19 Ocak 2008 Cumartesi

YÖNETENLER VE YÖNETİLENLER

6 Temmuz 1998

Türkiye ciddi bir kriz içinde kıvranıyor. Ülkeyi yönetenler eskisi gibi yönetemezken, yönetilenler de artık böyle yönetilmek istemiyor. Politikanın tamamen kirlendiği politikacıların yeniden seçilmek için çevirmediği dolapların, değiştirmediği partilerin kalmadığı günümüzde, TBMM halkın güvenini yitirmiş durumda. Halk bu politikacılarla artık hiçbir şeyin olamayacağını iyi biliyor. Sadece kendi işini yaptırmak için onların arkasından koşturuyor. İş takipçilerinin %95'şi de hayal kırıklığına uğrayarak TBMM'ye daha çok kızıyor.

Marksizme göre herşey devrim koşullarının altyapısına uyuyor. Bu nesnel gerçeklere göre sanki devrim kapımızda. Fakat gerçek hiçte öyle değil. Hükümet ekonominin %50'sinden fazlasını denetleyemiyor. Böyle olunca, hükümet halkın üretim potansiyelinin önemli bir bölümünü vergilendiremiyor, alış-verişlerde %15 alış-veriş haracını alamıyor. Bu anlamda birçok sektörde üretilen ve hükümet tarafından denetlenemeyen mallar piyasada oldukça ucuza satışa sunuluyor. Bu anlamda hükümetin körüklediği pahalılık-enflasyon bir anlamda halka ulaşamıyor.

Hükümet 'vergi reformu', 'sigorta reformu' adı altında, ve düşük ücret artışlarıyla var olan ekonomik bunalımın faturasını dar ve orta gelirlinin üstüne yıkmaya çalışıyor.

Hükümet ekonominin tamamını denetlemesi durumunda, elde edilen vergi gelirlerinin daha fazla savaş ekonomisine ve 'teşvik primleri' gideceği bilinmeyen bir gerçek değil. Bu durumda vatandaşın, pazardan aldığı en temel gıda maddelerinin bile fiyatının 2-3 katına çıkacağı da bir gerçek.

Tüm bunları hükümet yapamadığı için ülkemizde bir 'devrimci durum' yaşanmıyor.

Fakat burjuvazi birçok yönden TBMM'den şikayetçi. TUSİAD'ın yayın organlarında çıkan haber ve yorumların bir çoğu radikal sol'u bile geride bırakıyor. Bu anlamda ülke yönetiminde ciddi bir revizyon talepleri var.

Türkiye Cumhuriyetinde Osmanlıdan gelen bir gelenek var; ülkenin çıkarlarını en iyi devlet bilir. Devlet bu çıkarların korunmasını ve geliştirilmesinde gerektiğinde özel sektöre bile güvenmez. Fakat özel sektörün gerek ABD'de, gerek Avrupa'da gerekse ülke içinde çok ciddi güçleri olduğunu da iyi bilir. Bunun için devlet içindeki 'devletçi' kadrolar kendi seçeneklerini kabul ettirmek için, provakasyonlarına bir takım piyonları kullanırlar, Atatarükçülük adına Atatürk ilkelerinin çiğnenmesini desteklerler.

Komünizim tehlikesi adı altında koç'ları, sabancıları korkuturlar. Sonuçta darbe yaparlar. Komünizm tehlikesi olmayınca yeşil kapitalıstleri , şeriatı tehlike haline getirmek için gerektiğinde onları güçlendirmek için medyayı onlara sonuna kadar açarlar. Bazen sahte anketlerle burjuvaziyi korkutma yolunu bile seçerler.

Türkiye Burjuvazisi de ABD'ye ne kadar şirin görünmeye çalışsa da kendileri faali meçhul cinayetlere kurban gidebileceklerini çok iyi yaşadıklarından fazla ses çıkarmazlar. En demokratları bile askeri yönetimlerde daha fazla kar ettiğini bildiğinden oynanan oyunu uzaktan, bir seyirci gibi izlerler. Vatandaşlardan farklı olarak sadece gerektiğinde kaçmak üzere, bir kısım paralarını yabancı bankalara yatırırlar, kaçmak için gerekli planları yaparlar.

Türkiye egemen güçleri içinde bulunduğu açmazdan çıkmak için, onların medyadaki milyarlık kalemleri yeni yeni önerilerle rejim krizine çözüm arıyorlar, yeni sistemlerle devleti daha da merkezileştirmeye çalışarak, halkı daha da susturmak, büyük gücün altında, her ne şekilde olursa olsun yönetilmeyi kabule zorluyorlar.

Halk ise, devlet kontrolu dışında biraz rahat yaşarken, yaşam standartları iyi kötü korumak istiyor, daha fazla özveride bulunmayı düşünmüyor.

Önümüzdeki günlerde ekonomik krizin, yönetenler lehine çözmek isteyenler güçlerle buna karşı çıkan, üstelik fazla politik olmayan kişilerin çatışmasını hep birlikte yaşayacağız. Çalışanların en büyük açmazı ise tutarlı bir politik çizgide yer alan bir partinin olmayışı. Fakat devrimci durumlarda, yaşam göstermiştir ki halk politik yapıların hep önünde yer almıştır.

6 Temmuz 1998

Ulusal bilinç ve Galatasaray

24 NİSAN 2000

Ulusal kurtuluş savaşı veren ve emperyalist işgalcileri ülkemizden kovan Mustafa Kemal Atatürk, ulusal bilinci yaratmak için bir dizi kampanyalara girişti. Çünkü ülkemizin ulusal bilince gereksinimi vardı. Osmanlı devleti Anadolu'yu küçümser, Anadolu'da yaşayanları ikinci sınıf vatandaş olarak görürdü.

