Son yıllarda tartışmaların özetini bu sözler teşkil ediyor.
Evet elbette iktidar sivillere verilmeli. Fakat siviller kim oluyor? Memur Mehmet bey, işçi Hasan usta, köylü Ali efendi veya Disk, Türk-İş, Kesk, Kamu-Sen Tekel işçileri ise iktidar hemen sivillere verilmeli. Fakat bu örgütlerin üstüne biber gazı, tazyikli su sıkanlar, hakkını arayan işçileri, Atatürk’ün İzmir’de denize döktüğü Yunanlılar gibi havuzlara döküp üstüne su sıkanlarsa, ben iktidarın bunların eline geçmesine karşıyım.
Devlet nedir?
Devlet egemen sınıfın baskı aracıdır. Ordudur, polistir, hukuk sistemidir, cezaevleridir. Bunlar kalıcıdır. Hükümetler ise geçicidir. Hükümetler devletin varolan iç ve dış politikalarını savunmakla sorumludurlar.
Peki hükümetler bu devleti değiştiremezler mi? Elbette değiştirirler. Devrim ve karşı devrim yaparlar. Örneğin Küba gibi devrim, örneğin İran gibi karşı devrim yaparlar. Fakat bunu yapmaları için arkasına halk desteği almaları gerekir. Oysa ülkemizde iktidarın arkasında böylesine bir halk desteği görülmüyor. İktidarın arkasında sadece AB-D desteği görülüyor. Bu destekle ne olabilir? göreceğiz.
Kapitalist sistemde, bankayı milyarlarca dolar hortumlayanlar hiçbir ceza yemezken, ekmek, baklava çalanlar yıllarca hapis yatarlar. Devletin önemli müfettişleri adliye memurunun 5 liralık pul parasını soruştururlerken, Tekelin 350 milyon dolara özel sektöre satılması ardından bir yıl geçmeden, tekelin 1 milyar dolara başkasına satılmasını soruşturamazlar. Çünkü yasalar böyle hazırlanmamıştır.
Ülkenin egemenleri Tekel işçilerine yılda 40 milyon lirayı çok görürler. Görürler çünkü, onlara yılda 40 milyon lira verirlerse pastadan 40 milyon lira azalır, büyüklerin payı da bu anlamda azalmış olur. İşte bu anlamda asgari ücrete 31 lira zam yapmak isterler. İşte bu yüzden ilaçları marketlerde satmak isterler.
Kozmik odalar
Devletin gizli sırları vardır. Bunlar birinci dereceden korunurlar. Fakat burada, şunu/bunu vurun, şuraya buraya gömün gibi belgeler aranıyorsa, ya bu devlet aptaldır ya da böyle düşünenler.
İngilizler bile İstanbul’u işgal edip Osmanlı arşivlerini böylesine didik didik etmemişlerdi. Gerçi onlar da Ermeni “soykırımı” ile ilgili belge aradılar bulamadılar.
Kürt, Ermeni, Alevi, Demokrasi açılımı
Hükümet bir çok açılım yapmaya çalıştı. Fakat hiçbirinde başarılı olamadı. Aslında gerçek açılım her renkleriyle sürüyor. “TEKEL AÇILIMI”
Tekel işçileri, Türk’ü ile Kürt’ü ile, Çerkez, Arnavut, Alevi, Sunisi ile, AKP’lisi, CHP, MHP, solcusu ile Ankara sokaklarında açılım yapıyor. Bu açılımın adı, “SINIF AÇILIMI”. Tüm örgütler, sağcısı, solcusu, Marksisti ile destekliyor.
Derin devlet
Hükümet nedense birden bire gerilimin şiddetini artırıyor. Birilerinin acelesi varmış gibi görülüyor. Fakat bu durumun çok ciddi riskleri de gündeme getiriliyor.
Son olarak:
Kozmik odadaki aramayı kim mi yapıyor? Gladyo…
Saygılarımla…
29 Aralık 2009 Salı
2 Aralık 2009 Çarşamba
İzmir, İzmir olmaya devam ediyor hala!
İlk kurşun’u saymıyorum, Yunanistan işgaline karşı örgütlü halk direnişinin Ege’den başladığını da saymıyorum.
Ya peki 12 Eylül’ün öncesi Tariş Direnişi’ni nasıl unutur insan? 12 Eylül öncesi, faşizme karşı, en ciddi halk direnişi idi Tariş direnişi. Eğer sol örgütler biraz daha özen gösterselerdi, o yıllar İzmir “Kurtarılmış Kent” bile olabilirdi. Ama olmadı.
Ya peki, 1980 yılı 1 Mayıs’ı nasıl görkemli bir şekilde kutlanmıştı İzmir’de?
Ondan sonra “netekim” geldi. Herkes içeri atıldı, işkence gördü, acı çekti. İzmir Emniyetinin Siyasi Şube kapısında, “rütbesi ne olursa olsun kimse içeri giremez” yazıları yazıldı.
Sonra, 1983 yılında seçimler yapıldı, “emir komuta” ile bile kurulmuş olsa Halkçı Parti İzmir’de birinci parti oldu. Evren’in desteklediği Turgut Sunalp’in partisi, seçime katılan üç partiden üçüncü oldu. 1984 yılında yapılan yerel seçimlerde ise Sunalp’in partisi havlu attı.
Bu İzmir şimdi oldu “faşist İzmir”.
12 Eylül yönetimi siyasi parti liderlerine yasak getirdi. Ecevit, Demirel, Erbakan filan. Özal, halk oylamasına gitti. “Yasaklar Kalksın mı?” diye. Sonuçta sadece, İzmir bile değil Karşıyaka oyları ile yasaklar kalktı.
Şimdi bu kent oldu “Faşist İzmir”.
İzmir’de, kızlar/erkekler şortla dolaşabilir, İzmir’de kızlar, anne/babalarını yanında erkek arkadaşlarını yanaklarından öpebilir, İzmir’de kızlar flörtleri ile anne/babasından izin alarak çıkabilir. İzmir’de insanlar köpekleri/kedileri ile yatabilir, İzmir’de insanlar, yazın sıcak günlerinde kedi ve köpekler, içsin/yesin diye kaldırımlara bir kabın içine su/yemek koyar.
Bu kente şimdi oldu “Faşist İzmir”.
İzmir’in bir çok yerinde kiliseler vardır, özgürce faaliyetlerini sürdürürler. İzmir’de her renkten/ ırktan insan vardır. İnanmazsınız Amerikalılar bile vardır.
İzmir insanı sevecendir, dosttur, İzmir insanı tüm insanları kucaklar. Ama İzmir insanı emperyalizme, emperyalist planlara karşıdır.
Sırası gelir, Afganistan’da masum insanları öldüren Amerikan askerlerini protesto eder, kafalarına yumurta atar komünistlerdir bunlar. Sırası gelir DTP konvoyuna taş atar, MHP’lidir bunlar.
Çünkü İzmir’de herk ırktan/ dinden insan olduğu gibi elbette MHP’liler, Bozkurt işareti yapanlar da vardır.
İzmir insanı sadece merkezde yaşamaz, İzmir insanı yaşar Bergama’da, “verin kaçırdığınız Zeus Sunağı’nı” der Alman militarizmine.
Çok uluslu emperyalistlerin kentini zehirlemesine, yer altı kaynaklarının talan edilmesine karşı çıkar, “siyanürlü altına hayır” der. Direnir, yaşlı genç, giyinik/ çıplak eylem yapar, haklılığını tüm dünyaya kanıtlar ama ne hikmetse hükümetlerin kulakları tıkalıdır.
Yargıya gider Danıştay’dan karar çıkartır ama uygulayan olmaz. Ergenekon davasında, “yargıya güvenmek lazım diyenler” Bergama’da yargı kararlarını yok sayar. İzmir’e “faşist” diyenlerden, “böyle iki yüzlülük olmaz” diyen çıkmaz.
Dikili Belediye Başkanı on ton su tüketimine ücret almaz. Ücret almadığı için yargılanır mahkemelerde. İzmir’e “Faşist” diyenlerden ses çıkmaz.
İzmir uzun bir sahil şerididir aynı zamanda. Yaz aylarında orada insanlar rahatça denize girer, serinler, pek türban/haşama yoktur bu sahil şeridinde. Belki de İzmir, ülkenin en uzun kumsalına sahiptir.
Bu yüzdendir, hainlerin, işbirlikçilerin, şeriat özlemcilerinin kinleri. Bu yüzden, “faşist İzmir” diye saldırırlar, dünyanın en demokratik kentine.
Evet İzmir özellikle son 7 yıldır hemen hemen hiç yatırım almamıştır merkezi hükümetten. Çünkü “gavur İzmir”dir, “faşist İzmir”dir. Yatırım alamadığı gibi, kendi olanakları ile yapmak istediği yatırımlara bile hükümet izin vermez, Kocaoğlu yargıya gider kendi parası ile yapacağı yatırımlar için bile.
İzmir’in tüm ilçeleri şeriata kapalıdır. İşte bunun içindir İzmir’e saldırmalar işte bunun içindir, “gavur/faşist İzmir” saldırıları.
Onlar ne derse desin İzmir, İzmir olmaya devam edecektir hala.
Saygılarımla…
Ya peki 12 Eylül’ün öncesi Tariş Direnişi’ni nasıl unutur insan? 12 Eylül öncesi, faşizme karşı, en ciddi halk direnişi idi Tariş direnişi. Eğer sol örgütler biraz daha özen gösterselerdi, o yıllar İzmir “Kurtarılmış Kent” bile olabilirdi. Ama olmadı.
Ya peki, 1980 yılı 1 Mayıs’ı nasıl görkemli bir şekilde kutlanmıştı İzmir’de?
Ondan sonra “netekim” geldi. Herkes içeri atıldı, işkence gördü, acı çekti. İzmir Emniyetinin Siyasi Şube kapısında, “rütbesi ne olursa olsun kimse içeri giremez” yazıları yazıldı.
Sonra, 1983 yılında seçimler yapıldı, “emir komuta” ile bile kurulmuş olsa Halkçı Parti İzmir’de birinci parti oldu. Evren’in desteklediği Turgut Sunalp’in partisi, seçime katılan üç partiden üçüncü oldu. 1984 yılında yapılan yerel seçimlerde ise Sunalp’in partisi havlu attı.
Bu İzmir şimdi oldu “faşist İzmir”.
12 Eylül yönetimi siyasi parti liderlerine yasak getirdi. Ecevit, Demirel, Erbakan filan. Özal, halk oylamasına gitti. “Yasaklar Kalksın mı?” diye. Sonuçta sadece, İzmir bile değil Karşıyaka oyları ile yasaklar kalktı.
Şimdi bu kent oldu “Faşist İzmir”.
İzmir’de, kızlar/erkekler şortla dolaşabilir, İzmir’de kızlar, anne/babalarını yanında erkek arkadaşlarını yanaklarından öpebilir, İzmir’de kızlar flörtleri ile anne/babasından izin alarak çıkabilir. İzmir’de insanlar köpekleri/kedileri ile yatabilir, İzmir’de insanlar, yazın sıcak günlerinde kedi ve köpekler, içsin/yesin diye kaldırımlara bir kabın içine su/yemek koyar.
Bu kente şimdi oldu “Faşist İzmir”.
İzmir’in bir çok yerinde kiliseler vardır, özgürce faaliyetlerini sürdürürler. İzmir’de her renkten/ ırktan insan vardır. İnanmazsınız Amerikalılar bile vardır.
İzmir insanı sevecendir, dosttur, İzmir insanı tüm insanları kucaklar. Ama İzmir insanı emperyalizme, emperyalist planlara karşıdır.
Sırası gelir, Afganistan’da masum insanları öldüren Amerikan askerlerini protesto eder, kafalarına yumurta atar komünistlerdir bunlar. Sırası gelir DTP konvoyuna taş atar, MHP’lidir bunlar.
Çünkü İzmir’de herk ırktan/ dinden insan olduğu gibi elbette MHP’liler, Bozkurt işareti yapanlar da vardır.
İzmir insanı sadece merkezde yaşamaz, İzmir insanı yaşar Bergama’da, “verin kaçırdığınız Zeus Sunağı’nı” der Alman militarizmine.
Çok uluslu emperyalistlerin kentini zehirlemesine, yer altı kaynaklarının talan edilmesine karşı çıkar, “siyanürlü altına hayır” der. Direnir, yaşlı genç, giyinik/ çıplak eylem yapar, haklılığını tüm dünyaya kanıtlar ama ne hikmetse hükümetlerin kulakları tıkalıdır.
Yargıya gider Danıştay’dan karar çıkartır ama uygulayan olmaz. Ergenekon davasında, “yargıya güvenmek lazım diyenler” Bergama’da yargı kararlarını yok sayar. İzmir’e “faşist” diyenlerden, “böyle iki yüzlülük olmaz” diyen çıkmaz.
Dikili Belediye Başkanı on ton su tüketimine ücret almaz. Ücret almadığı için yargılanır mahkemelerde. İzmir’e “Faşist” diyenlerden ses çıkmaz.
İzmir uzun bir sahil şerididir aynı zamanda. Yaz aylarında orada insanlar rahatça denize girer, serinler, pek türban/haşama yoktur bu sahil şeridinde. Belki de İzmir, ülkenin en uzun kumsalına sahiptir.
Bu yüzdendir, hainlerin, işbirlikçilerin, şeriat özlemcilerinin kinleri. Bu yüzden, “faşist İzmir” diye saldırırlar, dünyanın en demokratik kentine.
Evet İzmir özellikle son 7 yıldır hemen hemen hiç yatırım almamıştır merkezi hükümetten. Çünkü “gavur İzmir”dir, “faşist İzmir”dir. Yatırım alamadığı gibi, kendi olanakları ile yapmak istediği yatırımlara bile hükümet izin vermez, Kocaoğlu yargıya gider kendi parası ile yapacağı yatırımlar için bile.
İzmir’in tüm ilçeleri şeriata kapalıdır. İşte bunun içindir İzmir’e saldırmalar işte bunun içindir, “gavur/faşist İzmir” saldırıları.
Onlar ne derse desin İzmir, İzmir olmaya devam edecektir hala.
Saygılarımla…
22 Kasım 2009 Pazar
YALANLAR VE GERÇEKLER –II-
Yalan: Türk devleti yaratmak için kardeş kardeş yaşayan halklar katledildi.
Gerçek: Osmanlı Devleti gücünü yitirdikten sonra, Avrupa ülkeleri Osmanlıyı yutmak için azınlıkları ayaklandırdı. Kardeş kardeş yaşamayı önce azınlıklar bozdu.
Ayrıca sadece Türkiye’de değil, dünyadaki tüm ulus devletler kan ve göz yaşı üzerine kurulmuştur.
Eğer Mustafa Suphi ve arkadaşları katledilmeseydi ve eğer Yeşil ordu ile birleşebilselerdi, böylesine acıların yaşanmasının önüne geçilebilecekti.
Yalan: İttihak ve Terakki, baskıcı devlet geleneğini temsil eder, onun geleneğini Mustafa Kemal ve CHP sürdürür.
Gerçek: Mustafa Kemal her ne kadar İttihak ve Terkaki ile arasına kalın bir çizgi çizdiyse de ulus devlet yaratma anlamında benzer politikaları savunmuştur. CHP de bu çizginin savunucusu olmuştur.
Fakat günümüzde CHP’yi hala bu çizgide görmek mümkün değildir. Çünkü CHP’nin temel ilkesi olan 6 Ok’un hiçbir maddesi bugün savunulmamaktadır. CHP, İttihak ve Terkaki’nin ulusal çizgisini terk etmesinin üzerinden on yıllar geçmiştir. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın izlediği çizgi İttihak ve Terakki çizgisi değil, ABD çizgisidir.
Yalan: Türkiye Cumhuriyeti; İttihak ve Terakki geleneğinin devamı olarak, TSK’nin askeri vesayet yöntemi ile yönetilmektedir.
Gerçek: TSK’leri 1960 darbesinin etkisinin geçmesinden sonra tamamen ABD’nin vesayeti altına girmiştir. TSK özellikle 1970 yılından beri ülkemizde ABD, (NATO) çıkarlarını savunmaktadır. Şu anda da AKP ile süren kavga aldatmacadır. TSK’nın üst yönetimi de AKP de ABD çizgisindedir ve her iki kurum da gayet iyi anlaşmaktadır. (Büyükanıt’ın görev süresini uzatma girişimleri, ona alınan lüks zırhlı aracı da unutmamak gerekir.)
Yalan: Türkiye’de, 1960,70,80’de yapılan darbeler ABD destekli olarak yapılmıştır.
Gerçek: 70 ve 80 darbeleri emir komuta içinde ABD destekli olarak yapılmıştır. 1960 darbesi ise emir komuta dışında yapıldığı için ABD’nin darbe örgütleme şansı olmamıştır. Günümüzde de esas korku, emir komuta dışında, ABD karşıtı, solcu ve Avrasya yanlısı bir darbedir. Ergenekon olayı da bunun önüne geçmek içindir. Menderes sonuna kadar ABD’cidir ve binlerce Türk genci ABD’nin emperyalist çıkarları için Kore’de kırıma uğratılmıştır.
Yalan: ABD'li finans spekülatörü George Soros, 'Türkiye'nin en iyi ihraç ürünü ordusudur' diyor. Hemen herkes de buna inanıyor.
Gerçek: Türkiye, Adnan Menderes’in basiretsiz yönetimi altında Kore’ye savaşçı birlik göndermiş, binden fazla şehit, binlerce yaralı ile geri dönmüştük. Gerçi tüm NATO ülkeleri de oraya asker göndermişti. Fakat bundan sonra Türkiye, Balkanlara, Afrika’ya, Afganistan’a asker göndermiş ama hiçbiri savaşçı birlik olmamıştır. Bugün en kanlı çatışmaların yaşandığı Afganistan ve Irak’ta Avrupa devletleri askerleri vardır. Örneğin ABD nereye savaş açsa arkasında İngiltere vardır. İngiltere’nin olduğu yerde, Kanada vardır, Avustralya vardır. Soros önce gitsin “uygar”, “demokratik” Avrupa ülkelerinin orduları nerede katliam yapıyor onlara baksın.
Yalan: Almanya yaptığı soykırım yüzünden Yahudilerden özür dilemiştir.
Gerçek: Almanya savaşta yenildiği için ABD’nin dayatması sonucu soykırımı kabul etmiş, özür dilemiş ve tazminat ödemiştir. Ama eğer Almanya savaşı kazanmış olsa idi özür filan söz konusu olmayacaktı. Almanya’nın bu konuda samimi olmadığı Berlin’i yeniden başkent yapmasından bellidir. Eğer bugün Almanya’nın güçlü bir ordusu olsa tüm dünya yeni bir savaş tehdidi altında yaşıyor olurdu. Ayrıca ABD neden özür dilemiyor? Tokyo bombardımanı, Hiroşima, Nagasaki atom bombası bir kitle kırımı değil midir?
