıyormuş görünmesinin de bir anlamı yok. RP’nin ABD-Suudi Arabistan paralarıyla finanse edildiği biliniyor. RP’li belediyeler de temiz değil. Şu an başkanı RP’ sinden olan on belediye yolsuzluk söylentisi nedeniyle soruşturma geçiriyor.

Artık temiz toplum, demokratikleşme, iç barış, işsizliğin çözümü, enflasyon vb. gibi sorunlar ancak bir demokratik sosyalizmle çözümlenir gerçeği çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Sosyalizmi beğenmeyip, ‘serbest ekonominin erdemlerine’ güvenen sosyalist ülke insanları eski günleri arıyor. Kapitalizme dönüş için öncülüğü çeken bazı sosyalist ülke insanları, Kapitalizm gerçeğini görür görmez, sosyalizme dönüş için yine öncülüklerine devam ediyor.

SSCB’ den ilk ayrılma kararı alan Baltık Cumhuriyetlerinde seçimlerde komünistler birinci parti konumuna geliyor. Sosyalizmden kapitalizme öncülük eden ‘Dayanışmanın’, Lech Walesa’ nın ülkesi Polonya da yapılacak seçimlerde yine komünistlerin iktidara gelmesi bekleniyor.

Kapitalizmden yana esen rüzgarların kesiliyor. Reel sosyalizm yeniden inşası gündeme gelirken, başta ABD olmak üzere Japonya ve Avrupa ülkeleri büyük bir ekonomik kriz içine giriyor. Son yıllarda hızla artan işsizlik, pahalılık, konut sorunu gibi sorunlar gelişmiş kapitalist ülkeleri büyük bir açmaz içine sokuyor.

Gelecek kokuşmuş kapitalizm ve onun acımasız sömürü aracı olan serbest piyasa ekonomisinde değil, kendini yenilemiş, demokratik sosyalizmde olduğu gerçeği yavaş yavaş, bir kez daha ortaya çıkıyor.
15 EYLÜL 1993

TEKNOLOJİK YAPI II

15 ARALIK 1992

Karar sürecine katılabilmek için uzmanlık bilgisine sahip olması sonucu erkin mal sahibinin elinden çıkıp yöneticilerinin eline geçmesi kaçınılmaz oluyor. Büyük işletmeler hisse senetli çok ortaklı işletmeler devlet işletmeler de hiç kimse sermayenin %1 den fazlasına sahip değildir. İşletme yönetimi genellikle yöneticilerin desteğini alarak seçilirler. Yeni yönetim de yöneticileri görevde tutar. Bu bir çeşit kapalı devre yönetim biçimidir. Şirket yönetim kurulu üyesi gerekli eğitime sahip değilse ve şirketle ilgili her tür gelişmeleri anında takip edemiyorsa, karar alma sürecinde hiçbir söz hakkına sahip değildir.

Şirket yönetim kurulunun tek istediği dağıtılacak kar paylarıdır. Kar payı ne kadar artıyorsa ortaklar o derece memnun olur. Kar payının artması içinde yönetim, teknolojik yapıya yöneticilere karışmamaları gerekir .Uzmanların dışında, kim olursa olsun ister yönetim ister şirket ortağı ve ister devlet karar alma sürecine etkin olmaya kalkarsa o şirket gerilemeye ve batmaya mahkumdur.

ITT ‘nin Şili darbesine orta Doğu savaşına veya Singapur’da yapılacak bir yatırıma hisse sahipleri karar verme durumunda değildir. Onları ilgilendiren kar paylarıdır. Bu anlamda karar verme süreci özel mülkiyet sınırlarının ötesine taşıyor.

Teknolojideki bu gelişmeler önümüze çok daha net olarak yeni bir güç oluşturuyor. TEKNOLOJİK YAPI özel mülkiyet sahibi olmayan ve karar yetkisini elinde bulunduran uzmanlar.

Teknolojik yapı sadece kapitalist ülkeler için geçerli değil. Devlet merkezi yapısıyla işletmeleri emirle yönetecek olursa o devlet Sosyalist Ülkeler gibi teknolojik anlamda geri kalmaya, batmaya mahkumdur.

Devlet işletmenin karar almaya sürecine katılmayabilir. Fakat işletmenin yasal sınırlar içinde çalışmasını denetleyebilir. Çalışan personelin hakları, yöneticileri, yatırım yapılan diğer ülkelere karşı tavrının yasal olup olmadığını, çevreye verdiği zararı denetleyebilir. Devlet ister Kapitalist ister Sosyalist Ülkelerde olsun büyük işletmelerde yöneticilik değil denetleyebilirlik görevini üstlenmelidir.

Kapitalizm ve Sosyalizmi eski bilinen konumları ile değil yeni gelişmeler içinde değerlendirmeliyiz.

Devletleri kim yönetiyor? Hükümetler mi? Teknokrat ve Bürokratlar mı?

15 ARALIK 1992