Osmanlı devleti, ayak oyunları ile, Avrupa devletlerinin kendi aralarındaki çelişkilerle 20. yüzyıl başlarına kadar ayakta kalmasını becerdi. Fakat devlet artık devlet olmaktan çıkmış ulusal bilinç yerini devlette asker vermekten, vergi vermekten bir başka anlam ifade etmez olmuştu.

Atatürk bu anlamda Türk olmanın ulusal bilincini oluşturmaya çalıştı. Cumhuriyetin özellikle ilk yılları bu bilinç oluşumunun en başarılı yıllarını oluşturdu. Başta aydınlar olmak üzere tüm halkımızın yeni bir duygu ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın gururunu yaşar oldular.
Fakat ilerleyen yıllarda, özellikle DP iktidarından itibaren ulusal bilinç, ulusal kalkınma, yerini ABD egemenliğine bırakır oldu. Ulusal kalkınma planlarından vaz geçen hükümetler, ülkemiz halkını Avrupa ülkelerinin çöpçüleri haline getirdiler. Halkımız bir kez daha Avrupa'nın geri insanları haline geldi.

Günümüzde ise ülke insanı pahalılık ve işsizlikten kıvranır hale geldi. Kendileri lüks villalarda yaşayanlar, dar gelirli halkımızın baraka yapmasına izin vermez oldu. Hükümetler kendi becerisizlikleri başka bir takım yapılara yükleyerek deprem sorumluluğundan kaçma yolunu seçtiler.

Yeni çıkardıkları yasalarla halkımızın en temel hakkı olan barınma hakkını ellerinden almaya kalktılar.

İşte bu günlerde Türkiye Cumhuriyeti insanı bir başka Avrupa- ABD insanı olmanın yollarını ararken, ulusal bilinç yok olurken Galatasaray UEFA'da finale yükseldi.

Pahalılıktan, meclisin ayak oyunlarından bıkan, hükümetlerden bir şey beklenemez duruma gelen ve insanların, Türk olmaktan bir onur, gurur ve faydasının olmadığını düşünmeye başladığı anda Galatasaray'ın bu başarısı yeniden halkımızda bir ulusal bilinç kıpırdanmalarına yol açtı.

Galatasaray'ın bu başarısından sonra Avrupa'nın çöpçüleri olan işçilerimiz bile kendilerinin Türk olduklarını söylemekten çekinmez duruma geldiler.

Bazı egemenler iktidarlarını sürdürmek için özellikle futbolu kullanmışlardır. Buradan yola çıkarak Galatasaray'ın başarısını böyle değerlendirmek de mümkündür. Fakat yokluk, pahalılık, işsizlik ve yolsuzluk içinde kıvranan halkımızın böylesi de olsa bir sevinebileceği, tutunabileceği bir dal olması, halkımızın moral açısından önemli bir oluşumdur.

Ulusal bilinç maç sonuçların da oluşsa bile bunun diğer alanlarda da kendisini göstermemesi mümkün değildir. Bu anlamda ülkemizin aydınlarının birinci görevi ulusal bilinci spor kulüplerinden önce oluşturmaya katkı sağlamalı ve ülkemizin insanlarının sorunlarının çözümünün birinci maddesinin bu bilinç olduğunu göstermelidirler.

Ulusal bilinci geliştirmede yaptığı katkılarından dolayı Galatasaray Spor Kulübünü kutluyor ve başarılarının devamını diliyorum.

24 NİSAN 2000

SEÇİMLER VE ÖDP

3 MAYIS 1999

Seçimlerde barajı zorlayacağı, en azından %3-5 oy alacağı düşünülen ÖDP, ancak binde 8 oy alabildi.

ÖDP dışındaki EMEP, İP, SİP gibi diğer partiler de farklı bir durum ortaya koyamayarak 'diğerleri' içinde yer aldılar.

Türkiye'de esen milliyetçi rüzgarların altında sol partilerin gerçekten de ciddi bir varlık göstermesi zaten pek beklenmiyordu. Fakat bu partiler seçim arenasını, ideolojik ve politik görüşlerini anlatma olanağı olarak da kullanamadılar.

Sanki halkımız, kandırılması kolay, saf insanlar olarak görülerek, 'Biz adaylarımızı halkın içinden seçtik' denilerek, listelerini sade vatandaşlara açtılar. Fakat zaten bu partilerin %10'luk ülke barajını geçemeyeceği biliniyordu. Barajı geçemeyip milletvekili seçilemeyecek olduktan sonra listelerde kimin aday olmasının zaten önemi yoktu. Burada şu soruya dürüst yanıt vermek durumundalar. Eğer barajı geçebilecek olsalar yine sade vatandaşları listelerinden aday gösterirler miydi?

Seçimlerde %10'luk ülke barajını geçemeyeceği, hiçbir ciddi belediyeyi kazanamayacağı belli olan ÖDP, seçimlerde diğer partilerden farkını anlatmak yerine, ideolojisini ve politikasını anlatmak yerine, seçilirlerse neler yapacaklarını anlatma yoluna gittiler.

Halkımız da bunların hiçbir yere seçilemeyeceklerini bildiklerinden söylemleri gülerek dinlediler. Sonuç olarak da bu partiler halk tarafından ciddiye alınan, kabul gören partiler olamayarak bir seçim dönemini kapatmak durumunda kaldılar.