Yalan: CHP/Baykal son kaledir. Eğer Baykal da giderse şeriatın önü açılır.
Gerçek: son yıllarda yapılan tüm seçimlerde; CHP’ye oy vermezseniz, “şeriat gelir” dediler, biz CHP’ye oy verdik, dinci partinin oyu arttı, biz oy verdik dinci partinin oyu arttı. Bugün basında, Baykal aleyhinde, onu karalamaya yönelik hiçbir haber yorum çıkmıyorsa bunun nedeni ABD’nin basını susturmasıdır. Baykal, Sav, Öymen geleneği, neslini tüketmiş, ABD vesayeti ile ayakta durmakta ve ABD’ye biat etmektedirler. Herkesin bildiği gibi Baykal’ın hedefi iktidar filan değil, yüzde on barajını geçmektir. Türkiye’nin demokratikleşmesi için ilk koşul, Baykal ve Tunceli katliamını savunan ekipten kurtulmak gerekmektedir. CHP/Baykal AKP hükümetinin koltuk değneğidir.
Yalan: her tür ulusalcılık/milliyetçilik kötüdür.
Gerçek: dünyadaki tüm devletler ulasal/milliyetçidir. Zaten başka türlü devlet de olamaz. Ulusu/milleti olmayan bir tek devlet yoktur. Elbetteki burada ulus/millet o ülkede yaşayan tüm vatandaşlardır. Devlet, merkezi, özerk, federe devlet de olabilir. Sosyalist ülkeler de ulus/milli devlettir. Ulus/millet, devlet yok edilemez. Hiç kimse ulusalcılığı, milliyetçiliği, devleti yok edemez. Devletler ancak sönümlenebilir. Devletlerin sönümlenmesi için tüm dünyada kapitalizmin/emperyalizmin yok olması gereklidir. Sosyalist ulus/milli devletler kapitalist devletlerin aksine başka ulusları sömürmezler. Tersine onların kurtuluş savaşlarına destek olurlar. Ayrıca, sosyalist devletler emperyalizme karşı çıkar, savaşırlarken bile o ülkenin emekçi halkına destek verirler. Fakat, örneğin, 2. dünya savaşında SSCB uçakları bir Alman tümenini bombalarken o Alman tümeni içinde emekçi halkın çocukları olduğunu bilir. Fakat ulus/vatan savunması için bu kaçınılmazdır.
Yalanlar ve Gerçekler sürecek.
Saygılarımla…
Gerçek: Osmanlı Devleti gücünü yitirdikten sonra, Avrupa ülkeleri Osmanlıyı yutmak için azınlıkları ayaklandırdı. Kardeş kardeş yaşamayı önce azınlıklar bozdu.
Ayrıca sadece Türkiye’de değil, dünyadaki tüm ulus devletler kan ve göz yaşı üzerine kurulmuştur.
Eğer Mustafa Suphi ve arkadaşları katledilmeseydi ve eğer Yeşil ordu ile birleşebilselerdi, böylesine acıların yaşanmasının önüne geçilebilecekti.
Yalan: İttihak ve Terakki, baskıcı devlet geleneğini temsil eder, onun geleneğini Mustafa Kemal ve CHP sürdürür.
Gerçek: Mustafa Kemal her ne kadar İttihak ve Terkaki ile arasına kalın bir çizgi çizdiyse de ulus devlet yaratma anlamında benzer politikaları savunmuştur. CHP de bu çizginin savunucusu olmuştur.
Fakat günümüzde CHP’yi hala bu çizgide görmek mümkün değildir. Çünkü CHP’nin temel ilkesi olan 6 Ok’un hiçbir maddesi bugün savunulmamaktadır. CHP, İttihak ve Terkaki’nin ulusal çizgisini terk etmesinin üzerinden on yıllar geçmiştir. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın izlediği çizgi İttihak ve Terakki çizgisi değil, ABD çizgisidir.
Yalan: Türkiye Cumhuriyeti; İttihak ve Terakki geleneğinin devamı olarak, TSK’nin askeri vesayet yöntemi ile yönetilmektedir.
Gerçek: TSK’leri 1960 darbesinin etkisinin geçmesinden sonra tamamen ABD’nin vesayeti altına girmiştir. TSK özellikle 1970 yılından beri ülkemizde ABD, (NATO) çıkarlarını savunmaktadır. Şu anda da AKP ile süren kavga aldatmacadır. TSK’nın üst yönetimi de AKP de ABD çizgisindedir ve her iki kurum da gayet iyi anlaşmaktadır. (Büyükanıt’ın görev süresini uzatma girişimleri, ona alınan lüks zırhlı aracı da unutmamak gerekir.)
Yalan: Türkiye’de, 1960,70,80’de yapılan darbeler ABD destekli olarak yapılmıştır.
Gerçek: 70 ve 80 darbeleri emir komuta içinde ABD destekli olarak yapılmıştır. 1960 darbesi ise emir komuta dışında yapıldığı için ABD’nin darbe örgütleme şansı olmamıştır. Günümüzde de esas korku, emir komuta dışında, ABD karşıtı, solcu ve Avrasya yanlısı bir darbedir. Ergenekon olayı da bunun önüne geçmek içindir. Menderes sonuna kadar ABD’cidir ve binlerce Türk genci ABD’nin emperyalist çıkarları için Kore’de kırıma uğratılmıştır.
Yalan: ABD'li finans spekülatörü George Soros, 'Türkiye'nin en iyi ihraç ürünü ordusudur' diyor. Hemen herkes de buna inanıyor.
Gerçek: Türkiye, Adnan Menderes’in basiretsiz yönetimi altında Kore’ye savaşçı birlik göndermiş, binden fazla şehit, binlerce yaralı ile geri dönmüştük. Gerçi tüm NATO ülkeleri de oraya asker göndermişti. Fakat bundan sonra Türkiye, Balkanlara, Afrika’ya, Afganistan’a asker göndermiş ama hiçbiri savaşçı birlik olmamıştır. Bugün en kanlı çatışmaların yaşandığı Afganistan ve Irak’ta Avrupa devletleri askerleri vardır. Örneğin ABD nereye savaş açsa arkasında İngiltere vardır. İngiltere’nin olduğu yerde, Kanada vardır, Avustralya vardır. Soros önce gitsin “uygar”, “demokratik” Avrupa ülkelerinin orduları nerede katliam yapıyor onlara baksın.
Yalan: Almanya yaptığı soykırım yüzünden Yahudilerden özür dilemiştir.
Gerçek: Almanya savaşta yenildiği için ABD’nin dayatması sonucu soykırımı kabul etmiş, özür dilemiş ve tazminat ödemiştir. Ama eğer Almanya savaşı kazanmış olsa idi özür filan söz konusu olmayacaktı. Almanya’nın bu konuda samimi olmadığı Berlin’i yeniden başkent yapmasından bellidir. Eğer bugün Almanya’nın güçlü bir ordusu olsa tüm dünya yeni bir savaş tehdidi altında yaşıyor olurdu. Ayrıca ABD neden özür dilemiyor? Tokyo bombardımanı, Hiroşima, Nagasaki atom bombası bir kitle kırımı değil midir?
Yalan: CHP/Baykal son kaledir. Eğer Baykal da giderse şeriatın önü açılır.
Gerçek: son yıllarda yapılan tüm seçimlerde; CHP’ye oy vermezseniz, “şeriat gelir” dediler, biz CHP’ye oy verdik, dinci partinin oyu arttı, biz oy verdik dinci partinin oyu arttı. Bugün basında, Baykal aleyhinde, onu karalamaya yönelik hiçbir haber yorum çıkmıyorsa bunun nedeni ABD’nin basını susturmasıdır. Baykal, Sav, Öymen geleneği, neslini tüketmiş, ABD vesayeti ile ayakta durmakta ve ABD’ye biat etmektedirler. Herkesin bildiği gibi Baykal’ın hedefi iktidar filan değil, yüzde on barajını geçmektir. Türkiye’nin demokratikleşmesi için ilk koşul, Baykal ve Tunceli katliamını savunan ekipten kurtulmak gerekmektedir. CHP/Baykal AKP hükümetinin koltuk değneğidir.
Yalan: her tür ulusalcılık/milliyetçilik kötüdür.
Gerçek: dünyadaki tüm devletler ulasal/milliyetçidir. Zaten başka türlü devlet de olamaz. Ulusu/milleti olmayan bir tek devlet yoktur. Elbetteki burada ulus/millet o ülkede yaşayan tüm vatandaşlardır. Devlet, merkezi, özerk, federe devlet de olabilir. Sosyalist ülkeler de ulus/milli devlettir. Ulus/millet, devlet yok edilemez. Hiç kimse ulusalcılığı, milliyetçiliği, devleti yok edemez. Devletler ancak sönümlenebilir. Devletlerin sönümlenmesi için tüm dünyada kapitalizmin/emperyalizmin yok olması gereklidir. Sosyalist ulus/milli devletler kapitalist devletlerin aksine başka ulusları sömürmezler. Tersine onların kurtuluş savaşlarına destek olurlar. Ayrıca, sosyalist devletler emperyalizme karşı çıkar, savaşırlarken bile o ülkenin emekçi halkına destek verirler. Fakat, örneğin, 2. dünya savaşında SSCB uçakları bir Alman tümenini bombalarken o Alman tümeni içinde emekçi halkın çocukları olduğunu bilir. Fakat ulus/vatan savunması için bu kaçınılmazdır.
Yalanlar ve Gerçekler sürecek.
Saygılarımla…
6 Kasım 2009 Cuma
ABD’nin umudu AKP!
Dünyanın gelmiş geçmiş en güçlü ordusuna, en büyük ekonomisine sahip ABD sonunda kurtuluşunu AKP hükümetine bağlamış görünüyor.
ABD, sarsılan imajını ve İslam ülkelerine karşı düştüğü düşmanca tavrını Obama ile birlikte değiştirerek, gerek İslam dünyasına ve gerekse tüm dünyaya yeni bir imaj vermek istiyor. Bunu da gerçekleştirmek için AKP’ye güveniyor.
İster inanın ister inanmayın, ister kabul edin ister kabul etmeyin bugün Başbakan Tayip Erdoğan dünyanın en yetkili/güçlü kişisidir.
Henüz son şeklini almamış ve pratikte uygulanarak gerçekleştirilmeye çalışılan son ABD planı şudur;
Türkiye’ye Osmanlı rolü verilerek tüm dünya Müslümanlarının hamisi rolü oynatmak. Bu sayede tüm Müslüman ülkelerde Türkiye’nin etkinliğini artırarak, Türkiye ile birlikte o ülkelere ekonomik ve politik yerleşmek. Böylece savaş stratejisi de terk edildiği için ABD’nin tüm dünyada bozulan imajına da çeki düzen vermek.
ABD’nin son planı kısaca bu. Bu plan çerçevesinde, İsrail’e atış serbest. Sadece İsrail’e mi? Tüm batı liderleri de bu atışın içinde. Yarın Başbakan Erdoğan’ın Almanya, Fransa vb. ülke başkanlarına da çok ciddi eleştiriler yönetilirse şaşırmamak gerekir.
Sudan Devlet Başkanı Beşir’in Türkiye’ye gelmesi de, Cumhurbaşkanı Gül’ün de AB’ye, “siz kendi işinize bakın” sözleri de bunların göstergeleri.
Suriye ili ilişkilerin gelişmesi de, İran ile ekonomik işbirliği anlaşmaları da öyle.
ABD, kendi sorunlarını çözmek adına bilerek veya bilmeyerek Türkiye’yi bölgesel ve küresel bir güç yapma aşamasında.
Bu planın ekonomik, askersel ve politik etkilerine geçmeden önce, Kürt sorununun daha doğrusu ABD’nin istemi olan Kuzey Irak’taki PKK etkinliğinin sonlandırmasını da açıklamak gerekir.
Evet, herkesin düşündüğünün aksine, ABD artık büyük Kürt devleti kurmaktan, BOP’tan vaz geçmiş görülüyor. ABD’ye artık parçalanmış bir Türkiye değil güçlü bir Türkiye gereklidir.
Bu çerçevede, “eve dönüş” açılımı kesinlikle Kürt halkının özgürlük taleplerini karşılamaya yönelik değildir. Bu açılım sadece ve sadece PKK’yı bitirme açılımıdır ve bu projeye destek veren ÖDP, EMEK, Halk Evleri gibi kurumlar Kürt halkının demokratik haklarını değil ABD planını desteklemektedirler. Eğer, basında yer alan şekli ile doğruysa A. Öcalan da bu açılımın PKK’yı bitirme açılımı olduğunu söyleyerek, “eve dönüş”leri durdurduğunu açıklamıştır.
AKP hükümetinin ise ABD’nin istemi doğrultusunda sorunsuz bir Kuzey Irak istemine uygun olarak, “eve dönüş”leri yine gündemine aldığını görüyoruz.
Fakat ilk dönüşlerin ve biçiminin çok tepki alması üzerine hükümet bu kez, şöyle bir yöntem izleyecek gibi görülüyor; Mamur kampında yaşayan olaylara karışmamış yaşlı ve çocuklar getirilecek ve onların ne zor koşullarda yaşamaya çalıştıkları göz yaşları ile kamuoyuna yansıtılacak. Duygusal halkımızın bunları yememesi neredeyse olanaksız. Ve daha sonra da diğerleri sessiz sedasız ülkeye gelecek ve Kuzey Irak sorunsuz bölge olacak.
Peki PKK bunu kabul eder mi? Elbette etmeyecek. Fakat artık gerek AB ülkeleri ve gerekse ABD, PKK’ya desteği kesmiş durumdalar. Bu durumda PKK’nın uzun süre dağlarda yaşaması zorlaşacak. Ayrıca beklenen olası kopmalar da PKK’nın işini zorlaştıracak. Bunların yanında Kürt burjuvazisinin de Osmanlıcıkla birlikte büyüme düşleri PKK’ya en büyük darbe olacak.
ABD’nin bu projesi henüz tam olarak kesinleşmiş, netleşmiş değil, fakat ABD bu planı uygulamaya başlatmış görünüyor. Elbette ki ABD “Düşünce Kuruluşları” bu planın uygulanmasını, olası sonuçlarını filan tartışmaya devam ediyor.
Ülkemizde ise bu planı tam olarak okuyan da görülmüyor gibi. AKP ve TSK bu süreci anlamaya başladığı görülüyor. Önümüzdeki günlerde gerçekleşecek olan, Obama ve Erdoğan görüşmesinin konuyu netleştirmesi bekleniyor.
Türkiye gerçekten 1.6 milyar Müslüman’ın hamisi olabilir mi? Ya da bu planın Türkiye’de uygulama şansı var mı?
Eğer AKP süreci iyi okuyup yönetebilirse ne yazık ki var.
Bu plan işlemeye başladığı zaman, tüm Türk ve Kürt burjuvasisinin iştahlarının kabaracağı çok açık. Tüm güçleri ile AKP’nin arkasında olacaklardır.
TSK’ın bu projeye balıklama atlayacağı çok açıktır. Çünkü hangi ordu, bölgesel, küresel bir güç olmayı istemez?
MHP daha henüz işlerin pek farkında değilmiş gibi görünüyor ama tam da onun büyüme emellerine uygun düşüyor. Önümüzdeki günlerde AKP’nin en büyük destekçisi olması kaçınılmaz gibi görülüyor.
Bu plan sayesinde Doğan Medyasına el koymaya bile gerek kalmıyor. Her tür ekonomik faaliyet gösteren Aydın Doğan büyüme düşleri içinde “yandaş medya’dan bile AKP’ye daha iyi hizmet edeceği kesin.
Halkın tepkisini de törpülemek mümkün. Osmanlı demek ille de şeriat demek değil. Yeter ki Türkiye, Müslüman ülkelere dinci bir devlet görüntüsü versin yeter. Yarı Osmanlı yarı laik bir devlet oluruz olur biter. Ergenekon davası da el altından kapatılır gider.
Plan bu.
ABD, İsrail’e karşı kendisinin söyleyemediği sözleri Erdoğan’a söyletiyor. Aynı şey yarın diğer ülke liderleri için de söz konusu olacak. Bu anlamda Erdoğan şu an dünyanın en güçlü kişisi.
Türkiye’nin yeniden Osmanlı olmasından AB ülkeleri de rahatsız, önümüzdeki günlerde AB’ye giriş konusunda tüm Avrupa ülkelerinin esnekleşmeye başlayacağına da tanık olacağız.
Başbakan Tayip Erdoğan şu an dünyanın en şanslı başbakanı görülüyor. Fakat kapasitesi bunu karşılamaya yetecek mi? Göreceğiz. Fakat planın işlemesinde yedek olarak MHP’de hazır bekletildiğini unutmamak gerekiyor.
Peki bu durum emekçi halkımız için ne anlama geliyor? Masa başında, kağıt üzerinde planlanmış bu plan elbetti ki emekçi halkımız için hiçbir şey getirmeyeceği çok açık da neler götüreceğini yaşayarak göreceğiz.
Bu arada CHP ne yapacak? Derseniz, Salı günleri gurupta konuşarak “muhalefet” yapmaya devam edecek.
Bu yazı pek somut olmayan gelişmeler üzerine yapılmış bir değerlendirmedir. Çok gerçek olduğu ileri sürülemez. Fakat gelişen olaylara bir de bu açıdan bakmakta fayda olduğu düşüncesindeyim. Gelişmeler bu görüşün doğruluğunu yalanlayacak veya doğrulayacaktır. Amaç sadece ufuk açmaktır.
Saygılarımla…
İsmet Baytak
ABD, sarsılan imajını ve İslam ülkelerine karşı düştüğü düşmanca tavrını Obama ile birlikte değiştirerek, gerek İslam dünyasına ve gerekse tüm dünyaya yeni bir imaj vermek istiyor. Bunu da gerçekleştirmek için AKP’ye güveniyor.
İster inanın ister inanmayın, ister kabul edin ister kabul etmeyin bugün Başbakan Tayip Erdoğan dünyanın en yetkili/güçlü kişisidir.
Henüz son şeklini almamış ve pratikte uygulanarak gerçekleştirilmeye çalışılan son ABD planı şudur;
Türkiye’ye Osmanlı rolü verilerek tüm dünya Müslümanlarının hamisi rolü oynatmak. Bu sayede tüm Müslüman ülkelerde Türkiye’nin etkinliğini artırarak, Türkiye ile birlikte o ülkelere ekonomik ve politik yerleşmek. Böylece savaş stratejisi de terk edildiği için ABD’nin tüm dünyada bozulan imajına da çeki düzen vermek.