Sol ve sosyalist partiler, halkı 'enayi' yerine koymayı bırakarak, ülkenin ekonomik ve sosyal sorunlarını, bunların çözümü için tek seçeneğin kendileri olduklarını gösterme yolu seçmeleri gerekirdi.

Meclis partileri içinde başlayan Genel Başkan ve Merkez Yöneticilerinin istifa etmesi gerektiği tartışmalarını bu sol partiler de yapmalı, aşağıdan yukarıya, söylemleri ile, ideolojileri ile yeniden yapılanmalıdırlar.

3 MAYIS 1999

SEÇİMLER

10 AĞUSTOS 1998
Genel ve yerel seçimlerin 1999 yılı Nisan ayında yapılması kararlaştırıldı. Mecliste yeniden seçilemeyecek veya %10 barajını aşamayacak milletvekili ve partiler genel seçimleri öne alan bu kararı değiştirmek için yoğun çalışma içine girdiler bile.

Türkiye içinde bulunduğu ekonomik kriz içinde kıvranır, orta ölçekteki birçok firma iflası yaşarken, bu seçim sistemi ile değişen birşey olmayacağı da bilinmeyen bir gerçek değil. Bu koşullarda yapılan bir seçimde bu meclis yapısında ciddi bir değişiklik beklenmiyor.

Oysa ülkenin ciddi değişimlere gereksinimi var. Ülke, Çiller, Erbakan, Yılmaz, Baykal, Ecevit çıkmazını aşmak istiyor. Uzun erimli politika yapanlar, önce politikanın kirlenmesi için, statükocu Demirel'i Cumhurbaşkanı, Amerikancı Çiller'i DYP Genel Başkanı, MHP'ci Mesut Yılmaz'ı ANAP Genel Başkanı ve hizipçi Baykal'ı CHP Genel Başkanı yaptılar. Bu hesabı yapanlar politikanın, TBMM'nin önünü kapatarak, halkın demokrasiden umudunu daha baştan kesmiş oldular.

Bu oyun oynanmamalıdır. Egemen güçlerin demokrasiyi askıya alma girişimlerine karşı çıkılmalı ve bu oyun bozulmalıdır.

Bugün, TBMM'de halkın çıkarlarını savunacak, halka ve ülkeye güven verecek bir yapı yoktur ve yarın bu koşullarda yapılacak bir seçimlerde de bu yapı oluşmayacaktır. Politikacılar kendi yandaşlarına çıkar sağlamak dışında hiçbir şey yapmamaktalar ve yapmayacaklardır. Seçimler sadece, devlet kasasından ceblerini dolduranları değiştirecek, yeni isimler köşe dönecektir.

Tüm bu olumsuz koşullara karşın yapılacak şey öncelikle bu seçim yasasının değiştirerek, ülke ve yerel barajları kaldırarak halkın oy verdiği tüm partileri ve bağımsız adaylara meclisin önünü açmak olmalıdır. Bu durum en azından halkın meclise olan güvenini yeniden sağlayacak ve halkın her kesiminin temsili ve mecliste görüşlerinin savunulmasını sağlayacaktır.

Aksi halde yapılacak ilk seçimlerde FP ve DYP'nin koalisyon hükümeti gündeme gelecek ya da meclis dışı güçlerle azınlık koalisyonu kurulacak ve TBMM'den umudunu yitirmiş halka demokratik olmayan seçenekler sunulacaktır.

GENEL AF
Rahşan Ecevit'in ortaya attığı af konusu değişik çevrelerden tepkiler almaya devam ediyor. Herkes affı kendi çıkarları doğrultusunda savunuyor veya karşı çıkıyor. Medya ise af konusunda timsah gözyaşları dökmeye başladı bile. Her konuda olduğu gibi bu konuda da oynanan oyun çok açık. Affın kamuoyuna mal olarak genel bir kampanyaya dönüşmemesi. Medya bunu engellemek için kafa karıştırmaya başladı ve başarısını da görmemek mümkün değil.

Düzenin suçlu ürettiği bir toplumda affı savunmamak elbette demokratlıkla bağdaşmaz. Türkiye, geçmiş yaralarını sarmak ve vatandaşlarıyla yeniden barışmak istiyorsa, sınırsız, koşulsuz ve her alanda bir af çıkarmak zorundadır.

Cezaevinde her ne koşulda yatan olursa olsun tamamının serbest bırakılması, sicil , öğrenci, Bağ-Kur, SSK, Vergi, imar vb konularda genel ve sınırsız af çıkmalı ve Anayasa ve ceza yasası, günümüz koşullarına göre yeniden düzenlenmelidir. Medyanın kafa karıştırmalarına karşı halkımızın savunması gerekenler bunlardır.

Bazı kurum ve kişiler af da sınır getirmek istemektedirler. Örneğin devleti dolandıranlar, faili meçhul cinayetlere karışanlar, işkence yapanlar vb. suçların af kapsamı dışında bırakılmasını istemektedirler. Oysa bunlar zaten cezaevinde değillerdir. Af da sınır getirmek affı savunulamaz hale getirmektir.

Ne suç işlerse işlesin, herkesin yaşamına bir şans daha verilmesi gerektiğine inanıyor ve toplumu daha insalcıl duygularla davranması gerektiğine inanıyorum.
10 AĞUSTOS 1998

Sağduyulu olmak

17 OCAK 2000

Hükümet Öcalan'ın idam kararını meclise getirmeme ve Avrupa İnsan Hakları Mahkamesi'nin kararını bekleme yolunu seçti. Bu durum hükümet ortağı olan MHP başta olmak üzere bir çok kurum ve kuruluşu güç durumda bıraktı.