ABD’nin son planı kısaca bu. Bu plan çerçevesinde, İsrail’e atış serbest. Sadece İsrail’e mi? Tüm batı liderleri de bu atışın içinde. Yarın Başbakan Erdoğan’ın Almanya, Fransa vb. ülke başkanlarına da çok ciddi eleştiriler yönetilirse şaşırmamak gerekir.
Sudan Devlet Başkanı Beşir’in Türkiye’ye gelmesi de, Cumhurbaşkanı Gül’ün de AB’ye, “siz kendi işinize bakın” sözleri de bunların göstergeleri.
Suriye ili ilişkilerin gelişmesi de, İran ile ekonomik işbirliği anlaşmaları da öyle.
ABD, kendi sorunlarını çözmek adına bilerek veya bilmeyerek Türkiye’yi bölgesel ve küresel bir güç yapma aşamasında.
Bu planın ekonomik, askersel ve politik etkilerine geçmeden önce, Kürt sorununun daha doğrusu ABD’nin istemi olan Kuzey Irak’taki PKK etkinliğinin sonlandırmasını da açıklamak gerekir.
Evet, herkesin düşündüğünün aksine, ABD artık büyük Kürt devleti kurmaktan, BOP’tan vaz geçmiş görülüyor. ABD’ye artık parçalanmış bir Türkiye değil güçlü bir Türkiye gereklidir.
Bu çerçevede, “eve dönüş” açılımı kesinlikle Kürt halkının özgürlük taleplerini karşılamaya yönelik değildir. Bu açılım sadece ve sadece PKK’yı bitirme açılımıdır ve bu projeye destek veren ÖDP, EMEK, Halk Evleri gibi kurumlar Kürt halkının demokratik haklarını değil ABD planını desteklemektedirler. Eğer, basında yer alan şekli ile doğruysa A. Öcalan da bu açılımın PKK’yı bitirme açılımı olduğunu söyleyerek, “eve dönüş”leri durdurduğunu açıklamıştır.
AKP hükümetinin ise ABD’nin istemi doğrultusunda sorunsuz bir Kuzey Irak istemine uygun olarak, “eve dönüş”leri yine gündemine aldığını görüyoruz.
Fakat ilk dönüşlerin ve biçiminin çok tepki alması üzerine hükümet bu kez, şöyle bir yöntem izleyecek gibi görülüyor; Mamur kampında yaşayan olaylara karışmamış yaşlı ve çocuklar getirilecek ve onların ne zor koşullarda yaşamaya çalıştıkları göz yaşları ile kamuoyuna yansıtılacak. Duygusal halkımızın bunları yememesi neredeyse olanaksız. Ve daha sonra da diğerleri sessiz sedasız ülkeye gelecek ve Kuzey Irak sorunsuz bölge olacak.
Peki PKK bunu kabul eder mi? Elbette etmeyecek. Fakat artık gerek AB ülkeleri ve gerekse ABD, PKK’ya desteği kesmiş durumdalar. Bu durumda PKK’nın uzun süre dağlarda yaşaması zorlaşacak. Ayrıca beklenen olası kopmalar da PKK’nın işini zorlaştıracak. Bunların yanında Kürt burjuvazisinin de Osmanlıcıkla birlikte büyüme düşleri PKK’ya en büyük darbe olacak.
ABD’nin bu projesi henüz tam olarak kesinleşmiş, netleşmiş değil, fakat ABD bu planı uygulamaya başlatmış görünüyor. Elbette ki ABD “Düşünce Kuruluşları” bu planın uygulanmasını, olası sonuçlarını filan tartışmaya devam ediyor.
Ülkemizde ise bu planı tam olarak okuyan da görülmüyor gibi. AKP ve TSK bu süreci anlamaya başladığı görülüyor. Önümüzdeki günlerde gerçekleşecek olan, Obama ve Erdoğan görüşmesinin konuyu netleştirmesi bekleniyor.
Türkiye gerçekten 1.6 milyar Müslüman’ın hamisi olabilir mi? Ya da bu planın Türkiye’de uygulama şansı var mı?
Eğer AKP süreci iyi okuyup yönetebilirse ne yazık ki var.
Bu plan işlemeye başladığı zaman, tüm Türk ve Kürt burjuvasisinin iştahlarının kabaracağı çok açık. Tüm güçleri ile AKP’nin arkasında olacaklardır.
TSK’ın bu projeye balıklama atlayacağı çok açıktır. Çünkü hangi ordu, bölgesel, küresel bir güç olmayı istemez?
MHP daha henüz işlerin pek farkında değilmiş gibi görünüyor ama tam da onun büyüme emellerine uygun düşüyor. Önümüzdeki günlerde AKP’nin en büyük destekçisi olması kaçınılmaz gibi görülüyor.
Bu plan sayesinde Doğan Medyasına el koymaya bile gerek kalmıyor. Her tür ekonomik faaliyet gösteren Aydın Doğan büyüme düşleri içinde “yandaş medya’dan bile AKP’ye daha iyi hizmet edeceği kesin.
Halkın tepkisini de törpülemek mümkün. Osmanlı demek ille de şeriat demek değil. Yeter ki Türkiye, Müslüman ülkelere dinci bir devlet görüntüsü versin yeter. Yarı Osmanlı yarı laik bir devlet oluruz olur biter. Ergenekon davası da el altından kapatılır gider.
Plan bu.
ABD, İsrail’e karşı kendisinin söyleyemediği sözleri Erdoğan’a söyletiyor. Aynı şey yarın diğer ülke liderleri için de söz konusu olacak. Bu anlamda Erdoğan şu an dünyanın en güçlü kişisi.
Türkiye’nin yeniden Osmanlı olmasından AB ülkeleri de rahatsız, önümüzdeki günlerde AB’ye giriş konusunda tüm Avrupa ülkelerinin esnekleşmeye başlayacağına da tanık olacağız.
Başbakan Tayip Erdoğan şu an dünyanın en şanslı başbakanı görülüyor. Fakat kapasitesi bunu karşılamaya yetecek mi? Göreceğiz. Fakat planın işlemesinde yedek olarak MHP’de hazır bekletildiğini unutmamak gerekiyor.
Peki bu durum emekçi halkımız için ne anlama geliyor? Masa başında, kağıt üzerinde planlanmış bu plan elbetti ki emekçi halkımız için hiçbir şey getirmeyeceği çok açık da neler götüreceğini yaşayarak göreceğiz.
Bu arada CHP ne yapacak? Derseniz, Salı günleri gurupta konuşarak “muhalefet” yapmaya devam edecek.
Bu yazı pek somut olmayan gelişmeler üzerine yapılmış bir değerlendirmedir. Çok gerçek olduğu ileri sürülemez. Fakat gelişen olaylara bir de bu açıdan bakmakta fayda olduğu düşüncesindeyim. Gelişmeler bu görüşün doğruluğunu yalanlayacak veya doğrulayacaktır. Amaç sadece ufuk açmaktır.
Saygılarımla…
İsmet Baytak
29 Ekim 2009 Perşembe
TÜRKİYE’DE NELER OLUYOR – II –
Türkiye’de her şey oluyor, Ermenilerle açılım yapıp barışmaya çalışıyoruz, Azerileri küstürüyoruz, Kürtlerle açılım yapmak istiyoruz Türkleri kızdırıyoruz. Her gün darbe yapıyoruz, yaş/kuru belgeler havalarda uçuyor.
Osmanlı oluyoruz.
Olaylar çok hızlı geliştiği için bizim aydınlarımız ne olduğunu anlayamıyor.
Türkiye Komünist Partisi, “AKP orduyu ele geçirmiştir, ya Osmanlı ya sosyalist cumhuriyet” diyor. Bakıyoruz ortada devrimci durum filan olmadığı gibi devrimciler de, kibrit çakacaklar da yok. “Eyvah Osmanlı olacağız” diyoruz.
Yalçın Küçük ise, “TSK, AKP’yi ele geçirmiştir” diyor. Küçük’e göre Obama TSK ile anlaşmış, AKP hükümeti de bu anlaşmaya boyun eğmiştir.
Bu görüşe göre, Fethullah Gülen tasfiye ediliyor, “İçişleri Bakanlığı İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek bu amaçla görevden alınmıştır” denilerek, “ABD, TSK ile anlaşması sonucu Osmanlı’dan, ılımlı İslamdan vazgeçmiştir” deniliyor.
ÖDP ve EMEP ise, tüm yandaş medya yazarlarının bile kabul ettiği ABD projesine, “Kürt sorununa barışçıl çözüm umut oluyor” diyerek, sosyalizm adına Kürt ve Türk milliyetçiliğinin tavan yapmasına kürek çekiyor.
Aydın Engin ise Kürt açılımını desteklerken bakıyor, milliyetçilik tavan yapıyor, “ben oynamıyorum” diyerek, zeytin toplamaya gidiyor. Sonra ortaya “yaş belge” çıkınca, zeytinleri öylece bırakarak, tekrar ahkam kesmeye devam ediyor.
Ertuğrul Kürkçü ise, “TSK ile AKP arasında sorun yoktur. Sorun TSK ile AKP içindeki bir takım radikal unsurlardan kaynaklanıyor” diyor.
Kimileri de Oya Baydar’ı soruyor. Baydar, kendine biçilen “pavyona düşmüş namuslu oruspu” rolünü oynamayı ret ederek, yeni roller bekliyor.
*****
Başka örneği olmayan böylesi belge posta ile gönderilemez, neden postada 15 gün gecikti?, zamanlaması AKP’yi kurtarmak için, yaş belge makinaları var, adli tıp ne kadar güvenilir? Gibi sorunlar art arda gidiyor.
Burjuva medyası “yaş belge”nin adli tıptan onaylanması yeterli görüyor.
En gerçek değerlendirmeyi TKP yapıyor. Fakat TKP de pavyona ilk defa gitmiş mahcup delikanlı rollerinde, milliyetçi konumlara düşmemek adına demokrasi mücadelesi vermekten utanarak, yani Mustafa Kemal’in kurduğu cumhuriyeti savunur konumlara düşmemek adına, koşulları hiç de uygun olmamasına rağmen, “sosyalist cumhuriyet”i çözüm olarak getiriyor.
Fakat zaten TKP de bu noktada yanlış yapıyor. Gerçekleri gördüğü halde, onları tek başına savunmaktan korkuyor. Oysa bu fark komünist farktır. Partiyi komünist yapan adı değil, savunduklarıdır. Güçlenip, kitlelerle kucaklaşması buna bağlıdır. Yapamıyor!!!
Türkiye’de neler oluyor?
Türkiye’de ABD, TSK üst yönetimi ve AKP anlaşmıştır. Bunlar bir bütündür. Türkiye’ye bölgede ciddi rol verilecek, Osmanlıcılık gibi, karşılığında Türkiye ABD’ye hizmet edecektir. İsrail’in şiddet politikası Obama ile birlikte şimdilik askıya alınmış ve yerine gönüllü/gönülsüz sömürüyü sürdürmek için Osmanlıcılık getirilmeye çalışılmaktadır. İsrail’i eleştirmek serbesttir yani.
İsrail, Obama’yı istenmeyen adam ilan etmiştir.
Fakat bu projenin uygulama şansı hemen hemen hiç yoktur. Çünkü projede büyük Kürdistan vardır ve daha ilk “açılımda” duvara toslamıştır.
“Yaş belgenin” gerçek olup olmamasının hiçbir önemi yoktur. Yoktur çünkü AKP’ye karşı bir darbe söz konusu değildir. Eğer bir darbe yapılırsa bu kesinlikle AKP yanlısı bir darbe olacaktır. Daha önce Genel Kurmay başkanı Büyükanıt’a umut bağlayan kimi sözde demokratlar hayal kırıklığına uğramışlardır.
AKP hükümeti Büyükanıt’ın görev süresini uzatmayı denemiş, başaramamış, emekliliğinde ona süper bir zırhlı araba tahsis etmiştir.
Şimdi de aynı durum Başbuğ için geçerlidir. “yaş belge”nin işlevi Başbuğ’a yönelik değildir. O duruma gelmesi AKP’nin istemi değildir. Zaten Başbakan da ilk açıklaması bu yönde olmuştur. Gelişmelere göre “yaş belge”de amaç darbeyi önlemek için değil gelecekteki kuvvet komutanlarını, Genel Kurmay Başkanını belirlemek/engellemek istemi vardır.
Belgenin gerçek olup olmaması, Genel Kurmayın belgenin gerçek/yalan olduğunu açıklaması vb. hiçbir şeyin anlamı yoktur. Yoktur çünkü hepsi aynı cephededir. Başbakan Erdoğan açıklamaları ile Başbuğ’un açıklamaları arasında fark aramanın anlamı yoktur. Sadece arasıra Başbuğ, alt düzeyde subayları rahatlatmak adına çıkışlar yapmaktadır. Hükümet ile ordu üst yönetiminin tam bir uyum içindedir. Bunun içindir ki Cumhurbaşkanı Gül, CHP Genel Başkanı Baykal’ı MGK toplantılarına davet etmiştir. Alınan kararlara ortak olmama adına Baykal bu öneriyi anında ret etmiştir.
Türkiye’de aydın var mı?
Artık kesinlikle inanıyorum ki Türkiye’de aydın yok.
Dünyaya baktığımızda, Jack London, John Steinbeck, Tolstoy, Gorki vb. yazarlar, tüm dünyaya mal olan eserlerini yaratırken ülkesindeki toplumsal alt/üst oluşlara tanıklık etmişler.
Bugün günümüzde tüm dünyanın on yıllarca tanık oldukları olaylara, alt/üst oluşlara aynı anda tanık olmasına karşılık hiçbir aydın bunu eserleştiremiyor.
Bir örnek hariç, “Kurtlar Vadisi” Yaşamlarında kitap okumamışların izlediği dizi bu alt/üst oluşlara, burjuvazinin çıkarlarına uyarlanarak, denk düşüyor.
Saygılarımla…
Osmanlı oluyoruz.
Olaylar çok hızlı geliştiği için bizim aydınlarımız ne olduğunu anlayamıyor.
Türkiye Komünist Partisi, “AKP orduyu ele geçirmiştir, ya Osmanlı ya sosyalist cumhuriyet” diyor. Bakıyoruz ortada devrimci durum filan olmadığı gibi devrimciler de, kibrit çakacaklar da yok. “Eyvah Osmanlı olacağız” diyoruz.
Yalçın Küçük ise, “TSK, AKP’yi ele geçirmiştir” diyor. Küçük’e göre Obama TSK ile anlaşmış, AKP hükümeti de bu anlaşmaya boyun eğmiştir.
Bu görüşe göre, Fethullah Gülen tasfiye ediliyor, “İçişleri Bakanlığı İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek bu amaçla görevden alınmıştır” denilerek, “ABD, TSK ile anlaşması sonucu Osmanlı’dan, ılımlı İslamdan vazgeçmiştir” deniliyor.
ÖDP ve EMEP ise, tüm yandaş medya yazarlarının bile kabul ettiği ABD projesine, “Kürt sorununa barışçıl çözüm umut oluyor” diyerek, sosyalizm adına Kürt ve Türk milliyetçiliğinin tavan yapmasına kürek çekiyor.
Aydın Engin ise Kürt açılımını desteklerken bakıyor, milliyetçilik tavan yapıyor, “ben oynamıyorum” diyerek, zeytin toplamaya gidiyor. Sonra ortaya “yaş belge” çıkınca, zeytinleri öylece bırakarak, tekrar ahkam kesmeye devam ediyor.
Ertuğrul Kürkçü ise, “TSK ile AKP arasında sorun yoktur. Sorun TSK ile AKP içindeki bir takım radikal unsurlardan kaynaklanıyor” diyor.
Kimileri de Oya Baydar’ı soruyor. Baydar, kendine biçilen “pavyona düşmüş namuslu oruspu” rolünü oynamayı ret ederek, yeni roller bekliyor.
*****
Başka örneği olmayan böylesi belge posta ile gönderilemez, neden postada 15 gün gecikti?, zamanlaması AKP’yi kurtarmak için, yaş belge makinaları var, adli tıp ne kadar güvenilir? Gibi sorunlar art arda gidiyor.
Burjuva medyası “yaş belge”nin adli tıptan onaylanması yeterli görüyor.
En gerçek değerlendirmeyi TKP yapıyor. Fakat TKP de pavyona ilk defa gitmiş mahcup delikanlı rollerinde, milliyetçi konumlara düşmemek adına demokrasi mücadelesi vermekten utanarak, yani Mustafa Kemal’in kurduğu cumhuriyeti savunur konumlara düşmemek adına, koşulları hiç de uygun olmamasına rağmen, “sosyalist cumhuriyet”i çözüm olarak getiriyor.
Fakat zaten TKP de bu noktada yanlış yapıyor. Gerçekleri gördüğü halde, onları tek başına savunmaktan korkuyor. Oysa bu fark komünist farktır. Partiyi komünist yapan adı değil, savunduklarıdır. Güçlenip, kitlelerle kucaklaşması buna bağlıdır. Yapamıyor!!!
Türkiye’de neler oluyor?
Türkiye’de ABD, TSK üst yönetimi ve AKP anlaşmıştır. Bunlar bir bütündür. Türkiye’ye bölgede ciddi rol verilecek, Osmanlıcılık gibi, karşılığında Türkiye ABD’ye hizmet edecektir. İsrail’in şiddet politikası Obama ile birlikte şimdilik askıya alınmış ve yerine gönüllü/gönülsüz sömürüyü sürdürmek için Osmanlıcılık getirilmeye çalışılmaktadır. İsrail’i eleştirmek serbesttir yani.
İsrail, Obama’yı istenmeyen adam ilan etmiştir.
Fakat bu projenin uygulama şansı hemen hemen hiç yoktur. Çünkü projede büyük Kürdistan vardır ve daha ilk “açılımda” duvara toslamıştır.
“Yaş belgenin” gerçek olup olmamasının hiçbir önemi yoktur. Yoktur çünkü AKP’ye karşı bir darbe söz konusu değildir. Eğer bir darbe yapılırsa bu kesinlikle AKP yanlısı bir darbe olacaktır. Daha önce Genel Kurmay başkanı Büyükanıt’a umut bağlayan kimi sözde demokratlar hayal kırıklığına uğramışlardır.
AKP hükümeti Büyükanıt’ın görev süresini uzatmayı denemiş, başaramamış, emekliliğinde ona süper bir zırhlı araba tahsis etmiştir.
Şimdi de aynı durum Başbuğ için geçerlidir. “yaş belge”nin işlevi Başbuğ’a yönelik değildir. O duruma gelmesi AKP’nin istemi değildir. Zaten Başbakan da ilk açıklaması bu yönde olmuştur. Gelişmelere göre “yaş belge”de amaç darbeyi önlemek için değil gelecekteki kuvvet komutanlarını, Genel Kurmay Başkanını belirlemek/engellemek istemi vardır.