Daha düne kadar "Apo'nun cezasını biz vereceğiz" diyen MHP şimdi Apo'nun kurtarıcısı olduğu gerekçesiyle sert eleştirilere hedef oluyor.

Hükümetin bu bekletme kararı, Cumhurbaşkanı, MGK, MİT ve benzeri kurumlar tarafından da destekleniyor.

Tüm dünya ve geçmiş tarihimiz de idamların hiçbir zaman amacına ulaşmadığını aksine idam edilen kişileri unutulmaz birer kahraman haline getirdiğini görüyoruz. Bunun yanında var olan sorunların çözülmediğini daha da keskinleştiği de tarihsel bir gerçek.

Türk ve Kürt halklarının bir arada kardeşçe yaşamasını istiyorsak tarihsel olaylardan da ders çıkarmamız gerekir.

Gerçi hükümet idamdan dönüş olmadığını kararın sadece 1.5 yıl geçikmeli olarak uygulanacağını açıkladı. Fakat AB'nin kapılarının aralandığı günümüzde idam kararının uygulanması 1.5 yıl sonra da olsa oldukça zor görülüyor.

Bu arada şehit aileleri de Türkiye'nin hemen her yerinde protesto gösterileri düzenliyor, imza kampanyaları açıyor. En yakını ölmüş birinin Apo'nun asılmasını istemesini anlayışla karşılamamak elde değil. Fakat medyanın şehit yakınlarını sürekli ekranlara getirmesi şimdi de hükümetin kararını desteklemesi de onların tutarsız yayın çizgisinin bir göstergesi.

Dünya ülkelerinin büyük çoğunluğunda kaldırılmış olan idam cezasının ülkemizde de kaldırılması ve tüm böylesi tartışmaların son bulması yaşadığımız çağın bir koşulu olmalıdır.

Ne suçtan olursa olsun tüm idam cezaları yasalarımızdan çıkarılmalıdır.

Sonuç olarak hükümetin bekletme kararı olumlu bir karardır ve desteklenmelidir. Halkımız da sağduyulu olarak düşünüp 'kana kan, intikam' gibi çağdışı düşüncelere kapılmadan, barış ve kardeşliğin önüne engel çıkarılmasına izin vermemelidir.

17 OCAK 2000

Marksistler ve Atatürk

13 KASIM 2000

Osmanlı Devletinin son egemenleri, kendi saltanatlarının devamı ve çıkarları için tüm ülkeyi emperyalistlere peşkeş çekmesinden ve ülkenin birçok kesimi emperyalist güçler tarafından işgale uğramasından sonra yurdun dörtbir yanından işgalci güçlere karşı direniş hareketi başladı.

Emperyalistlerle işbirliği yapan vatan düşmanı Osmanlı kalıntılarının suçlu ilan edip dağ-tepe aradığı efeler ilk direnişi başlatarak, Yunan ordusunun Ege'de ilerleyişini durdurmuşlar ve 'Çerkes Ethem' komutasında birleşerek, sivil bir direniş ordusu örgütlemişlerdir. Bu yapı Ege'de Yunan ilerleyişini durdurduğu gibi, ülke içindeki birçok yobaz ayaklanmaları da bastırarak, Ankara Hükümetinin güvenliğini de sağlamışlardır. Tüm tarih kitapları böyle yazar.

Rus devriminden etkilenen Çerkes Ethem'in 'Yeşil Ordusu' ülkenin kurtuluşuna sayısız katkılar sağladıktan sonra, Atatürk'ün tek başlı, tek ordulu, tek merkezli Ankara Hükümeti kararından sonra, bir tek kurşun sıkmayarak ya dağılmış ya da Atatürk birliklerine katılmışlardır. Çerkes Ethem ise hayatını kurtarmak için Yunanistan üzerinden Avrupa'ya sığınmıştır.

Anadolu'daki efeler dışında Avrupa'da eğitim görmüş, Marksist olmuş komünistler, sayıları yüzbinleri bulan Osmanlı-Rus savaşında Rus'ların eline geçen esirlerin devrimle birlikte serbest bırakılmasından sonra bu esirler, devrimden etkilenerek ya Kızılordu saflarına katılmışlar ya da ülkeye gelerek işgalci güçlere karşı savaşmışlardır.

İstanbul'da kurulmuş olan komünist örgütler, düşmanın elinden cephane ve silah çalarak Ankara hükümetine göndermesi ve Lenin Başkanlığındaki Sovyetler Birliğinin Ankara hükümetine ciddi silah ve para yardımları da tarih kitaplarında yer alan gerçeklerdir.
Mustafa Kemal Atatürk, ülkenin bağımsızlığını ve egemenliğini sağlamış, bunun için dünya emperyalist güçlerine karşı savaşmış ulusal bir kahramandır. Bunu SSCB arşivleri de, Türk marksist arşivleri de böyle yazar.

Türk marksistleri Atatürk'ü baştan beri desteklemişler ve emperyalist işgalcilere karşı aynı cephe içinde savaşmışlardır. Atatürk ile ters düştükleri konu ise ülkenin kapitalist kalkınma yolunun seçilmesi olmuştur. Bu ayrı bir yazı konusudur.

Bugün de marksistler ülkenin egemenliği için çağdaş bir yaşam için karanlık, örümcek kafalılara karşı Atatürk ilke ve devrimlerini savunmaktadırlar.