Belgenin gerçek olup olmaması, Genel Kurmayın belgenin gerçek/yalan olduğunu açıklaması vb. hiçbir şeyin anlamı yoktur. Yoktur çünkü hepsi aynı cephededir. Başbakan Erdoğan açıklamaları ile Başbuğ’un açıklamaları arasında fark aramanın anlamı yoktur. Sadece arasıra Başbuğ, alt düzeyde subayları rahatlatmak adına çıkışlar yapmaktadır. Hükümet ile ordu üst yönetiminin tam bir uyum içindedir. Bunun içindir ki Cumhurbaşkanı Gül, CHP Genel Başkanı Baykal’ı MGK toplantılarına davet etmiştir. Alınan kararlara ortak olmama adına Baykal bu öneriyi anında ret etmiştir.
Türkiye’de aydın var mı?
Artık kesinlikle inanıyorum ki Türkiye’de aydın yok.
Dünyaya baktığımızda, Jack London, John Steinbeck, Tolstoy, Gorki vb. yazarlar, tüm dünyaya mal olan eserlerini yaratırken ülkesindeki toplumsal alt/üst oluşlara tanıklık etmişler.
Bugün günümüzde tüm dünyanın on yıllarca tanık oldukları olaylara, alt/üst oluşlara aynı anda tanık olmasına karşılık hiçbir aydın bunu eserleştiremiyor.
Bir örnek hariç, “Kurtlar Vadisi” Yaşamlarında kitap okumamışların izlediği dizi bu alt/üst oluşlara, burjuvazinin çıkarlarına uyarlanarak, denk düşüyor.
Saygılarımla…
21 Ekim 2009 Çarşamba
"Eve Dönüş"
Abdullah Öcalan'ın çağrısı üzerine Kuzey Irak'tan gelen, Şırnak'taki Habur Gümrük Kapısı'nda savcı ve hakimlerin karşısına çıkarıldıktan sonra serbest bırakılan 8 PKK'lı ile Mahmur Kampı'ndan gelen 4'ü çocuk 26 kişi olmak üzere toplam 34 kişilik grup, Diyarbakır ulaştı.
Gurup Diyarbakır'ı ulaşıncaya kadar, her yerleşim biriminde gösterilerle, havai fişeklerle karşılandı. Diyarbakır'da onbinlerce kişi gurubu sevinç gözyaşları ile karşıladı……………
Avrupa'dan ve Kuzey Irak'tan daha başka gurupların gelmeye devam edecekleri belirtiliyor…………….
AKP ve bir takım sol ve liberal çevrelerce, "Türkiye'de iç savaş bitiyor", "kardeş kanı sona eriyor", "oğlu askerde olan aileler artık rahat uyusun" vb. söylemlerle gelişmeleri olumlu olarak değerlendiriyor.
Elbette kimse bu savaşın sürmesini istemez. Ama gerçekten de bu gelişmeler barışa hizmet ediyorsa.
Kürt milliyetçiliğinin tavan yaptığı buna karşılık tepki olarak Türk milliyetçiliğin hızla kabarmakta olduğu bu gelişmeleri barışa katkı olarak değerlendirmek politik körlüktür.
Daha düne kadar "her tür milliyetçilik kötüdür" diyenler bugün bu politikaları ile gırtlağına kadar milliyetçilik batağına batmış durumdalar ve bu gidişe en büyük desteği veriyorlar.
Eğer birileri Türkiye'de iç savaş çıksın veya MHP hükümet olsun gibi bir politika izleyip, bunu uyguluyorsa çok başarılı oldukları kesin.
Bugün Türkiye en ciddi bir şekilde iç savaşa doğru ilerliyor. Bu savaş bazılarının sandığı gibi sadece Güney-Doğu ile sınırlı kalmayacak, nerede Kürt/Türk vatandaşı varsa oraya sıçrayacak.
Son gelişmeler üzerinde Kürt halkı üzerinde umutlar öyle bir şekilde artırılıyor ki, istemlerinin nerede başlayıp nerede biteceği belli değil. Ne istediklerini bile unutur oldular. Hayallerinde sınırlar kalktı.
Peki, 7 den 70'e alanları dolduran, sevinç gösterileri yapan bu Kürt halkının istemlerini yok saymalı mıyız? Elbette hayır. Bunun için AKP hükümeti bir an önce kendi açılımını açıklayıp tartışmaya açmalıdır. Herkes ne alıp ne vereceğini, kabul sınırlarının ne olacağını bilmelidir. Aksi halde bir kör döğüşü içene girilmesi kaçınılmazdır.
CHP'nin Başbakan Erdoğan ile görüşmesinin kameraya kaydedilmesi ısrarı anlamsızdır. Başbakan ve Baykal görüşmesi TV'lerden canlı olarak yayınlanmalı ve Kürt/Türk herkes ne olup bittiğini öğrenmelidir.
Dönek Marksistler, liberaller vb. kim olursa olsun, ne derse desin bu gelişmeler kesinlikle Kürt ve Türk emekçi halkının çıkarlarına hizmet etmiyor. Bu gelişmeler ABD istemleri ve programı çerçevesinde, Kürt egemen burjuvazisinin, toprak ağalarının sömürü alanlarının genişlemesi düşlerini görmesine neden oluyor.
Türk ve Kürt emekçi halklarının ortak çıkarı, her tür emperyalizmi ve onların yerli işbirlikçileri olan tekelci burjuvaziyi, toprak ağa ve şıhlarını kovalamaktan geçiyor.
Gerisi ise emperyalizme, onun savaş mekanizmasına hizmet etmekten başka bir işlev görmüyor, göremeyecek.
Saygılarımla…
Gurup Diyarbakır'ı ulaşıncaya kadar, her yerleşim biriminde gösterilerle, havai fişeklerle karşılandı. Diyarbakır'da onbinlerce kişi gurubu sevinç gözyaşları ile karşıladı……………
Avrupa'dan ve Kuzey Irak'tan daha başka gurupların gelmeye devam edecekleri belirtiliyor…………….
AKP ve bir takım sol ve liberal çevrelerce, "Türkiye'de iç savaş bitiyor", "kardeş kanı sona eriyor", "oğlu askerde olan aileler artık rahat uyusun" vb. söylemlerle gelişmeleri olumlu olarak değerlendiriyor.
Elbette kimse bu savaşın sürmesini istemez. Ama gerçekten de bu gelişmeler barışa hizmet ediyorsa.
Kürt milliyetçiliğinin tavan yaptığı buna karşılık tepki olarak Türk milliyetçiliğin hızla kabarmakta olduğu bu gelişmeleri barışa katkı olarak değerlendirmek politik körlüktür.
Daha düne kadar "her tür milliyetçilik kötüdür" diyenler bugün bu politikaları ile gırtlağına kadar milliyetçilik batağına batmış durumdalar ve bu gidişe en büyük desteği veriyorlar.
Eğer birileri Türkiye'de iç savaş çıksın veya MHP hükümet olsun gibi bir politika izleyip, bunu uyguluyorsa çok başarılı oldukları kesin.
Bugün Türkiye en ciddi bir şekilde iç savaşa doğru ilerliyor. Bu savaş bazılarının sandığı gibi sadece Güney-Doğu ile sınırlı kalmayacak, nerede Kürt/Türk vatandaşı varsa oraya sıçrayacak.
Son gelişmeler üzerinde Kürt halkı üzerinde umutlar öyle bir şekilde artırılıyor ki, istemlerinin nerede başlayıp nerede biteceği belli değil. Ne istediklerini bile unutur oldular. Hayallerinde sınırlar kalktı.
Peki, 7 den 70'e alanları dolduran, sevinç gösterileri yapan bu Kürt halkının istemlerini yok saymalı mıyız? Elbette hayır. Bunun için AKP hükümeti bir an önce kendi açılımını açıklayıp tartışmaya açmalıdır. Herkes ne alıp ne vereceğini, kabul sınırlarının ne olacağını bilmelidir. Aksi halde bir kör döğüşü içene girilmesi kaçınılmazdır.
CHP'nin Başbakan Erdoğan ile görüşmesinin kameraya kaydedilmesi ısrarı anlamsızdır. Başbakan ve Baykal görüşmesi TV'lerden canlı olarak yayınlanmalı ve Kürt/Türk herkes ne olup bittiğini öğrenmelidir.
Dönek Marksistler, liberaller vb. kim olursa olsun, ne derse desin bu gelişmeler kesinlikle Kürt ve Türk emekçi halkının çıkarlarına hizmet etmiyor. Bu gelişmeler ABD istemleri ve programı çerçevesinde, Kürt egemen burjuvazisinin, toprak ağalarının sömürü alanlarının genişlemesi düşlerini görmesine neden oluyor.
Türk ve Kürt emekçi halklarının ortak çıkarı, her tür emperyalizmi ve onların yerli işbirlikçileri olan tekelci burjuvaziyi, toprak ağa ve şıhlarını kovalamaktan geçiyor.
Gerisi ise emperyalizme, onun savaş mekanizmasına hizmet etmekten başka bir işlev görmüyor, göremeyecek.
Saygılarımla…
16 Ekim 2009 Cuma
TÜRKİYE’NİN DIŞ DENGELERİ DEĞİŞİRKEN
Türkiye Cumhuriyeti yıllardır sürdürmekte olduğu dış dengeleri, ilişkileri bir kenara bırakarak yepyeni arayışlara giriyor.
Bu durumu, bir çok kişi Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet DAVUTOĞLU’nun kişilğine bağlıyor.
Davutoğlu çok iyi bir eğitim almış, orta-doğu konusunda kendisini yetiştirmiş olabilir. Fakat bir ülkenin dış politikası sadece Dışişleri Bakanının bilgisi, görüşü doğrultusunda böyle ani bir değişikliğe neden olabilir mi?
Türkiye Cumhuriyeti bir çok iyi yetişmiş Dışişleri Bakanı, Başbakan gördü fakat hiçbirisi böylesi önemli bir değişimlere yönelmedi.
Türkiye, Azerbeycan ile ilişkilerin bozulmasına aldırmadan Ermenistan ile ilişkilerini düzeltme, “Kürt açılımı” yapma, ABD’nin terörist dediği Suriye ile sınırlarını açma, ABD’nin işgal ettiği Irak’la sayısız anlaşmalar imzalama ve en önemlisi çok önem verdiği İsrail ile ilişkilerini koparma durumuna geliyor.
Türkiye dış dengelerle tehlikeli bir oyun oynuyor.
Daha düne kadar, ABD başkanı ile randevu almak için İsrail torpilini kullanan, mayın temizleme gerekçesiyle Türkiye’nin önemli miktardaki topraklarını İsrail’e sunan AKP hükümeti, bugün ne oldu da İsrail’e tavır alıyor?
Her hangi bir hükümetin böylesi önemli değişimler içine girmesi için arkasında çok ciddi bir destek olması gerekir. AKP hükümetine baktığımız zaman Türkiye içinden çok ciddi bir destek gördüğü söylenemez. AKP hükümeti tüm desteğini ABD’den alıyor.
İsrail, Amerika’nın şımarık çocuğu idi. İsrail ne yaparsa ABD’yi arkasında görüyordu. Buna karşılık İsrail’de orta-doğu da ABD’nin bekçiliğini yapıyordu. Fakat dengeler değişti. ABD orta-doğu, Kafkaslar gibi bir çok yerde üstünlüğünü yitirmeye başladı. Güç kaybını engellemek için askeri müdahalelere başvurdu. Fakat bundan da sonuç alamadı, alamıyor.
Obama başkanlığı ile birlikte ABD eski klasik yöntemleri terk ederek yeni arayışlar içine giriyor. İşte AKP hükümetinin dış politikası da bu çerçevede çok ciddi değişim geçiriyor.
ABD, İsrail kartından vazgeçiyor.
İsrail, son Gazze saldırısı ile birlikte dünya kamuoyundan çok ciddi tepkiler alıyor. Bu tepkileri ABD, BM’ler de bile karşılamakta güçlük çekiyor. Yine ABD, Afganistan, Irak ve guatalama’da yaptıkları tüm dünya halkları tarafından nefretle kınanıyor.
ABD’nin akil adamları bu aşamada yeni bir çizgiye, politik tavır değişikliğine karar vererek Obama’yı devlet başkanı yapıyorlar.
ABD’nin çizgisinde bundan böyle “iyi polis” rolü var. Kötü polis, ABD de İsrail de olmayacak artık. Bölgemizde günümüzün “iyi polis”i de “kötü polis”i de Türkiye olacak. Yani Osmanlı. Bu anlamda İsrail’e saldırmak serbest. Serbest çünkü İsrail’e saldırdıkça, Türkiye ve Arap kamuoyunu desteği geliyor, gelecek.
ABD’nin “iyi polis” rolü ne kadar sürecek? göreceğiz.
Peki İsrail bu dışlanmayı kabul edecek mi? Elbette etmeyecek. Dünyanın çok ciddi ekonomik gücünü elinde bulunduran Yahudi sermayesi ile birlikte İsrail’in de oynayacak kartları var.
Peki ABD bu değişimle imajını yenileyip, sömürüsüne devam edebilecek mi? Kısa dönemde bir risk görülmüyor. Fakat her şeyin ters tepme olasılığı da her zaman için gündemde.
Örneğin, Ermenistan’ı Rusya’dan kopardığını sanırken sanki, Ermenistan ile birlikte Azerbeycan’ı da kaybetmiş gibi görünüyor.
Ne dersiniz?
Saygılarımla…
Bu durumu, bir çok kişi Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet DAVUTOĞLU’nun kişilğine bağlıyor.
Davutoğlu çok iyi bir eğitim almış, orta-doğu konusunda kendisini yetiştirmiş olabilir. Fakat bir ülkenin dış politikası sadece Dışişleri Bakanının bilgisi, görüşü doğrultusunda böyle ani bir değişikliğe neden olabilir mi?
Türkiye Cumhuriyeti bir çok iyi yetişmiş Dışişleri Bakanı, Başbakan gördü fakat hiçbirisi böylesi önemli bir değişimlere yönelmedi.
Türkiye, Azerbeycan ile ilişkilerin bozulmasına aldırmadan Ermenistan ile ilişkilerini düzeltme, “Kürt açılımı” yapma, ABD’nin terörist dediği Suriye ile sınırlarını açma, ABD’nin işgal ettiği Irak’la sayısız anlaşmalar imzalama ve en önemlisi çok önem verdiği İsrail ile ilişkilerini koparma durumuna geliyor.
Türkiye dış dengelerle tehlikeli bir oyun oynuyor.
Daha düne kadar, ABD başkanı ile randevu almak için İsrail torpilini kullanan, mayın temizleme gerekçesiyle Türkiye’nin önemli miktardaki topraklarını İsrail’e sunan AKP hükümeti, bugün ne oldu da İsrail’e tavır alıyor?
Her hangi bir hükümetin böylesi önemli değişimler içine girmesi için arkasında çok ciddi bir destek olması gerekir. AKP hükümetine baktığımız zaman Türkiye içinden çok ciddi bir destek gördüğü söylenemez. AKP hükümeti tüm desteğini ABD’den alıyor.
İsrail, Amerika’nın şımarık çocuğu idi. İsrail ne yaparsa ABD’yi arkasında görüyordu. Buna karşılık İsrail’de orta-doğu da ABD’nin bekçiliğini yapıyordu. Fakat dengeler değişti. ABD orta-doğu, Kafkaslar gibi bir çok yerde üstünlüğünü yitirmeye başladı. Güç kaybını engellemek için askeri müdahalelere başvurdu. Fakat bundan da sonuç alamadı, alamıyor.
Obama başkanlığı ile birlikte ABD eski klasik yöntemleri terk ederek yeni arayışlar içine giriyor. İşte AKP hükümetinin dış politikası da bu çerçevede çok ciddi değişim geçiriyor.
ABD, İsrail kartından vazgeçiyor.
İsrail, son Gazze saldırısı ile birlikte dünya kamuoyundan çok ciddi tepkiler alıyor. Bu tepkileri ABD, BM’ler de bile karşılamakta güçlük çekiyor. Yine ABD, Afganistan, Irak ve guatalama’da yaptıkları tüm dünya halkları tarafından nefretle kınanıyor.
ABD’nin akil adamları bu aşamada yeni bir çizgiye, politik tavır değişikliğine karar vererek Obama’yı devlet başkanı yapıyorlar.
ABD’nin çizgisinde bundan böyle “iyi polis” rolü var. Kötü polis, ABD de İsrail de olmayacak artık. Bölgemizde günümüzün “iyi polis”i de “kötü polis”i de Türkiye olacak. Yani Osmanlı. Bu anlamda İsrail’e saldırmak serbest. Serbest çünkü İsrail’e saldırdıkça, Türkiye ve Arap kamuoyunu desteği geliyor, gelecek.
ABD’nin “iyi polis” rolü ne kadar sürecek? göreceğiz.
Peki İsrail bu dışlanmayı kabul edecek mi? Elbette etmeyecek. Dünyanın çok ciddi ekonomik gücünü elinde bulunduran Yahudi sermayesi ile birlikte İsrail’in de oynayacak kartları var.
Peki ABD bu değişimle imajını yenileyip, sömürüsüne devam edebilecek mi? Kısa dönemde bir risk görülmüyor. Fakat her şeyin ters tepme olasılığı da her zaman için gündemde.
Örneğin, Ermenistan’ı Rusya’dan kopardığını sanırken sanki, Ermenistan ile birlikte Azerbeycan’ı da kaybetmiş gibi görünüyor.
Ne dersiniz?
Saygılarımla…
7 Ekim 2009 Çarşamba
Havada bir ayakkabı uçtu, Türkiye’de dengeler değişti
Türkiye 12 Eylül öncesi, kapitalist dünyanın en dinamik ülkesiydi. 1 mayıslar, grevler, direnişler ile dünya kapitalist sistemin korkulu rüyasıydı. Avrupa ülkeleri Türkiye kapitalist sistemden kopmasın diye aralarında para bile toplayıp Ecevit hükümetine vermişlerdi. En kitlesel 1 mayıslar Türkiye’de kutlanırdı.
Gururlanırdık bununla. Bazıları Türkiye’yi emperyalizmin en zayıf halkası bile ilan etmişti. Emperyalizme kafa tutan bir ülkeydik.
Sonra bilindiği gibi 12 Eylül oldu. Solun üstünden silindir gibi geçtiler. Üstüne üstlük bir de reel sosyalizm çöktü. Türkiye solu sizlere ömür oldu. Türkiye’de sol adına dönekler, liberaller konuşur oldu.
Basından izliyorduk, G 7-8 ler toplantısının protestolarını, Ekonomik Forum toplantılarının protestolarını, kıskanıyorduk. Emperyalizme en çok kafa tutan ülke vatandaşı olarak tepkisizliğimizden utanır olmuştuk.