Fakat günümüzde Atatürk'e olan kin ve düşmanlıklarını kusmak isteyen bir takım örümcek kafalı kişiler sahte Atatürkçüleri örnek göstererek 'Ben Atatürkçü değilim' demek cesaretini gösteriyorlar. Fakat Atatürk nasıl onların tarihin çöplüğüne gömdüyse bu artıkların da tarihin çöplüğüne gömülmeleri yakındır.

Kimse tarihin ilerleyişini durduramaz. 'Kimse nehirdeki aynı suda ikinci defa yıkanamaz'.

Atatürk'ü ölümünün 62. yıldönümünde saygıyla anıyorum.

Saygılarımla...

13 KASIM 2000

SOSYAL DEMOKRATLARIN SON MOHİKANLARI

11 OCAK 1999

18 Nisan'da yerel ve genel seçimlere yaklaştığımız günümüzde CHP 'Altın Vuruş'a hazırlanıyor.

Aslında herşey SODEP'in Halkçı Parti ile birleşmesiyle başladı. 12 Eylül emir-komuta zinciri içinde kurulan HP, SODEP'in seçimlere sokulmamasıyla sosyal demokrat parti olarak pazarlanmış ve %33 civarında oy alarak meclise girmişti. Fakat o günün koşullarında, meclis dışı partilerin meclis içi partilerden güçlü olması sonucu tıkanan politikanın aşılması için hazırlanan halkı satış planlarından birisi de SODEP'in HP ile birleşerek meclisi kamuoyu önünde yasallaştırma girişimiydi. Devletin II. adamının oğlu Erdal İnönü elbette devletle takışmazdı ve 12 Eylülcülerle uzlaşarak, HP ile birleşerek meclise girdi. Bunu DYP'de izledi. Sonuç olarak 12 Eylülcüler yargılanmak yerine ödüllendirilmiş, dokunulmazlık zırhına bürünmüş oldular.

Sosyal demokratların bu tavrı halka ihanet çizgisinin en uç noktasına gelmiş oldu. Bu ihanet çizgisi sosyalist ihanetin çok ötesinde kendi en temel kavramlarına ihanetin temelini oluşturdu.

Devlet egemen güçleri, kendi egemenliklerini sürdürmek için politik partileri politikasızlaştırmaları gerektiğini çok iyi biliyordu. Bunun için de önce parti liderleri, politikada yeteneksiz, beceriksiz kişilerden oluşmalıydı. Böylece 'genç nesil' adı altında, Çiller, Yılmaz, Baykal partilerinde genel başkan oldular. Bu liderler sayesinde de ülkede, kirlenme, mafyalaşma, çeteleşme, talan ve soygun en üst noktaya ulaştı.

Torun sahibi Baykal 'Genç Lider' olarak CHP'ye genel başkan olmasından sonra sosyal demokratlar, bulicin giyerek, yelkenleri şişirerek, Yeni Dünya Düzenini, özelleştirmeyi savunarak, Kabe'yi ABD kabul ederek politika yapmaya başladılar. Bu 'başarılı' politikaları sonucu %10 oy oranı ile barajı aşmayı başarabildiler.

'Avrupa’dan esen rüzgarları' da arkasına alan Baykal liderliğindeki CHP şimdi de 18 Nisan'da genel ve yerel seçimlere hazırlanıyor. Nereye aday olursa olsun, parti görevinden istifayı zorunlu kılan ve boşalan yönetim kurulu üyelikleri ve başkanları seçimle değil de kendisinin atamalarıyla doldurmayı hedefleyen Baykal böylelikle parti içindeki SHP kökenlilerden ve muhaliflerinden kurtulmuş olacak. Fakat %10 barajını aşabilecek mi? o önemli değil. Önemli olan küçük de olsa partinin Baykal'ın olması.

Hükümeti düşürme nedenini açıklama yerine, parti içinde ayak oyunlarını seçen Baykal'ı artık tüm ülke tanıdı. Fakat görünen o ki onu en az kendi partisi içindeki seçilme hırsı olanların tanıyamamış olması. Sosyal demokratların son Mohikanları uykularında seçilmiş olmanın hülyalarını görürken, Baykal 'Altın Vuruş' ile hem kendisini hem partisinin sonunu hazırlıyor.

Sosyal demokrat taban ise, duyarlı, demokrat, ilerici insanları ise partinin bu gidişine karşı çıkarak, ön seçimleri savunmak yerine, 'Deneyimli politikacı' görüntüsüyle, bir yerlere aday gösterilmek için veya boşalan kadrolara atanmak için sıra bekliyor.

'Altın Vuruş' ülke demokrasinin umutların, özlemlerin tükenişini getirmeyecek fakat 'Son Mohikanların' biryerlere seçilmeyi düşünenlerin defterini kapatacak.

11 OCAK 1999

BANKALARIN ÖZELLEŞTİRİLMESİ

12 MART 2001

Türkiye Kemal Derviş ile birlikte yeni bir yönetime giriyor. Kimi çevrelerce, Eyalet Valisi olarak atandığı ileri sürülen Derviş'in, Dünya Bankasından, ekonomiden sorumlu bakanlığa getirilmesi "iş çevreleri" tarafından sevinçle karşılandı. Derviş neredeyse bir kurtarıcı olarak değerlendirildi. Yine aynı çevreler Derviş'in ulusal bir ekonomi programı hazırlayacağını ileri sürmeye başladı.

Dünya Bankası Genel Başkan Yardımcılığından gelen birinin uyruğu ne olursa olsun ulusal bir program uygulaması mümkün değil. Derviş'in uygulayacağı program eski uygulanan programın tıpkısı olacaktır. Fark sadece seçmenlerden, ulusal yapılardan çekinerek uygulanamayan; Bankaların, Telekom 'un, THY'nin v.b. özelleştirmeleri olacaktır.

Ekonomik bunalımın tüm yükü yine orta ve dar gelirli kesime yüklenecek. Zenginler yine çok zengin, fakirler yine çok fakir olacak, orta kesim de ayakta kalması zorlaşacaktır.

Medya ve Holdinglerin iç içe geçtiği günümüzde bankaların özelleştirilmesi için yoğun bir bombardımanla karşı karşıyayız.

Ekonomik bunalımın kaynağı devlet bankaları olarak gösteriliyor.

Oysa gerçek hiç de öyle değil. Günümüzde özel bankalar devletin sırtında büyük bir yüktür ve bunalımın temelinde de özel bankalar önemli bir yer tutmaktadır.

Türkiye'nin en büyükleri olan Koç ve Sabancı da dahil olmak üzere hemen tüm holdingler devletten beslenmektedirler. Bankalar topladıkları paraları devlete satmaktadırlar. Bankaların kuruluş amacı, vatandaştan topladıkları paraları yatırımcılara kredi olarak vermek, yatırımcılar da yeni iş olanakları yaratarak, artı değer üreterek para kazanmak ve bankaya borcunu ödemektir. Hangi banka bu işlevi görüyor? Bankalar eski verdikleri kredileri bile hemen geri istiyor. Bankaların kendilerine para lazım. Çünkü yüksek faizle devlete satacaklar.
Devlete para satmaktan başka özel bankalar bir de kendi şirketlerine parayı aktarıyorlar.

Sonra da devlet güvencesinde olduğu için önceden özelleştirilen bankalar da dahil tekrar devletleştirilerek borçlar devlet tarafından ödeniyor. Yaşarbank gibi.

Kamu bankalarının özelleştirilmesi yerine öncelikle denetime alınarak, verilen krediler araştırılmalı ve sorumluların tüm varlıklarına el konularak, cezai işlem başlatılmalıdır.
Batmakta olan özel bankaları yasal düzenlemeler yaparak kurtarmak yerine devlet güvencesi kaldırılmalıdır.

Devlet şayet para toplamak istiyorsa bunu özel bankalara trilyonlar kaptırarak değil doğrudan kendisi toplamalıdır.

Ülkemizde, işsizlik önlenmeden, ekonomik büyüme sağlanmadan bunalımdan çıkamaz, enflasyonu önleyemez tersine, görüldüğü gibi bunalım daha da artarak sürer. Bunları yapabilmek için ise 1930’lu yıllarda uygulanmaya başlanan Ulusal Kalkınma Planlarına geri dönmek gerekir.

Uluslararası finans kuruluşlarının tepeden atadığı adamlar ise ancak ve ancak bağlı bulunduğu finans kuruluşlarının çıkarlarını korumakla görevlidirler.

Bunalımdan çıkış yolu ulusal bir programdadır. Bunu yapabilmek için de "Emek Platformunun" bileşenlerinin; esnaf ve çiftçilerinde katılması ile genişlemesi ve ülke sorunlarına sahiplenmesinden geçer.

12 MART 2001

Avrupa Birliği, solculuk ve milliyetçilik

24 OCAK 2000

Son yıllarda Türkiye'de bir çok kavram birbirine karıştı. Solcular solculuklarını, milliyetçiler ise vatanlarını unutur oldu.

1980 yılları öncesi solcular gecekondu yıkımlarında barikatlarda yer alırken şimdi aynı solcular gecekondu affına karşı çıkar oldular. Solcular ülkedeki düzeni, dünyayı değiştirmekten vazgeçerek düzenin uysal muhalifleri konumuna geldiler. Yine 80 öncesi, "sivrisineklerle uğraşılmaz bataklıkla uğraşılır" diyenler günümüzde kar amaçlı kapitalist sistemi bir kenara bırakarak 'çevreci' oldular.

Yine, AB için 'onlar ortak, biz pazar' diyenler şimdi demokrasinin Avrupa'dan geleceğini umarak AB'ye girişi savunur oldular.

Kendilerine milliyetçi diyenler ise birden ülke sınırlarını ortadan kaldırmak için Avrupa kapılarında rica minnet dolaşır oldular.

Bir ülkenin kendi sınırları, gümrükleri, ordusu, bağımsız yargısı olmadan milliyetçilik nasıl olur? Bilemiyoruz.

En üst devlet yetkilileri de dahil olmak üzere koro halinde AB düşleri kurarken bir yandan da 'Nice binyıllara Cumhuriyetim' nutukları atıyoruz. AB'de sınır yok, gümrük yok, bağımsız milli bir yargı hatta milli bir Anayasa bile yok. Avrupa ortak bir cumhuriyete gidiyor. Birliğin kuruluş amacı da zaten bu.

Türkiye'de kavram kargaşası devam ediyor, daha dün bazı liderler, 'Avrupa da kim, bizim yargımıza nasıl karışır?" diyenler. Şimdi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararını beklemek gerektiğini savunur oldular.

ABD ve AB, sosyalist sistemin dağılmasından sonra ortaya çıkan devletleri yutmak için başlattığı kampanya kanlı bir şekilde sürmeye devam ediyor. Daha dün Balkanları kana bulayan emperyalistler şimdi de Kafkaslarda aynı oyunu oynamaya devam ediyor.

Elbette uzun gelecekte bağımsız hiçbir ülke kalmayacak ve dünya herkesin eşit ve kardeşçe yaşayacağı tek bir ülke olacaktır. Ülkeler bu birliğe eşit koşullarda ve gönüllü olarak katılacaklardır. Yoksa şimdiki gibi güdük, gelişme özürlü Türk burjuvazinin atıkları kampa amacıyla değil.