Sonra havada bir ayakkabı uçtu. Kimisi ayakkabının markası “NİKE” dedi. Kimisi sahte “NİKE” dedi. Kimisi ise “taklit bir protesto” diyerek küçümsemeye çalıştı. Kimisi ise inanamayacaksınız ama, ayakkabı atmanın doğululara özgü ilkel bir protesto yöntemi olduğunu ileri sürerek, “batılı/uygar olsaydık çilekli pasta atardık” filan dedi. Sanki toplantıya çilekli pasta sokmak serbestmiş gibi.
Ama havada bir ayakkabı uçtu ve Türkiye’de dengeler birden değişti. IMF son yılların en büyük tepkisini Türkiye’de yaşadı.
Burjuva medyası olayı, bankaların, işyerlerinin camlarının kırılmasına indirgedi. Elbette onlar da IMF’den gelecek dolarlardan nasipleneceklerdi. Ama dakikalarca bankaya yapılan saldırıları ekranlardan vererek insanların, eylemcilere karşı tepki oluşturacaklarını sanarak yanıldılar. Günümüzde milyonlarca insan bankaların icra/haciz kıskacında yaşıyor. Yine ülkenin neredeyse yarısı bankalara faiz ödemekten perişan olmuş durumda.
Bankalara yönelik saldırılar halkımızı ilgilendirmiyor da ama oradaki esnafın camının kırılması konusunda yayınları kamuoyundan destek görüyor. Oysa orada gariban esnaf yok. Saldırıya uğrayan işyerleri çok uluslu şirketlerin şubeleri, hemen hepsi de sigortalı. Türkiye emekçi halkının sorunu sigorta şirketlerinin karını düşünmek olmamalı.
Ama elbette ne olursa olsun kimse protesto gösterilerinin şiddet boyutuna dönüşmesini istemez, istememeli.
Burjuva medyasının, IMF ve Dünya Bankası’nın dünyadaki tüm açlıkların, eziyetlerin, işsizliklerin sorumlusu olmasını gizlemeye çalışması, protestocuları ise anarşist gibi göstermesi hiçbir gerçeği gizleyemez, gizleyemiyor da.
Başbakan Erdoğan ne dedi? “Afrika’daki açlara, dışarıda yapılan protestolara kulak ver” Oysa kendisi kulak vererek, İstanbul Emniyet Müdürünü uyarsaydı, hiçbir taşkınlık olmadan protesto gösterileri sona erecekti. Başbakan Erdoğan ertesi günü bu sözlerinden de vaz geçti.
Ama havada bir ayakkabı uçtu Türkiye’de dengeler değişti. IMF protestolarına 10 bine yakın insan katıldı. Protesto gösterisini düzenleyenler bile bu kadar kalabalık beklemiyorlardı. Polisle çatışmalar saatlerce sürdü.
Tüm ülkede protestolar yapıldı. Ama burjuva medyası cam kırmalar dışında bu protestoları görmemeyi tercih etti.
Protestolara katılanlar ise ne Türk ne Kürt milliyetçileriydi. Türkiye sosyalistleri, “biz de varız” diyerek alanlara çıkmışlar ve AKP hükümetinin alanları kontrol edemediğini dosta düşmana göstermişlerdi.
Avrupa ve dünya ülkelerinde nasıl protesto gösterileri yapılıyorsa “IMF savaşlarında” Türkiye’de de öyle gösteriler yapıldı.
Türkiye sosyalistlerinin yine alanlara çıkmasını, dünyayı sömüren kapitalist sistemin finans odaklarını protesto etmesini sevinçle karşıladık, gururlandık, eski günleri anımsadık.
Burjuva medyasının gizlemeye çalıştığı başka bir gerçek de, Türkiye’nin üç köklü hareketinin yıllar sonra ciddi bir işbirliğini yapması. Tüm Türkiye’de, IMF protestolarını yapanlar, TKP, ÖDP, EMEP, HALKEVLERİ ile diğer sosyalist yapılar ve sendikal örgütler.
Havada bir ayakkabı uçtu Türkiye’de dengeler değişti. Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri Türkiye’yi karanlık ortaçağ bataklığına götürmeyi düşünecekleri yerde, bulunduğu yerde tutmaya çalışsalar bence en doğru olanı yapmış olurlar. Yoksa evdeki bulgurdan da olacaklar.
Saygılarımla…
Gururlanırdık bununla. Bazıları Türkiye’yi emperyalizmin en zayıf halkası bile ilan etmişti. Emperyalizme kafa tutan bir ülkeydik.
Sonra bilindiği gibi 12 Eylül oldu. Solun üstünden silindir gibi geçtiler. Üstüne üstlük bir de reel sosyalizm çöktü. Türkiye solu sizlere ömür oldu. Türkiye’de sol adına dönekler, liberaller konuşur oldu.
Basından izliyorduk, G 7-8 ler toplantısının protestolarını, Ekonomik Forum toplantılarının protestolarını, kıskanıyorduk. Emperyalizme en çok kafa tutan ülke vatandaşı olarak tepkisizliğimizden utanır olmuştuk.
Sonra havada bir ayakkabı uçtu. Kimisi ayakkabının markası “NİKE” dedi. Kimisi sahte “NİKE” dedi. Kimisi ise “taklit bir protesto” diyerek küçümsemeye çalıştı. Kimisi ise inanamayacaksınız ama, ayakkabı atmanın doğululara özgü ilkel bir protesto yöntemi olduğunu ileri sürerek, “batılı/uygar olsaydık çilekli pasta atardık” filan dedi. Sanki toplantıya çilekli pasta sokmak serbestmiş gibi.
Ama havada bir ayakkabı uçtu ve Türkiye’de dengeler birden değişti. IMF son yılların en büyük tepkisini Türkiye’de yaşadı.
Burjuva medyası olayı, bankaların, işyerlerinin camlarının kırılmasına indirgedi. Elbette onlar da IMF’den gelecek dolarlardan nasipleneceklerdi. Ama dakikalarca bankaya yapılan saldırıları ekranlardan vererek insanların, eylemcilere karşı tepki oluşturacaklarını sanarak yanıldılar. Günümüzde milyonlarca insan bankaların icra/haciz kıskacında yaşıyor. Yine ülkenin neredeyse yarısı bankalara faiz ödemekten perişan olmuş durumda.
Bankalara yönelik saldırılar halkımızı ilgilendirmiyor da ama oradaki esnafın camının kırılması konusunda yayınları kamuoyundan destek görüyor. Oysa orada gariban esnaf yok. Saldırıya uğrayan işyerleri çok uluslu şirketlerin şubeleri, hemen hepsi de sigortalı. Türkiye emekçi halkının sorunu sigorta şirketlerinin karını düşünmek olmamalı.
Ama elbette ne olursa olsun kimse protesto gösterilerinin şiddet boyutuna dönüşmesini istemez, istememeli.
Burjuva medyasının, IMF ve Dünya Bankası’nın dünyadaki tüm açlıkların, eziyetlerin, işsizliklerin sorumlusu olmasını gizlemeye çalışması, protestocuları ise anarşist gibi göstermesi hiçbir gerçeği gizleyemez, gizleyemiyor da.
Başbakan Erdoğan ne dedi? “Afrika’daki açlara, dışarıda yapılan protestolara kulak ver” Oysa kendisi kulak vererek, İstanbul Emniyet Müdürünü uyarsaydı, hiçbir taşkınlık olmadan protesto gösterileri sona erecekti. Başbakan Erdoğan ertesi günü bu sözlerinden de vaz geçti.
Ama havada bir ayakkabı uçtu Türkiye’de dengeler değişti. IMF protestolarına 10 bine yakın insan katıldı. Protesto gösterisini düzenleyenler bile bu kadar kalabalık beklemiyorlardı. Polisle çatışmalar saatlerce sürdü.
Tüm ülkede protestolar yapıldı. Ama burjuva medyası cam kırmalar dışında bu protestoları görmemeyi tercih etti.
Protestolara katılanlar ise ne Türk ne Kürt milliyetçileriydi. Türkiye sosyalistleri, “biz de varız” diyerek alanlara çıkmışlar ve AKP hükümetinin alanları kontrol edemediğini dosta düşmana göstermişlerdi.
Avrupa ve dünya ülkelerinde nasıl protesto gösterileri yapılıyorsa “IMF savaşlarında” Türkiye’de de öyle gösteriler yapıldı.
Türkiye sosyalistlerinin yine alanlara çıkmasını, dünyayı sömüren kapitalist sistemin finans odaklarını protesto etmesini sevinçle karşıladık, gururlandık, eski günleri anımsadık.
Burjuva medyasının gizlemeye çalıştığı başka bir gerçek de, Türkiye’nin üç köklü hareketinin yıllar sonra ciddi bir işbirliğini yapması. Tüm Türkiye’de, IMF protestolarını yapanlar, TKP, ÖDP, EMEP, HALKEVLERİ ile diğer sosyalist yapılar ve sendikal örgütler.
Havada bir ayakkabı uçtu Türkiye’de dengeler değişti. Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri Türkiye’yi karanlık ortaçağ bataklığına götürmeyi düşünecekleri yerde, bulunduğu yerde tutmaya çalışsalar bence en doğru olanı yapmış olurlar. Yoksa evdeki bulgurdan da olacaklar.
Saygılarımla…
30 Eylül 2009 Çarşamba
Baykal hükümet olmaktan korkuyor mu?
Son yıllarda hep aynı sözleri duyuyoruz. “Baykal Hükümet olmaktan korkuyor”
Bence de kesinlikle korkuyor.
Sadece Baykal mı korkuyor? Ya peki MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli korkmuyor mu?
Bence o da korkuyor. Korktuğu için, seçim meydanlarında, “Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olursa onu oradan indiririz, Yüce Divan’a göndeririz” dedi. Seçim sonrası ise meclise girip, 367 çoğunluğunu sağlayarak Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasını sağlamadı mı?
İkisi de korkuyor.
Neden?
6 yıl öncesini anımsayalım. ABD Irak’a yalan gerekçelerle saldıracak. Gerekçelerinin yalan olduğunu tüm dünya biliyor. Ama dünyada hiçbir ülke gerekçelerin yalan olduğunu söyleyemiyor. Bush, “ya bendensiniz ya da bana karşı” diyerek tüm dünyaya meydan okuyor. Dünyada hiçbir ülke ABD istemlerine hayır diyemezken, sadece ama sadece Türkiye 1 Mart tezkeresi ile ABD’ye hayır diyor.
Oysa ABD 1 Mart Tezkeresinin geçeceğinden o kadar emin ki, araziler kiralamış inşaatlara başlamış, askerlerini gemiler içinde Antalya sahillerine göndermiş durumda.
Tezkerenin geçeceğinden çok emin. Çünkü bunun için, destek vermeyeceğini açıklayan Ecevit hükümetini paldür küldür devirmiş ve AKP’yi hükümete getirmiş durumda.
Fakat ne oluyorsa oluyor tezkere geçmiyor. ABD mosmor olarak Türkiye’deki kiraladığı tüm arazileri terk ediyor. Sonra da biliyoruz Türk askerlerinin başına çuval geçiriyor.
Fakat ABD’ye hayır diyemeyen tüm ülkelere karşı Avrupa halkı, Türkiye’ye hayranlığı göstermek için Eorovizyon’da Türkiye’yi birinci yapıyor.
O günleri anımsayalım. Hani, “Olacak o kadar televizyonu” programı yapan Levent Kırca’nın televizyona çıkması yasaklandığı günler. Onun yerine Hamdi Alkan’ın, Saddam ile Bin Ladin’i yan yana gösteren “komedi programları” hani Saddam’ın “Yusuf Yusuf” atması. Oysa biliyoruz onurla gitti ölüme Saddam. Acaba şimdi bu programları yapan Hamdi Alkan utanıyor mu acaba? Pişman mı yaptıklarından? Ya da kendisi şimdi “Yusuf Yusuf” atıyor mu?
Unuttuk ama hep bunları değil mi? Balık beyinli miyiz neyiz?
Şimdi mizah da yasaklandı! Levent Kırca, ABD kanalı Fox Tv’de yeni programına başladı. Başbakan Erdoğan’dan icazet almaya çalışıyor.
İşte Hamdi Alkan’ın “Yusuf Yusuf” attığı günlerde AKP hükümet oluyor. ABD’nin her isteğine olur diyor. Fakat 1 Mart Tezkeresi ret ediliyor.
ABD ekonomisi batıyor. ABD, SSCB gibi gönüllü sönümlenmeyi kabul etmiyor. ABD vuruşarak egemenliğini devam ettirmek istiyor. Siz bakmayın Obama’nın devlet başkanı olmasına, bu durum sadece bir kandırmacadan ibaret. ABD ne Irak’tan çekilecek ne de İran’ı vurmaktan vaz geçecek. Tersine İran’a saldırmak için tüm koşulları oluşturuyor. İran da ABD’nin saldırısının önüne geçmek için füze denemeleri yaparak “güçlü” olduğunu göstermeye çalışıyor.
ABD, Irak’a saldırdığında programında ne vardı? 26 ülkenin sınırlarını değiştirmek. Öncelikle hedef Irak, İran, Suriye ve Türkiye idi. Çünkü “Büyük Kürdistan” böylece kurulabilirdi. Irak çöllerinde ABD patinaj yaptı, yapıyor. Afganistan’da ise tam bir batağa girmiş durumda.
Ama ABD ekonomisi için savaşı küçültmek/bitirmek çıkar değil. Tersine savaşı büyütmek gerekiyor. Günümüzün en büyük tehdidi, küresel ısınma, deprem, sel vb. değil ABD emperyalizmi. Yani dünyanın gelmiş geçmiş en büyük askeri gücü.
Gerçi Roma İmparatorluğu da, zamanın gelmiş geçmiş en büyük askeri gücü idi. Yok oldu gitti. ABD emperyalizmi de yok olup gidecek ama arkasından milyonlarca ölü, yaralı, yetim yıkım, vb. bırakarak.
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devleti geleneğinden geliyor. Osmanlı’nın çok ciddi devlet geleneği var. Var çünkü, hiçbir gücü olmamasına karşılık 300-400 yıl, milyonlarca kilometrelik bir coğrafyayı elinde tutmayı bildi. Türkiye Cumhuriyeti de bu geleneğin sahibi. Tüm Avrupa 2. dünya savaşında yıkıma uğrarken Türkiye bu kan gölü dışında kalmasını bildi.
Şimdi de olayları bu çerçeveden değerlendirmek gerekiyor. İşte Baykal da, Bahçeli de bu nedenle hükümet olmak istemiyor. Çünkü ABD taleplerinin muhatabı olmak istemiyor. ABD taleplerine AKP muhatap oluyor ve hepsine de “olur” diyor. Fakat, ABD’nin hemen hemen hiçbir talebi de gerçekleşmiyor. (1 Mart Tezkeresi, Kıbrıs, Ermenistan kapısı, Irak’a Güneyden müdahale etmek, Lübnan’a, Afganistan’a savaşçı birlikler göndermek, “Kürt açılımı”, “Ermeni açılımı”, olası bir İran saldırısına destek vermek, vb.)
Tüm çevremiz, Yugoslavya, Çekoslovakya, SSCB, Afganistan, Irak parçalanmış kan gölü içinde iken Türkiye 2003 yılından beri dik durmasını becerdi. Fakat önümüzdeki günler daha da sert geçeceğe benziyor. Bakalım TC devlet geleneği, ülkemizi savaş dışında tutmayı bundan sonra da başarabilecek mi? Göreceğiz.
Şunu da unutmamak gerekir ki, ülkemizi kan gölü dışında tutmak için alınan önlemlerin içerdiği riskleri de var. İslam Cumhuriyeti, Şeriat gibi.
Peki yapılacak başka şey yok mu? Elbette var.
Ama, ülkemizin gerçek solcuları, sosyalistleri, komünistleri olayları değiştirmeye çalışmak yerine seyrettiği sürece, biz de bu oyunun sadece izleyicileri olmaya devam edeceğiz.
Saygılarımla…
Bence de kesinlikle korkuyor.
Sadece Baykal mı korkuyor? Ya peki MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli korkmuyor mu?
Bence o da korkuyor. Korktuğu için, seçim meydanlarında, “Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olursa onu oradan indiririz, Yüce Divan’a göndeririz” dedi. Seçim sonrası ise meclise girip, 367 çoğunluğunu sağlayarak Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasını sağlamadı mı?
İkisi de korkuyor.
Neden?
6 yıl öncesini anımsayalım. ABD Irak’a yalan gerekçelerle saldıracak. Gerekçelerinin yalan olduğunu tüm dünya biliyor. Ama dünyada hiçbir ülke gerekçelerin yalan olduğunu söyleyemiyor. Bush, “ya bendensiniz ya da bana karşı” diyerek tüm dünyaya meydan okuyor. Dünyada hiçbir ülke ABD istemlerine hayır diyemezken, sadece ama sadece Türkiye 1 Mart tezkeresi ile ABD’ye hayır diyor.
Oysa ABD 1 Mart Tezkeresinin geçeceğinden o kadar emin ki, araziler kiralamış inşaatlara başlamış, askerlerini gemiler içinde Antalya sahillerine göndermiş durumda.
Tezkerenin geçeceğinden çok emin. Çünkü bunun için, destek vermeyeceğini açıklayan Ecevit hükümetini paldür küldür devirmiş ve AKP’yi hükümete getirmiş durumda.
Fakat ne oluyorsa oluyor tezkere geçmiyor. ABD mosmor olarak Türkiye’deki kiraladığı tüm arazileri terk ediyor. Sonra da biliyoruz Türk askerlerinin başına çuval geçiriyor.
Fakat ABD’ye hayır diyemeyen tüm ülkelere karşı Avrupa halkı, Türkiye’ye hayranlığı göstermek için Eorovizyon’da Türkiye’yi birinci yapıyor.
O günleri anımsayalım. Hani, “Olacak o kadar televizyonu” programı yapan Levent Kırca’nın televizyona çıkması yasaklandığı günler. Onun yerine Hamdi Alkan’ın, Saddam ile Bin Ladin’i yan yana gösteren “komedi programları” hani Saddam’ın “Yusuf Yusuf” atması. Oysa biliyoruz onurla gitti ölüme Saddam. Acaba şimdi bu programları yapan Hamdi Alkan utanıyor mu acaba? Pişman mı yaptıklarından? Ya da kendisi şimdi “Yusuf Yusuf” atıyor mu?
Unuttuk ama hep bunları değil mi? Balık beyinli miyiz neyiz?
Şimdi mizah da yasaklandı! Levent Kırca, ABD kanalı Fox Tv’de yeni programına başladı. Başbakan Erdoğan’dan icazet almaya çalışıyor.
İşte Hamdi Alkan’ın “Yusuf Yusuf” attığı günlerde AKP hükümet oluyor. ABD’nin her isteğine olur diyor. Fakat 1 Mart Tezkeresi ret ediliyor.