Biz idam cezasını yasalarımızdan çıkarmalıyız, Anayasa'daki tüm anti demokratik maddeleri temizlemeliyiz. Fakat bunları Avrupa istiyor diye değil, insan olmanın bir gereği olarak yapmalıyız. Fakat ne bunlar ne ithal demokrasi, istemekle olmaz. Herşey o toplumun istemleri ile bunları yaşama geçirmek için örgütlenmesiyle olur. Diğerleri ise tatlı birer düşten başka bir şey olamaz.

24 OCAK 2000

"YENİ BİR DÜNYA"

12 ŞUBAT 2001

Yeni kurulan Atatürk Cumhuriyeti, geri kalmış ülkenin kalkınabilmesi için kendine, Avrupa ülkelerini ve ABD'yi örnek alarak kapitalist kalkınma yolunu seçti. Bunun gerçekleşmesi için de o ülkelerde olduğu gibi tekeller yaratılmalıydı. Devlet eliyle tekel yaratma yani devlet eliyle zengin etme ekonomi politikası o yıllarda başladı.

Tüm yatırımlar özel sektöre bırakıldı. Yalnız özel sektörün gücünün yetmeyeceği ağır yatırımlar, demir-çelik gibi devlet tarafından yapılacak ve üretilen yarı mamül maddeler özel sektöre ucuza verilecekti. Özel sektör de ürettiği malları Pazar sorunu yaşamadan satıp kar elde edecek ve yeni yatırımlara yönelecekti. Bu sistemin adı da Karma Ekonomi oldu.

Fakat 1929-1934 yılları arasında dünya kapitalist sistemi ağır bir buhrana girdi. Sayısız işletmeler battı. Milyonlarca kişi işsiz kaldı. Elindeki hisse senetleri kağıt parçası haline gelen yüzlerce vatandaş intihar etti.

Bu kapitalist buhran Türkiye'nin kalkınma planlarını yeniden gözden geçirmesine neden oldu. Bunun sonucu olarak da Türkiye'de devletçilik ağır bastı. Ekonominin merkezi artık devletti.

Bu devletçi politikalar sonucu ülke ekonomisi güçlendi. Dev işletmeler kuruldu. Gayri safi milli hasılatımız arttı. Türkiye, dünyada örnek ülke haline geldi.

2. Dünya savaşı sonrası ekonomik ve askeri olarak dünya kapitalist sistemine mutlak hakim olan ABD'nin yayılma politikası içinde Türkiye'de vardı. DP iktidarı ile birlikte ABD hegomanyasına girmeyi gönüllü kabullendik. Özgür bağımsız bir dış politika izleyen Türkiye artık kapitalist kutup içinde kendini buldu.

Türkiye'nin dostları ABD, Fransa, Almanya, İngiltere idi. Kurtuluş savaşında savaştığımız ülkeler artık dostumuz, kurtuluş savaşı sırasında bize destek veren, savaş sonrasında da kalkınmamıza yardım eden SSCB ise düşmanımız oldu.

'Batı Kulübü' içinde yer almak için uğraşlarımız AB kapılarına kadar geldi, dayandı.

Fakat bu süreç içinde ekonomileri bizden kötü olan ülkeler bile bizi geldi geçti. Sayısız ülke ekonomik sorunlarını çözerken, işsizliği azaltır, ulusal gelirlerini artırarak vatandaşlarının gelir düzeyini iyileştirirken, bizler ise ağır bunalımlar içinde kıvranır olduk. Neredeyse ülkenin çalışabilir nüfusunun yarısı işsiz, sayısız esnaf iflas ediyor, en kötü gelir dağılımı olan ülkeler arasındayız. Yolsuzluklar, hırsızlıklar iğrenç düzeylere geldi. En önemlisi ekonomimizi düzeltemedik, sanayileşemedik. IMF'den birkaç kuruş almak için her tür ulusal değerlerimizden fedakarlık ettik, ediyoruz. Bunalım ise düzeleceğine daha da artıyor. Halk patlama noktasına doğru hızla ilerliyor.

Tüm bunlardan başka, dost olarak gördüğümüz ve girmek için neredeyse el-pençe durduğumuz avrupa ise birden karşımıza Ermeni sorununu çıkarıyor. Fransa Parlamentosu, "Ermeni Soykırımını' tanıyormuş. Almanya, İngiltere, İtalya ve ABD'de de benzer düşünceler yüksek sesle konuşuluyor.

ABD ve Avrupa ülkelerindeki bu Ermeni yanlısı tavır ise Ermeni oylarını alma hesabına dayanmıyor. Fransa gibi köklü tarihi ülke politikasını Ermeni Lobisi belirleyemez. Bu ülkeler Ermenileri de kullanarak, Türkiye üzerine baskı kurmak, ellerinde koz bulundurmak, gerektiğinde de, Çekoslovakya gibi, Yugoslavya gibi Irak gibi, "Burası Kürtlerin, burası Ermeniler" diyerek ülkemizi küçültmek.

Bugüne kadar izlediğimiz ekonomi politikaları da, uluslar arası ittifaklar da günümüzde iflas etmiş durumdadır. Türkiye bu aşamada tüm geçmişini, ittifaklarını sorgulayarak, İsmet İnönü'nün dediği gibi, "Yeni Bir Dünyada' yerini aramalıdır.

Görünen o ki ülkemiz bu yolu seçmek yerine hamaset edebiyatı ile sorunu çözmeye çalışıyor. Bu edebiyatla da ne kadar 'başarılı' olacak birlikte göreceğiz.

12 ŞUBAT 2001

DAR BOĞAZ

26 ŞUBAT 2001

Türkiye ekonomisi Cumhuriyet tarihinin en derin krizini yaşıyor. Türkiye'yi 1950 yıllarından beri yöneten sağ iktidarlar ülkeyi, dünyanın en geri ülkeleri arasına sokmayı başardılar.
Her şey DP iktidarı döneminde ABD yanlısı politikalarla başladı. Ulusal, bağımsız bir dış politika yerine ABD güdümünde politika yapmaya başladık. Atatürk döneminde başarıyla uygulanan planlı devlet ekonomisi yerine, her mahallede, devlet eliyle bir milyoner yaratmaya çalıştık.

1950'lerle başlayan dış borçlanmaya, Özal dönemi ile başlayan iç borçta eklenince, devletin vatandaşlardan topladığı vergilerin neredeyse tamamıyla dış ve iç borç faizlerini gider durumuna geldi.

Özelleştirme diyerek, devletin elindeki karlı işletmeleri, Telekom, Tek gibi özel sektöre peşkeş çektik. "Ekonomi özel sektörle büyüyecek," "Özel sektör istihdam yaratacak" dediler. Özel sektör var olan işçileri işleten çıkardı. Büyüme bir yana var olan işletmelerin yaklaşık %20'si kapandı. Bir o kadar kapamak üzere.

Milliyetçi söylemler adı altında, gümrüklerimizi yabancılara açtık. AB'ne girmek için didindik. AB ülkelerinin Ermeni sorununda olduğu gibi Türkiye ile ilgili hiç de dostane olmayan düşünceler içinde olduğunu gördük.

Sonuç olarak 1950 yılından beri izlenen sağ politikalar (Bunlara CHP-SHP'nin de içinde olduğu hükümetler dahil) Bizi büyük bir açmaza getirdi. Gayri safi milli hasılatta Yunanistan'ın 65 basamak altına düştük. Son yapılan devülasyonla 2 bin dolara düşen kişi başına gayri safi hasıla ile ülke olarak yoksulluk sınırına dayandık.

En kötü gelir dağılımında dünyada 4. sıradayız.

Biz Türkiye Vatandaşları olarak, böyle yaşamaya, başka ülke insanlarından 3-5-10 kat daha az parayla yaşamaya mecbur muyuz?

IMF Reçeteleri neyi iyileştirecek.

Son yaşanan olayların neden olduğu kriz sonrası, değiştirilmesi istenen ekonomik kurmayların yerine gelmeye hazırlananlar, IMF'nin reçetelerinin iyi uygulanmadığını söylüyorlar, IMF'nın kredilerini muhtaç olduğumuzu söylüyorlar.

IMF receteleri neyi iyileştirecek? Ekonomik büyümeyi mi sağlayacak, istihdam mı yaratacak? GSM Hasılayı mı artıracak? Sonuçta bizler daha iyi yaşama olanaklarını yakalayabilecek miyiz ? Hayır.

IMF reçeteleri, dış borçları ödeme güvencesini sağlamayı hedefliyor. Kendi alacaklarını sağlama bağlamak için faturayı orta kesime, esnafa, köylüye, işçiye, memura, dar gelirliye yüklemeye çalışıyor. Bu anlamda IMF'yi tümden ret etmeliyiz.

Çözüm Ne?
Bir çok bilim adamı, politikacılar IMF reçeteleri çerçevesinde çözüm önerileri savunuyorlar. Bir çok iyi niyetli unsur da yasal düzenlemelerden söz ediyor. Bunların hiç birisi çözüm değildir, olamaz çözüm tüm halkın aktif politikaya atılarak kendi çıkarılan doğrultusunda partileşerek iktidara gelmeleridir. Var olan hiçbir siyasi parti bunları yapabilecek bir yapıda değildir ve çözüm üretmekten uzaktırlar. Hükümetin acil olarak aldığı her tür önlem, zam demektir, faturayı halka yüklemek demektir.

Türkiye Çağdaş Uygarlık düzeyinde yerini almak istiyorsa;

1-Nato'dan çıkmalıdır.

2-AB'ne girmekten vazgeçmelidir.

3-Özelleştirmeden vazgeçerek, planlı kalkınma, karma ekonomik sistemi benimsemelidir.

4-Kendine başka ittifaklar bulmalıdır.

Türkiye'nin tüm bunları yapabilmesi içinde kaynak bulması çok kolaydır. Bunun için zorunlu mallar dışında tüm ithalat yasaklanmalıdır.

Devleti hortumluyanların hepsi ortaya çıkarılmalı ve mal varlıklarına el konulmalıdır. Tüm iç borçlar faizsiz olarak dondurulmalıdır. TSK'nin modernisazyonu çerçevesinde ayrılan 150 milyar dolar iptal edilmelidir. Bu koşullar altında Türkiye dış borçlarını ödeme ve kalkınma planların yaşama geçirme olanağını bulacaktır.

Türkiye'de özel sektör ise ekonomik büyümeyi üstlenebilecek durum ve kapasitede değildir.

En büyükleri zaten yabancı tröstlerin acentesi durumundadır ve onlar Çakıcı'nın efelenmesine karşılık verebilecek durumda bile değildirler.

Tüm bunlar yapılmazsa, halk kendi sorunlarına bir şekilde çözüm üretemez ise "Bu Türkiye'de yaşanmaz" demekten başka bir şey yapamayız.

26 ŞUBAT 2001