ABD ekonomisi batıyor. ABD, SSCB gibi gönüllü sönümlenmeyi kabul etmiyor. ABD vuruşarak egemenliğini devam ettirmek istiyor. Siz bakmayın Obama’nın devlet başkanı olmasına, bu durum sadece bir kandırmacadan ibaret. ABD ne Irak’tan çekilecek ne de İran’ı vurmaktan vaz geçecek. Tersine İran’a saldırmak için tüm koşulları oluşturuyor. İran da ABD’nin saldırısının önüne geçmek için füze denemeleri yaparak “güçlü” olduğunu göstermeye çalışıyor.
ABD, Irak’a saldırdığında programında ne vardı? 26 ülkenin sınırlarını değiştirmek. Öncelikle hedef Irak, İran, Suriye ve Türkiye idi. Çünkü “Büyük Kürdistan” böylece kurulabilirdi. Irak çöllerinde ABD patinaj yaptı, yapıyor. Afganistan’da ise tam bir batağa girmiş durumda.
Ama ABD ekonomisi için savaşı küçültmek/bitirmek çıkar değil. Tersine savaşı büyütmek gerekiyor. Günümüzün en büyük tehdidi, küresel ısınma, deprem, sel vb. değil ABD emperyalizmi. Yani dünyanın gelmiş geçmiş en büyük askeri gücü.
Gerçi Roma İmparatorluğu da, zamanın gelmiş geçmiş en büyük askeri gücü idi. Yok oldu gitti. ABD emperyalizmi de yok olup gidecek ama arkasından milyonlarca ölü, yaralı, yetim yıkım, vb. bırakarak.
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devleti geleneğinden geliyor. Osmanlı’nın çok ciddi devlet geleneği var. Var çünkü, hiçbir gücü olmamasına karşılık 300-400 yıl, milyonlarca kilometrelik bir coğrafyayı elinde tutmayı bildi. Türkiye Cumhuriyeti de bu geleneğin sahibi. Tüm Avrupa 2. dünya savaşında yıkıma uğrarken Türkiye bu kan gölü dışında kalmasını bildi.
Şimdi de olayları bu çerçeveden değerlendirmek gerekiyor. İşte Baykal da, Bahçeli de bu nedenle hükümet olmak istemiyor. Çünkü ABD taleplerinin muhatabı olmak istemiyor. ABD taleplerine AKP muhatap oluyor ve hepsine de “olur” diyor. Fakat, ABD’nin hemen hemen hiçbir talebi de gerçekleşmiyor. (1 Mart Tezkeresi, Kıbrıs, Ermenistan kapısı, Irak’a Güneyden müdahale etmek, Lübnan’a, Afganistan’a savaşçı birlikler göndermek, “Kürt açılımı”, “Ermeni açılımı”, olası bir İran saldırısına destek vermek, vb.)
Tüm çevremiz, Yugoslavya, Çekoslovakya, SSCB, Afganistan, Irak parçalanmış kan gölü içinde iken Türkiye 2003 yılından beri dik durmasını becerdi. Fakat önümüzdeki günler daha da sert geçeceğe benziyor. Bakalım TC devlet geleneği, ülkemizi savaş dışında tutmayı bundan sonra da başarabilecek mi? Göreceğiz.
Şunu da unutmamak gerekir ki, ülkemizi kan gölü dışında tutmak için alınan önlemlerin içerdiği riskleri de var. İslam Cumhuriyeti, Şeriat gibi.
Peki yapılacak başka şey yok mu? Elbette var.
Ama, ülkemizin gerçek solcuları, sosyalistleri, komünistleri olayları değiştirmeye çalışmak yerine seyrettiği sürece, biz de bu oyunun sadece izleyicileri olmaya devam edeceğiz.
Saygılarımla…
22 Eylül 2009 Salı
“Yoldaş General”
Bir arkadaşım bir gün, "Devletlerin/toplumların iki tane temel sorunu vardır. Birisi din ve diğeri de militarizmdir" dedi.
Evet toplumların gelişimine baktığımızda din hep gelişmelere fren olmaya çalışmıştır. Örneğin, din dünyanın güneş etrafında döndüğünü uzun süre ret etmiştir.
Ya peki militarizm? Tüm savaşların, ölümlerin acıların adı değil midir Militarizm?
Arkadaşım sanki haklı gibi görünüyor değil mi?
Ece Temelkuran'ın da "Bana bak general" yazısında askerlerin darbe yapmasını ve halka zulüm etmesini eleştiriyordu. Ama eleştirisinde "hangi general" kötüdür gibi bir bilgi yoktu. Bu yazıya göre tüm generaller kötü anlamı da çıkıyordu.
Peki gerçekten her tür militarizm kötü müdür?
Ya da gerçekten her tür darbeler kötü müdür?
Örneğin 12 mart ve 12 Eylül darbesi çok kötüdür. Fakat kimin için kötüdür? Türkiye işçi sınıfı için, emekçi halk için, demokrasi için çok kötüdür. Ya peki Tüsiad, Mess, AB-D için de kötü müdür? Ya da o zamanki Tercüman Gazetesi için bu darbeler kötü müdür? Hiç de kötü değildir, alkışlarla karşılamışlardır.
Ya peki, Honduras'ta darbe yapan generaller kimin için kötüdür? Honduras halkı için kötü, ABD ve AB-D işbirlikçileri için iyidir.
Demek ki tüm darbelerin iyi veya kötü olması insanların ve devletlerin bakış açısına, çıkar açısına göre değişmektedir.
Kısaca, Darbelerin iyi veya kötü olması demir parmaklıkların neresinde olduğuna bağlıdır. Eğer parmaklıkların arkasında isen darbe kötüdür, dışında isen darbe belki de iyidir.
Ya peki her tür militarizm kötü müdür?
Militarizm ordu demektir. Ama günümüzde militarizm toplumun militarize edilmesi, askeri koşullara göre yaşamın düzenlenmesi demek anlamına da gelmektedir. Elbette savaş koşulları/ülke savunması dışında sivil halkın militarize edilmesi iyi bir şey değildir.
Bunun dışında her tür ordu ve her tür general kötü müdür?
Bu durum da demir parmaklıkların neresinde olduğunuza bağlıdır.
Örneğin, 1940 yıllarında Alman ordusu ve bir Alman generali bir Yahudi, demokrat, solcu komünist vb. için çok kötüdür. Ya peki, Kızıl Ordu, Kızıl Ordu generali ise onlar için çok iyidir.
Çünkü yoldaş general gelmiş, Auschwitz'te yaşayan Yahudi ve Komünistleri serbest bırakmıştır. Orada yaşayan bir mahkuma, "her tür militarizm kötüdür" derseniz sizin suratınıza aptal aptal bakacağına emenim.
Dünyamızda emperyalizm ve emperyalistlerin orduları olduğu sürece milliyetçilik de, milliyetçilerin, sosyalist ülkelerin de orduları da var olacaktır.
Örneğin, Küba ordusu. Örneğin Venezuela ordusu kötü müdür? "Her tür ordu, her general kötüdür" çerçevesinde kötüdür diyorsanız siz kötü bir emperyalizm yalakasısınız demektir.
Ordusuz bağımsızlık, ordusuz sosyalizm olabilemez.
Aydın Engin o kadar liberalizme, AB-D'ye, AKP'ye hizmet etti ama kimse onun takdir etmedi. Şimdi adı sanı fazla duyulmayan bir internet sitesinde yazılar yazıyor. Bilmeyenler için reklam olmaması için sitenin adını yazmayacağım.
Orada Engin, "Milliyetçilik 17.,18., 19. yüzyıllarda ilerici ve devrimci bir ideolojiydi. Şimdi ise gerici bir ideoloji" türü bir yazı yazmış. Yazının altında da yorum yaz diyor. Ben de yazdım.
"Gazetecilerin bağımsız gazetesi" olduğunu iddia eden site yorumumu yayınlamadı.
O yorumumu da sizlerle paylaşmak istedim.
Sayın Engin;
Haydi sen döndün dönek oldun da, 1980 öncesi ulusal demokratik cepheyi/ milliyetçi demokratik cepheyi savunan TKP gerici miydi?
Ya peki, Lenin, Stalin, Mao, Che, Castro, Chavez, Ming bunlar milliyetçi değil mi?
Her tür general size göre de kötü, ya peki yoldaş general de kötü mü? tüm dünyayı faşizm tehlikesinden kurtaran kızıl ordu da mı kötü? bir Alman askeri için yoldaş general kötüdür ya peki o dönemde bir Yahudi için kötü olan kimdir Alman general mi, yoldaş general mi?
Sayın Engin,
Siz titreyip kendinize yani ABD emperyalizme hizmete döndüğünüzün sanırım ya farkında değilsiniz ya da cemaatin sağlayabileceği olanaklarını düşünüyorsunuz.
Dünyada emperyalizm var olduğu sürece milliyetçilik bitmeyecektir ve ilerici özelliğini sürdürecektir. Zaten milliyetçilik emperyalizme/başka ülkelere karşı sınırı korumak değil midir?
İşte bakınız Chavez'in tüm icraatları milliyetçilik üzerine değil midir? arkasından sosyalizm gelse bile emperyalist ordular var olduğu sürece, milliyetçilik devam edecektir. Ayni SSCB'de olduğu gibi.
Türkiye'de ve tüm ülkelerde milliyetçilik demek o ülkede yaşayan tüm halkların çıkarları savunmak demektir.
Kafatası ölçen ırkçılar bizi ilgilendirmez.
Selamlar…
Evet toplumların gelişimine baktığımızda din hep gelişmelere fren olmaya çalışmıştır. Örneğin, din dünyanın güneş etrafında döndüğünü uzun süre ret etmiştir.
Ya peki militarizm? Tüm savaşların, ölümlerin acıların adı değil midir Militarizm?
Arkadaşım sanki haklı gibi görünüyor değil mi?
Ece Temelkuran'ın da "Bana bak general" yazısında askerlerin darbe yapmasını ve halka zulüm etmesini eleştiriyordu. Ama eleştirisinde "hangi general" kötüdür gibi bir bilgi yoktu. Bu yazıya göre tüm generaller kötü anlamı da çıkıyordu.
Peki gerçekten her tür militarizm kötü müdür?
Ya da gerçekten her tür darbeler kötü müdür?
Örneğin 12 mart ve 12 Eylül darbesi çok kötüdür. Fakat kimin için kötüdür? Türkiye işçi sınıfı için, emekçi halk için, demokrasi için çok kötüdür. Ya peki Tüsiad, Mess, AB-D için de kötü müdür? Ya da o zamanki Tercüman Gazetesi için bu darbeler kötü müdür? Hiç de kötü değildir, alkışlarla karşılamışlardır.
Ya peki, Honduras'ta darbe yapan generaller kimin için kötüdür? Honduras halkı için kötü, ABD ve AB-D işbirlikçileri için iyidir.
Demek ki tüm darbelerin iyi veya kötü olması insanların ve devletlerin bakış açısına, çıkar açısına göre değişmektedir.
Kısaca, Darbelerin iyi veya kötü olması demir parmaklıkların neresinde olduğuna bağlıdır. Eğer parmaklıkların arkasında isen darbe kötüdür, dışında isen darbe belki de iyidir.
Ya peki her tür militarizm kötü müdür?
Militarizm ordu demektir. Ama günümüzde militarizm toplumun militarize edilmesi, askeri koşullara göre yaşamın düzenlenmesi demek anlamına da gelmektedir. Elbette savaş koşulları/ülke savunması dışında sivil halkın militarize edilmesi iyi bir şey değildir.
Bunun dışında her tür ordu ve her tür general kötü müdür?
Bu durum da demir parmaklıkların neresinde olduğunuza bağlıdır.
Örneğin, 1940 yıllarında Alman ordusu ve bir Alman generali bir Yahudi, demokrat, solcu komünist vb. için çok kötüdür. Ya peki, Kızıl Ordu, Kızıl Ordu generali ise onlar için çok iyidir.
Çünkü yoldaş general gelmiş, Auschwitz'te yaşayan Yahudi ve Komünistleri serbest bırakmıştır. Orada yaşayan bir mahkuma, "her tür militarizm kötüdür" derseniz sizin suratınıza aptal aptal bakacağına emenim.
Dünyamızda emperyalizm ve emperyalistlerin orduları olduğu sürece milliyetçilik de, milliyetçilerin, sosyalist ülkelerin de orduları da var olacaktır.
Örneğin, Küba ordusu. Örneğin Venezuela ordusu kötü müdür? "Her tür ordu, her general kötüdür" çerçevesinde kötüdür diyorsanız siz kötü bir emperyalizm yalakasısınız demektir.
Ordusuz bağımsızlık, ordusuz sosyalizm olabilemez.
Aydın Engin o kadar liberalizme, AB-D'ye, AKP'ye hizmet etti ama kimse onun takdir etmedi. Şimdi adı sanı fazla duyulmayan bir internet sitesinde yazılar yazıyor. Bilmeyenler için reklam olmaması için sitenin adını yazmayacağım.
Orada Engin, "Milliyetçilik 17.,18., 19. yüzyıllarda ilerici ve devrimci bir ideolojiydi. Şimdi ise gerici bir ideoloji" türü bir yazı yazmış. Yazının altında da yorum yaz diyor. Ben de yazdım.
"Gazetecilerin bağımsız gazetesi" olduğunu iddia eden site yorumumu yayınlamadı.
O yorumumu da sizlerle paylaşmak istedim.
Sayın Engin;
Haydi sen döndün dönek oldun da, 1980 öncesi ulusal demokratik cepheyi/ milliyetçi demokratik cepheyi savunan TKP gerici miydi?
Ya peki, Lenin, Stalin, Mao, Che, Castro, Chavez, Ming bunlar milliyetçi değil mi?
Her tür general size göre de kötü, ya peki yoldaş general de kötü mü? tüm dünyayı faşizm tehlikesinden kurtaran kızıl ordu da mı kötü? bir Alman askeri için yoldaş general kötüdür ya peki o dönemde bir Yahudi için kötü olan kimdir Alman general mi, yoldaş general mi?
Sayın Engin,
Siz titreyip kendinize yani ABD emperyalizme hizmete döndüğünüzün sanırım ya farkında değilsiniz ya da cemaatin sağlayabileceği olanaklarını düşünüyorsunuz.
Dünyada emperyalizm var olduğu sürece milliyetçilik bitmeyecektir ve ilerici özelliğini sürdürecektir. Zaten milliyetçilik emperyalizme/başka ülkelere karşı sınırı korumak değil midir?
İşte bakınız Chavez'in tüm icraatları milliyetçilik üzerine değil midir? arkasından sosyalizm gelse bile emperyalist ordular var olduğu sürece, milliyetçilik devam edecektir. Ayni SSCB'de olduğu gibi.
Türkiye'de ve tüm ülkelerde milliyetçilik demek o ülkede yaşayan tüm halkların çıkarları savunmak demektir.
Kafatası ölçen ırkçılar bizi ilgilendirmez.
Selamlar…
19 Eylül 2009 Cumartesi
"Gerçek Darbe Günlükleri -II-"
Biz karar vermişsiz iktidara el koyacağız devrim yapacağız yani. Halkın oyları ile seçmiş olduğu "demokratik/meşru" hükümeti devirerek yönetime el koyacağız. Hangi iktidar devireceksiniz derseniz? CHP ve MC hükümetlerini. Tabi o zaman şimdiki gibi yalaka liberallerimiz, dönek Marksistlerimiz olmadığı için kimse bizi darbeci olarak suçlamıyor. Göğsümüzü gere gere dolaşıyoruz, "devrimciyiz" diyerek.
O zamanlarda daha Roni Margulies de yok. Var olan seçilmiş siyasi iktidarı bize karşı korusun. Rahatız yani.
Biz gerine gerine dolaşırken bir sabah bir baktık başkaları elini bizden önce tutmuş ve var olan siyasi iktidarı devirerek tepeye oturmuş. "Netekim" falan diyor. O zaman Roni Margulies olsaydı Kenan Evren "Netekim"i falan zor derdi. Derdi ama Roni Margulies o zamanlar daha Taraf'ta yazmaya, darbelere karşı siyasi iktidarları korumaya başlamamıştı, Taraf Gazetesi de yoktu yani. Bunu fırsat bilen General Evren Paşa pattadak darbeyi yaptı.
Bizim zaten siyasi iktidara hıncımız var, halkımızı sömürüyor, süründürüyor vb. diye kızıyoruz. General Evren ve General paşalara hepten kızdık. En kısa sürede onları devireceğiz.
Bunun için hemen yeni koşullara uygun yapılara girdik. Ev adresini polisin bildiği arkadaşlar evlerini değiştirdi. Daha önce toplandığımız alanları terk ederek bambaşka yerler seçtik. Zincir halkası örgütlenmelere filan girdik.
Birim sorumlularından 10 kişi kadar bir gizli toplantı örgütledik. General Evren'i nasıl devirecektik? Onların silahı, tankı, topu vardı. Ya bizde? Bir arkadaşın babasının tabancası varmış. Ulan dedik bir tabanca ile bu iş olmaz.
Bunun üzerine grevler örgütleyeceğiz, üniversitelerde boykotlar filan yapacağız. Yani general Evren'in halk desteği olmadığını filan göstereceğiz. Önce her zamanki gibi afişleme, yazılama filan yapıyoruz. Yakalanmıyoruz, zaten sıkıyönetim döneminden de deneyimliyiz yani.
General Evren 'Netekim' filan demeye başlayalı 5-6 ay oluyor. Fabrikalar çalışmaya devam ediyor, okullar açıldı. Bazı üst düzey sendika yöneticilerinin tutuklanması dışında her şey eski konumuna döndü. Umutluyuz yani, grevler, boykotlar yapmaya. Okulda hocalarımız daha da hoşgörülü davranıyor bizlere. Her şey uygun.
Tam o günlerde, "Dev-Yol, Cebeci semtinde bir polis otosunu keleşlerle taradı" haberini alıyoruz. Bu saldırıyı kim yapıyor tam bilemiyoruz ama hemen arkasından tutuklamalar başlıyor. Dev-Yol, Halkın Kurtuluşu, Kurtuluş filan.
O günlerde birisi bizim elimize Tercüman Gazetesi veriyor. Tercüman'da manşet, "TKP çökertildi". Haberin devamında ise, "İç Anadolu Bölge sorumlusu dahil 217 kişi Kızıl Fener Operasyonu ile yakalandı". Eyvah hapı yuttuk derken başka bir kişi elimize bir bildiri tutuşturuyor. "TKP'nin yok edilmesi burjuvazinin 60 yıldır gördüğü rüyadır. TKP yaşıyor, savaşıyor, vs." bildirinin altında TKP Ankara İl Örgütü imzası var. Sözde biz de TKP'liyiz ama bildiriyi bize başkaları veriyor. Hem şaşırıyoruz, hem seviniyoruz.
****
Bir masa, masanın bir tarafında 21-22 yaşlarında bir kız diğer tarafında bir erkek oturuyor. Blum oynuyorlar.
Kızın adı Gönül, Sivaslı. 12 Eylül öncesi Hacettepe Üniversite'nin ve Beytepe Kız Öğrenci Yurdunun İGD sorumlusu.
Karşısındaki erkek DAL Şubesinden, işkenceci polis şefi, adı Teoman.
Gönül, 12 Eylül darbesinden sonra yurttan çıkarak şimdiki eve geçiyor. Oturduğu ev, o zaman yeni yeni yapılan 7-8 katlı binalardan. Gönül 6. katta, Teoman ise 5. katta oturuyor. Teoman Mersinli bir kadınla yaşıyor, fakat onunla evli değil. Kadını evlenme vaadiyle kandırmış, kadın Teoman'a kızgın, kadın Teoman'a öfkeli. Teoman gündüzleri evde, akşamları timi geliyor Teoman'ı alıp emniyete, işkenceye götürüyor.
Kandırılmış kadın, Gönül ile arkadaş oluyor, her şeyi bir bir anlatıyor Gönül'e. O sıralar Teoman Kurtuluş Gurubuna işkence yapıyor. (daha sonra, dava aşamasında Kurtuluş Gurubundan birisi mahkemede, "Teoman bunun hesabını vereceksin" diyerek haykırıyor)
Gönül Teoman'ın kim olduğunu biliyor. Fakat Teoman Gönül'ü erkek peşinde koşan bir zengin kızı sanıyor. Daha doğrusu Gönül bu rolü oynuyor.
Bir akşam üstü, Teoman pencereden güneşin batışını izliyor, çok romantik bulduğunu söylüyor Gönül'e. Gönül şaşırıyor hem işkenceci hem romantik olunabilinir mi? Diye kendini sorguluyor. Tam o günlerde Teoman bir kıza işkence yapmakla meşgul. İbrahim'i istiyor ve kız da İbrahim'in nerede olduğunu biliyor.
Teoman'ın kadını Gönül'e bilgileri veriyor, "bugün kızı çok kötü dövmüşler ama konuşturamamışlar" diyor. Kadın seviniyor, Teoman başaramıyor diye. Ertesi günü, "bugün elektrik vermişler ama yine konuşturamamışlar" diyor. Kadının sevinci 14 gün sürüyor. 15. gün ise, "orospu madem konuşacaktın neden bu kadar boşu boşuna işkence gördün" diyor. Kızı çırılçıplak 4-5 gün hücrede tutup, kış gününde üstüne tazyikli soğuk su tutmuşlar ve kız dayanamamış. Teoman'ın kadını kıza kızıyor. Kız, İbrahim'i Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin önünde kaldırımda yürürken yakalatıyor.
Gönül günü gününe her bir şeyi biliyor. Teoman, kadınına, kadını Gönül her şeyi anlatıyor.
Bir gün Beytepe Kız Öğrenci yurdunda, Kurtuluş Gurubu Maoculara (Halkın Kurtuluşuna) saldıracak. "Bizim haberimiz var, hazırlıklıyız", diyor Gönül. Kavga başlıyor. Yurtta Maocu gurup Kurtuluş gurubundan daha kalabalık. İGD onlardan daha az ama başlarında Gönül var. "biz Kurtuluşu gurubunun yanında kavgaya girsek, Maocular kesin kaybedecek. Ama o zamanda Kurtuluşçular "biz dövdük" diyecekler. Karışmıyoruz. Kurtuluş Gurubu bir güzel dayak yiyor ve kaçıyorlar. Arkasından biz Maoculara saldırıyoruz ve onları bir güzel pataklıyoruz" diyor Gönül. (Kavgaya nasıl hazırlanıyorlar? Derseniz, saçlarını topuz yaparak.)
Ertesi günü Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampusünün Halkın Kurtuluşu gurubunun sorumlusunun önüne bir avuç saç atıyor Gönül, "al sevgilinin saçları" diyor. Beytepe'de İGD- Halkın Kurtuluşu kavgası tam gün sürüyor.
Teoman Gönül ile blum oynuyor. Kazanacağından emin. Kağıt atma sırası Teoman'da, mahsus elindeki sinek beşlisini düşürüyor. Gönül'ün tepkisini ölçmek için. Gönül sinek beşlisini görünce heyecanlanıyor.
Teoman, "bu beşli seni bitirir" diyor.
Gönül, "bana lazım değil" diyor.
Teoman, işkencelerde insanın doğru mu, yalan mı söylediğini iyi biliyor. Bu yüzden sinek beşlisinin Gönül'e gerekli olduğu konusunda ısrarlı.
Sonuçta Gönül elini açıyor ve sinek beşlisi Gönül'e gerekli değil. Psikolojik, işkence uzmanı! Teoman mosmor oluyor. Oluyor ama Gönül de korkuyor. "hani ben saftirik, erkek peşinde koşan kız rolü oynayacaktım?" diye.
Gönül, Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü'nün İGD sorumlusu. Kampüste 150 militan İGD'linin içinden sorumlu o. Ama Teoman bunu ve Gönül'ün ne kadar zeki olduğunu bilmiyor.
*****
Ankara emniyetinde neler oluyor? Kimler toplanıyor filan hepsini biliyoruz da General Evren'i ve General paşaları nasıl devireceğiz? Kara kara düşünüyoruz.
Tam o günlerde çakı gibi, resmi üniformalı bir Harp okulu öğrencisi bana geliyor, "Biz Harp okulunun solcu öğrenciler olarak bir örgüt kurduk. Seçilmiş iktidarı silah zoruyla deviren, General Evren ve General paşaları, yine silah zoru ile devirerek sosyalizmi kurmayı hedefliyoruz" diyor.
Feleğim şaşıyor. Gelen askeri öğrenciyi tanıyorum. O da beni tanıyor. Zaten o yüzden de bana geliyor. Tamam diyorum, General Evren ve General paşaların suyu ısındı. Diyorum da beynimde de bir soru , Roni Margulies, Aydın Engin, Oya Baydar, Altan veletler, vb. acaba buna ne diyecekler? İktidar seçilmemiş, tersine seçilmişi devirmiş de, şimdi biz de seçilmişi silah zoru ile devirmiş iktidarı yine silah zoru ile devirip sosyalizmi kurmaya kalksak acaba bu iktidar meşru! olur mu? Yoksa Süleyman Demirel'i, Necmettin Erbakan'ı, Alpaslan Türkeş'i yine tutup getirip, iktidara oturtmak mı gerekir?
"Peki" diyorum, "benden ne istiyorsun?"
"Biz TKP ile ilişki kurmak istiyoruz."
Gerçek darbe günlükleri devam edecek…..
Saygılarımla…
Not: tüm isimler ve anılar gerçektir.
O zamanlarda daha Roni Margulies de yok. Var olan seçilmiş siyasi iktidarı bize karşı korusun. Rahatız yani.
Biz gerine gerine dolaşırken bir sabah bir baktık başkaları elini bizden önce tutmuş ve var olan siyasi iktidarı devirerek tepeye oturmuş. "Netekim" falan diyor. O zaman Roni Margulies olsaydı Kenan Evren "Netekim"i falan zor derdi. Derdi ama Roni Margulies o zamanlar daha Taraf'ta yazmaya, darbelere karşı siyasi iktidarları korumaya başlamamıştı, Taraf Gazetesi de yoktu yani. Bunu fırsat bilen General Evren Paşa pattadak darbeyi yaptı.
Bizim zaten siyasi iktidara hıncımız var, halkımızı sömürüyor, süründürüyor vb. diye kızıyoruz. General Evren ve General paşalara hepten kızdık. En kısa sürede onları devireceğiz.
Bunun için hemen yeni koşullara uygun yapılara girdik. Ev adresini polisin bildiği arkadaşlar evlerini değiştirdi. Daha önce toplandığımız alanları terk ederek bambaşka yerler seçtik. Zincir halkası örgütlenmelere filan girdik.
Birim sorumlularından 10 kişi kadar bir gizli toplantı örgütledik. General Evren'i nasıl devirecektik? Onların silahı, tankı, topu vardı. Ya bizde? Bir arkadaşın babasının tabancası varmış. Ulan dedik bir tabanca ile bu iş olmaz.
Bunun üzerine grevler örgütleyeceğiz, üniversitelerde boykotlar filan yapacağız. Yani general Evren'in halk desteği olmadığını filan göstereceğiz. Önce her zamanki gibi afişleme, yazılama filan yapıyoruz. Yakalanmıyoruz, zaten sıkıyönetim döneminden de deneyimliyiz yani.
General Evren 'Netekim' filan demeye başlayalı 5-6 ay oluyor. Fabrikalar çalışmaya devam ediyor, okullar açıldı. Bazı üst düzey sendika yöneticilerinin tutuklanması dışında her şey eski konumuna döndü. Umutluyuz yani, grevler, boykotlar yapmaya. Okulda hocalarımız daha da hoşgörülü davranıyor bizlere. Her şey uygun.
Tam o günlerde, "Dev-Yol, Cebeci semtinde bir polis otosunu keleşlerle taradı" haberini alıyoruz. Bu saldırıyı kim yapıyor tam bilemiyoruz ama hemen arkasından tutuklamalar başlıyor. Dev-Yol, Halkın Kurtuluşu, Kurtuluş filan.
O günlerde birisi bizim elimize Tercüman Gazetesi veriyor. Tercüman'da manşet, "TKP çökertildi". Haberin devamında ise, "İç Anadolu Bölge sorumlusu dahil 217 kişi Kızıl Fener Operasyonu ile yakalandı". Eyvah hapı yuttuk derken başka bir kişi elimize bir bildiri tutuşturuyor. "TKP'nin yok edilmesi burjuvazinin 60 yıldır gördüğü rüyadır. TKP yaşıyor, savaşıyor, vs." bildirinin altında TKP Ankara İl Örgütü imzası var. Sözde biz de TKP'liyiz ama bildiriyi bize başkaları veriyor. Hem şaşırıyoruz, hem seviniyoruz.
****
Bir masa, masanın bir tarafında 21-22 yaşlarında bir kız diğer tarafında bir erkek oturuyor. Blum oynuyorlar.
Kızın adı Gönül, Sivaslı. 12 Eylül öncesi Hacettepe Üniversite'nin ve Beytepe Kız Öğrenci Yurdunun İGD sorumlusu.
Karşısındaki erkek DAL Şubesinden, işkenceci polis şefi, adı Teoman.
Gönül, 12 Eylül darbesinden sonra yurttan çıkarak şimdiki eve geçiyor. Oturduğu ev, o zaman yeni yeni yapılan 7-8 katlı binalardan. Gönül 6. katta, Teoman ise 5. katta oturuyor. Teoman Mersinli bir kadınla yaşıyor, fakat onunla evli değil. Kadını evlenme vaadiyle kandırmış, kadın Teoman'a kızgın, kadın Teoman'a öfkeli. Teoman gündüzleri evde, akşamları timi geliyor Teoman'ı alıp emniyete, işkenceye götürüyor.
Kandırılmış kadın, Gönül ile arkadaş oluyor, her şeyi bir bir anlatıyor Gönül'e. O sıralar Teoman Kurtuluş Gurubuna işkence yapıyor. (daha sonra, dava aşamasında Kurtuluş Gurubundan birisi mahkemede, "Teoman bunun hesabını vereceksin" diyerek haykırıyor)
Gönül Teoman'ın kim olduğunu biliyor. Fakat Teoman Gönül'ü erkek peşinde koşan bir zengin kızı sanıyor. Daha doğrusu Gönül bu rolü oynuyor.
Bir akşam üstü, Teoman pencereden güneşin batışını izliyor, çok romantik bulduğunu söylüyor Gönül'e. Gönül şaşırıyor hem işkenceci hem romantik olunabilinir mi? Diye kendini sorguluyor. Tam o günlerde Teoman bir kıza işkence yapmakla meşgul. İbrahim'i istiyor ve kız da İbrahim'in nerede olduğunu biliyor.
Teoman'ın kadını Gönül'e bilgileri veriyor, "bugün kızı çok kötü dövmüşler ama konuşturamamışlar" diyor. Kadın seviniyor, Teoman başaramıyor diye. Ertesi günü, "bugün elektrik vermişler ama yine konuşturamamışlar" diyor. Kadının sevinci 14 gün sürüyor. 15. gün ise, "orospu madem konuşacaktın neden bu kadar boşu boşuna işkence gördün" diyor. Kızı çırılçıplak 4-5 gün hücrede tutup, kış gününde üstüne tazyikli soğuk su tutmuşlar ve kız dayanamamış. Teoman'ın kadını kıza kızıyor. Kız, İbrahim'i Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin önünde kaldırımda yürürken yakalatıyor.
Gönül günü gününe her bir şeyi biliyor. Teoman, kadınına, kadını Gönül her şeyi anlatıyor.
Bir gün Beytepe Kız Öğrenci yurdunda, Kurtuluş Gurubu Maoculara (Halkın Kurtuluşuna) saldıracak. "Bizim haberimiz var, hazırlıklıyız", diyor Gönül. Kavga başlıyor. Yurtta Maocu gurup Kurtuluş gurubundan daha kalabalık. İGD onlardan daha az ama başlarında Gönül var. "biz Kurtuluşu gurubunun yanında kavgaya girsek, Maocular kesin kaybedecek. Ama o zamanda Kurtuluşçular "biz dövdük" diyecekler. Karışmıyoruz. Kurtuluş Gurubu bir güzel dayak yiyor ve kaçıyorlar. Arkasından biz Maoculara saldırıyoruz ve onları bir güzel pataklıyoruz" diyor Gönül. (Kavgaya nasıl hazırlanıyorlar? Derseniz, saçlarını topuz yaparak.)
Ertesi günü Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampusünün Halkın Kurtuluşu gurubunun sorumlusunun önüne bir avuç saç atıyor Gönül, "al sevgilinin saçları" diyor. Beytepe'de İGD- Halkın Kurtuluşu kavgası tam gün sürüyor.
Teoman Gönül ile blum oynuyor. Kazanacağından emin. Kağıt atma sırası Teoman'da, mahsus elindeki sinek beşlisini düşürüyor. Gönül'ün tepkisini ölçmek için. Gönül sinek beşlisini görünce heyecanlanıyor.
Teoman, "bu beşli seni bitirir" diyor.
Gönül, "bana lazım değil" diyor.
Teoman, işkencelerde insanın doğru mu, yalan mı söylediğini iyi biliyor. Bu yüzden sinek beşlisinin Gönül'e gerekli olduğu konusunda ısrarlı.
Sonuçta Gönül elini açıyor ve sinek beşlisi Gönül'e gerekli değil. Psikolojik, işkence uzmanı! Teoman mosmor oluyor. Oluyor ama Gönül de korkuyor. "hani ben saftirik, erkek peşinde koşan kız rolü oynayacaktım?" diye.
Gönül, Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü'nün İGD sorumlusu. Kampüste 150 militan İGD'linin içinden sorumlu o. Ama Teoman bunu ve Gönül'ün ne kadar zeki olduğunu bilmiyor.
*****
Ankara emniyetinde neler oluyor? Kimler toplanıyor filan hepsini biliyoruz da General Evren'i ve General paşaları nasıl devireceğiz? Kara kara düşünüyoruz.
Tam o günlerde çakı gibi, resmi üniformalı bir Harp okulu öğrencisi bana geliyor, "Biz Harp okulunun solcu öğrenciler olarak bir örgüt kurduk. Seçilmiş iktidarı silah zoruyla deviren, General Evren ve General paşaları, yine silah zoru ile devirerek sosyalizmi kurmayı hedefliyoruz" diyor.
Feleğim şaşıyor. Gelen askeri öğrenciyi tanıyorum. O da beni tanıyor. Zaten o yüzden de bana geliyor. Tamam diyorum, General Evren ve General paşaların suyu ısındı. Diyorum da beynimde de bir soru , Roni Margulies, Aydın Engin, Oya Baydar, Altan veletler, vb. acaba buna ne diyecekler? İktidar seçilmemiş, tersine seçilmişi devirmiş de, şimdi biz de seçilmişi silah zoru ile devirmiş iktidarı yine silah zoru ile devirip sosyalizmi kurmaya kalksak acaba bu iktidar meşru! olur mu? Yoksa Süleyman Demirel'i, Necmettin Erbakan'ı, Alpaslan Türkeş'i yine tutup getirip, iktidara oturtmak mı gerekir?
"Peki" diyorum, "benden ne istiyorsun?"
"Biz TKP ile ilişki kurmak istiyoruz."
Gerçek darbe günlükleri devam edecek…..
Saygılarımla…
Not: tüm isimler ve anılar gerçektir.
13 Eylül 2009 Pazar
12 Eylül’ü anımsamak
12 Eylül’ün 29. yıl dönümünde, bir çok kişi, yayın organı 12 Eylül öncesini ve sonrasını anlatıyor.
Hem de bu anlatanların bir çoğu, 12 Eylül’ün birinci derece tanıkları. Bir çoğu yakalanmış işkence görmüş, yıllarca cezaevlerinde yatmış.
Ben de 78 kuşağıyım. Fakat her nedense onların anlattıkları benim yaşadıklarımla fazla uyuşmuyor.
Bu nedenle 12 Eylül öncesi ve sonrasını bir kez daha anımsatmak istiyorum.
12 Eylül öncesi sol örgütler:
Dey-Yol
Halkın Kurtuluşu
Kurtuluş
TKP
Türkiye’de dönemine etkisini vuran en güçlü olan örgütler bunlardı. Bu örgütlerin ayrıca, gençlik, kadın, öğretmen, memur, işçi vb. örgütlenmeleri de oldukça güçlüydü.
Teker teker ele alırsak:
Halkın Kurtuluşu: Deniz Gezmiş hareketinin devamı: Maocu olarak tanımlanan bu hareket, Çin çizgisini savunuyor ve sosyalist sistem ve SSCB’yi emperyalist olarak tanımlıyordu. Sloganları; “kahrolsun sosyal emperyalizm” ile tanımlanabilir. Daha sonra Enver Hoca çizgisine girdiler.
Öğrenci ve gençlik hareketi içinde birinci dereceden güçlü olan bu örgüt, 5 Şubat 1977 Ankara/Tandoğan (Tüm-Der, Tüs-Der ve TÜTED) memur mitingine saldırması ve kanlı 1 Mayıs 1977 mitinginde oynadığı provakasyon sonrası hızla kitlelerden dışlanan fakat uzun süre militan kadrosunu koruyan bir yapı. Silahlı mücadeleyi, kurtarılmış bölgeleri savunuyordu. Günümüzün devamı EMEP
Dev-Yol:
Mahir Çayan çizgisinde mücadele eden, SSCB’yi ve sosyalist sistemi “Revizyonist” kabul eden ve kitle içinde Halkın Kurtuluşu hareketinin tasfiyesi sonrasında özellikle gençlik içinde en güçlü yapı. 1980 yıllarına doğru Dev-Sol parçalanması ile çok ciddi darbe yedi. Öncü savaş ile sosyalizmi kurulacağını savunuyordu. Demokrasi mücadelesi reddeden bu yapı için silahı, hem faşist saldırılara karşı hem de öncü savaşı için kaçınılmaz bir mücadele yönetimi kabul ediliyordu. En önemli sloganları, “Tek Yol devrim”di. Bu günkü devamı ise ÖDP
Kurtuluş:
Dev-Genç kökenli bu yapı, Dev-Yol çizgisine yakın bir politikayı savunuyordu. Türkiye’nin bazı bölgelerinde güçleri vardı ve bir çok yerde ve zamanda TKP ile ittifaklar içine girdi.
TKP:
1920 yılında kurulmuş Türkiye’nin en eski partisi. Mustafa Suphilerin, Nazım Hikmetlerin, İ. Bilenlerin partisi. Merkezi Demokratik Almanya olan partinin, “TKP’nin Sesi” isimli radyosu da vardı. Kurulduğu yıldan bu yana sayısız keskin dönemeçlere imza atan bu partiyi, konuyu uzatmamak için sadece 12 Eylül çerçevesinde değerlendirmek istiyorum.
12 Mart döneminin, Deniz Gezmiş, Mahir Çayanları varsa TKP’nin de Harun Karadeniz’i vardı. "Özel okullar devletleştirmelidir" kampanyası ve “6. Filo Defol” eylemlerinin önderidir. Hiçbir silahlı eyleme karışmadığı için idam edilememiş fakat, kolundan yakalandığı basit bir kanser hastalığının tedavisi cezaevlerinde engellendiği için 1975 yılında ölmüştür. Harun Karadeniz TKP davası sanıklarındandır.
TKP, özellikle işçi hareketi içinde ciddi gücü olan, öğrenci, işçi gençlik, kadın hareketinde ve Türk, Kürt hareketi içinde en etkili olan örgüt. En önemli sloganı, “İleri Demokratik Bir Düzen” ile “Faşizme Geçit Yok” şimdiki devamı ise karışık, SİP adını TKP olarak değiştirdi fakat şimdiki TKP, o çizgiyi savunmaktan uzak. Tüm-İGD, Ürün gibi yapılar kendilerini TKP’nin mirasçısı kabul ediyor.
12 Eylül kitle örgütleri içinde ise:
DİSK ve TÖB-DER en önemlileri.
DİSK’i Disk yapan Kemal Türkler. Kemal Türker TKP merkez yöneticisi. DİSK’in 1977 kongresinde tüm gerici, ve kendini sol tanımlayan tüm yapılar, Dev-Yol, Halkın Kurtuluşu ve tüm diğerleri Kemal Türker’e karşı Abdullah Baştürk ve Fehmi Işıklar’ı destekledi ve bu kongreden sonra DİSK anti-faşist mücadeleden tasfiye edilmiş oldu.
1977 yılında Abdullah Baştürk’ün DİSK’e genel başkan olması Türkiye devrimci ve demokrasi mücadelesinin kırılma noktası oldu. Bu tarihten sonra DİSK devrimci ve demokrasi mücadelesinden, mitinglerden, genel grevlerden çekildi. Bu tarih, Amerikanın “Our boys”larının yolunun açıldığı en önemli dönemeç oldu.
Aynı dönemeç TÖB-DER kongresinde yaşandı. Türkiye’nin en dinamik en örgütlü derneği olan öğretmenler sendikasında da, TKP’ye karşı tüm sosyal demokrat ve sol birleşti. Artık 12 Eylül’ün önünde hiçbir engel kalmamıştı.
Diğer örgütler:
TİKP, Türkiye İşçi Köylü Partisi, şimdi adı İP. Genel Başkanı Doğu Perinçek. 12 Eylül öncesi, “ABD çürüyen kokuşan devlettir, Rusya ise gelişen güçlenen sosyal emperyalist bir ülkedir. Bizim mücadelemiz SSCB’ye karşıdır” diyen yapı. Şimdi ise ABD’ye karşı Avrasya’yı, Rusya’yı savunuyor. “Ergenekon” soruşturması kapsamında Silivri’de yatıyor. Ne diyelim emperyalizme hizmette vefa yoktur. Vefa İstanbul’da bir semtin adıdır.
MHP: “Bir Gece Ansızın Gelebiliriz” sloganları ile darbeye açıkça davetiye çıkardı. 12 Eylül’ün olmasına en büyük katkıyı koyan yapı. Tüm cinayetlerde, tüm bombalı eylemlerde, tüm kahve taramalarında onlar vardı. 12 Eylül ortamını onlar hazırladı. Fakat 12 Eylül yönetimi tarafsızmış gibi, demokratmış gibi davranarak onları da içeri attı. Onları da astı. Genel Başkanlarının sitemi ise hala belleklerdedir; “Düşünce olarak biz iktidardayız fakat adamlarımız içeride” 12 Eylül sonrası da bir çok militanı derin devlet tarafından kullanıldı. En önemlileri ise Abdullah Çatlı ve M. Ali Ağca’dır.
PKK:
MİT tarafından kurulan ve görevi, Güney Doğuya giremeyen MHP yerine sol ve sosyalist yapılara saldırmakla görevli olan yapı. Saldırmadığı, Kürt ve Türk sosyalist örgüt kalmadı. Tüm Türk ve Kürt Sosyalist yapılar PKK’yı “Doğunun MHP”si olarak tanımladı.
Fakat onlar da MHP’nin kaderinden kurtulamadı. Onlar da işkenceler görüp cezaevlerine atıldılar. Fakat 12 Eylül dönemi Diyarbakır Cezaevinde işkence görenlerin büyük çoğunluğu Kürt sosyalistleriydi. Doğu Devrimci Kültür Ocakları, Doğu Devrimci Kültür Dernekleri, Rizgari, ala Rizgari, Kawa, Denge Kawa vb. şimdi elbette bunlar bize unutturuldu. Sanki o yıllarda Diyarbakır Cezaevinde yatanlar sosyalizmi değil de Kürt milliyetçi hareketini savunuyordu. Şimdi ise PKK devlet kontrolünden çıktı, gerisini biliyorsunuz.
Basın:
Türkiye’de bir çok kişi Cumhuriyet Gazetesini sol gazete olarak biliyor. Oysa Cumhuriyet Gazetesi hiçbir zaman sol bir gazete olmadı. Cumhuriyet Gazetesi devletin, kemalizmin bir yayın organı olarak yayın yaşamını sürdürdü, şimdi de sürdürmeye çalışıyor. Örneğin 1940 yıllarında devlet Hitler’e yaklaştığı zaman Cumhuriyet Gazetesi faşizmi savunur bile olmuştu.
Türkiye’de sol gazeteler ise: Yeni ortam ve Akşam gazeteleriydi. Bunlar demokratik bir çizgide yayın yapıyordu. Bunların dışında TKP’nin Politika gazetesi ve Dev-Yol’un ise Demokrat Gazetesi vardı.
Sağın ise amiral gemisi, Kemal Ilıcak’ın Tercüman Gazetesiydi. Açıkça 12 Eylül’e davetiye çıkarmış ve 12 Eylül’ün savunucusu olmuştur. Tercüman Gazetesinde kimler mi yazı yazıyordu? Şimdiki tüm medyada köşe başlarını tutanlar. Araştırırsanız kolayca öğrenebilirsiniz.
Basın konusunda bir not:
Uğur Mumcu, 12 Eylül döneminde hiçbir zaman solcu olmadı. 12 Mart’ta sakıncalı olan Mumcu 12 Eylül’de ise devlet koruması altına alınarak 12 Eylül paşaları tarafından kendisine koruma verildi. Uğur Mumcu, idamlar konusunda bakın ne dedi; “canım onlar da çocuk değil ki, bu işlere girerken sonucun nereye gideceğini elbette biliyorlardı” Uğur Mumcu’nun tüm yazıları 12 Eylül’e destek veren yazılardır. Hele TKP için “önemsiz” yazısı. Meraklısı araştırsın.
Fakat bu dönemde Cumhuriyet Gazetesi onurlu diğer yazarlarını da unutmamak gerekir. Başta İlhan Selçuk, Şükran Soner, Oktay Akbal, Mustafa Ekmekçi. Bunlar sürekli 12 Eylül karşıtı yazı yazanlar.
Mumcu, Mehmet Ali Ağca’yı Bulgar gizli servis/KBG ajanı bile yapmaya kalktı. “Sol neden gelişemiyor” diyenlere bakıyorum da şaşırıyorum. Siz sol olarak hala Uğur Mumcu’ya sahip çıkmaya devam edin.
Haydar Kutlu’nun/Nabi Yağcı’nın kulakları çınlasın. İyi anımsıyorum. Haydar Kutlu ve Nihat Sargın Türkiye’de işkence görürken herkesin sus/pus olduğu dönemde İlhan Selçuk “Hamamböceği” isimli yazısı ile İşkenceleri en ağır bir şekilde eleştirmiş, Kutlu ve Sargın’ı savunmuştu. Ama şimdi Haydar Kutlu’ya göre İlhan Selçuk “darbeci” ne diyelim politikada vefa yoktur. Vefa İstanbul’da bir semtin adıdır.
İşkence:
Şimdi herkes bir şeyi bilerek veya bilmeyerek karıştırıyor. Cezaevlerinde işkence olmaz. Cezaevlerinde kötü muamele olur, kaba dayak, tecrit, bok yedirme, süründürme, marş/şiir okutma vb. “Diyarbakır cezaevindeki işkenceler” diye başlayan sayısız yazılarla karşılaşıyoruz. “Diyarbakır Cezaevi müze yapılsın”, yapılsın buna itirazım yok. Fakat işkenceler emniyet müdürlüklerinde yapılır. Ve bir amacı vardır. “söyle ulan silahı nereye sakladın”, “senin üstünde kim var” veya “diğer örgüt arkadaşların kimler” veya “Hasan Toprak nerede saklanıyor” vb. emniyetteki, ABD’ye doğrudan bağlı, derin devletin işkencecileri bunları öğrenmek için neler mi yapıyordu? Bir kaçını sıralayayım;
Düz askı, Filistin askısı, ters askı, testislerinin sıkılması, askıda elektrik, buza yatırma, ıslak zeminde elektrik verme, tazyikli su, sigara söndürme, kaba dayak, kırık cam üzerinde yürütme, cop sokma, tecavüz ve daha bir çokları. Bunlar ne için yapılır. “Örgütü çökertmek için” bu işkenceler sonucu insan en yakın arkadaşını bile ihbar etmek zorunda kaldı. Şimdi herkes askeri cezaevlerinden, subaylardan söz ediyor, onların yargılanmasını ceza almasını istiyor. Doğrudur alsınlar. Ya peki emniyette işkence yapanlar ne olacak? Sanki herkes bilerek veya bilmeyerek emniyette işkence yapan polisleri aklamaya/unutturmaya çalışıyor.
12 Eylül döneminin en büyük işkenceleri Ankara Emniyet Müdürlüğünde yapıldı. Ankara Emniyet müdürlüğü “karanlığın/faşizmin” iniydi. Orada bu işkenceye maruz kalanlar askeri cezaevlerini cennet olarak gördüler ve bir an önce emniyetten cezaevlerine gitmek istediler.
Her nedense 12 Eylül mağdurları bu işkenceleri unutmuş görünüyor.
Elbette Diyarbakır Cezaevinde insanlara çok kötü muamele yapıldı, ama bu işkence değil bir çeşit “cezalandırma” idi. Ya peki Diyarbakır emniyetindeki işkenceler ne oldu? Diyarbakır Cezaevindekiler kötü muamele gördüler de, Mamak, Metris Cezaevine girenleri çiçeklerle mi karşıladılar? Buna da siz karar verir.
Onlar unuttu ama siz unutmayın ve unutturmayın; “tek tip kıyafet” eylemlerini, bu konuda PKK’nın tavrını, soğuk kış günlerinde, don atlet günlerce tir tir titreyen devrimcileri.
Saygılarımla…
Hem de bu anlatanların bir çoğu, 12 Eylül’ün birinci derece tanıkları. Bir çoğu yakalanmış işkence görmüş, yıllarca cezaevlerinde yatmış.
Ben de 78 kuşağıyım. Fakat her nedense onların anlattıkları benim yaşadıklarımla fazla uyuşmuyor.
Bu nedenle 12 Eylül öncesi ve sonrasını bir kez daha anımsatmak istiyorum.
12 Eylül öncesi sol örgütler:
Dey-Yol
Halkın Kurtuluşu
Kurtuluş
TKP
Türkiye’de dönemine etkisini vuran en güçlü olan örgütler bunlardı. Bu örgütlerin ayrıca, gençlik, kadın, öğretmen, memur, işçi vb. örgütlenmeleri de oldukça güçlüydü.
Teker teker ele alırsak:
Halkın Kurtuluşu: Deniz Gezmiş hareketinin devamı: Maocu olarak tanımlanan bu hareket, Çin çizgisini savunuyor ve sosyalist sistem ve SSCB’yi emperyalist olarak tanımlıyordu. Sloganları; “kahrolsun sosyal emperyalizm” ile tanımlanabilir. Daha sonra Enver Hoca çizgisine girdiler.
Öğrenci ve gençlik hareketi içinde birinci dereceden güçlü olan bu örgüt, 5 Şubat 1977 Ankara/Tandoğan (Tüm-Der, Tüs-Der ve TÜTED) memur mitingine saldırması ve kanlı 1 Mayıs 1977 mitinginde oynadığı provakasyon sonrası hızla kitlelerden dışlanan fakat uzun süre militan kadrosunu koruyan bir yapı. Silahlı mücadeleyi, kurtarılmış bölgeleri savunuyordu. Günümüzün devamı EMEP
Dev-Yol:
Mahir Çayan çizgisinde mücadele eden, SSCB’yi ve sosyalist sistemi “Revizyonist” kabul eden ve kitle içinde Halkın Kurtuluşu hareketinin tasfiyesi sonrasında özellikle gençlik içinde en güçlü yapı. 1980 yıllarına doğru Dev-Sol parçalanması ile çok ciddi darbe yedi. Öncü savaş ile sosyalizmi kurulacağını savunuyordu. Demokrasi mücadelesi reddeden bu yapı için silahı, hem faşist saldırılara karşı hem de öncü savaşı için kaçınılmaz bir mücadele yönetimi kabul ediliyordu. En önemli sloganları, “Tek Yol devrim”di. Bu günkü devamı ise ÖDP
Kurtuluş:
Dev-Genç kökenli bu yapı, Dev-Yol çizgisine yakın bir politikayı savunuyordu. Türkiye’nin bazı bölgelerinde güçleri vardı ve bir çok yerde ve zamanda TKP ile ittifaklar içine girdi.
TKP:
1920 yılında kurulmuş Türkiye’nin en eski partisi. Mustafa Suphilerin, Nazım Hikmetlerin, İ. Bilenlerin partisi. Merkezi Demokratik Almanya olan partinin, “TKP’nin Sesi” isimli radyosu da vardı. Kurulduğu yıldan bu yana sayısız keskin dönemeçlere imza atan bu partiyi, konuyu uzatmamak için sadece 12 Eylül çerçevesinde değerlendirmek istiyorum.
12 Mart döneminin, Deniz Gezmiş, Mahir Çayanları varsa TKP’nin de Harun Karadeniz’i vardı. "Özel okullar devletleştirmelidir" kampanyası ve “6. Filo Defol” eylemlerinin önderidir. Hiçbir silahlı eyleme karışmadığı için idam edilememiş fakat, kolundan yakalandığı basit bir kanser hastalığının tedavisi cezaevlerinde engellendiği için 1975 yılında ölmüştür. Harun Karadeniz TKP davası sanıklarındandır.
TKP, özellikle işçi hareketi içinde ciddi gücü olan, öğrenci, işçi gençlik, kadın hareketinde ve Türk, Kürt hareketi içinde en etkili olan örgüt. En önemli sloganı, “İleri Demokratik Bir Düzen” ile “Faşizme Geçit Yok” şimdiki devamı ise karışık, SİP adını TKP olarak değiştirdi fakat şimdiki TKP, o çizgiyi savunmaktan uzak. Tüm-İGD, Ürün gibi yapılar kendilerini TKP’nin mirasçısı kabul ediyor.
12 Eylül kitle örgütleri içinde ise:
DİSK ve TÖB-DER en önemlileri.
DİSK’i Disk yapan Kemal Türkler. Kemal Türker TKP merkez yöneticisi. DİSK’in 1977 kongresinde tüm gerici, ve kendini sol tanımlayan tüm yapılar, Dev-Yol, Halkın Kurtuluşu ve tüm diğerleri Kemal Türker’e karşı Abdullah Baştürk ve Fehmi Işıklar’ı destekledi ve bu kongreden sonra DİSK anti-faşist mücadeleden tasfiye edilmiş oldu.
1977 yılında Abdullah Baştürk’ün DİSK’e genel başkan olması Türkiye devrimci ve demokrasi mücadelesinin kırılma noktası oldu. Bu tarihten sonra DİSK devrimci ve demokrasi mücadelesinden, mitinglerden, genel grevlerden çekildi. Bu tarih, Amerikanın “Our boys”larının yolunun açıldığı en önemli dönemeç oldu.
Aynı dönemeç TÖB-DER kongresinde yaşandı. Türkiye’nin en dinamik en örgütlü derneği olan öğretmenler sendikasında da, TKP’ye karşı tüm sosyal demokrat ve sol birleşti. Artık 12 Eylül’ün önünde hiçbir engel kalmamıştı.
Diğer örgütler:
TİKP, Türkiye İşçi Köylü Partisi, şimdi adı İP. Genel Başkanı Doğu Perinçek. 12 Eylül öncesi, “ABD çürüyen kokuşan devlettir, Rusya ise gelişen güçlenen sosyal emperyalist bir ülkedir. Bizim mücadelemiz SSCB’ye karşıdır” diyen yapı. Şimdi ise ABD’ye karşı Avrasya’yı, Rusya’yı savunuyor. “Ergenekon” soruşturması kapsamında Silivri’de yatıyor. Ne diyelim emperyalizme hizmette vefa yoktur. Vefa İstanbul’da bir semtin adıdır.
MHP: “Bir Gece Ansızın Gelebiliriz” sloganları ile darbeye açıkça davetiye çıkardı. 12 Eylül’ün olmasına en büyük katkıyı koyan yapı. Tüm cinayetlerde, tüm bombalı eylemlerde, tüm kahve taramalarında onlar vardı. 12 Eylül ortamını onlar hazırladı. Fakat 12 Eylül yönetimi tarafsızmış gibi, demokratmış gibi davranarak onları da içeri attı. Onları da astı. Genel Başkanlarının sitemi ise hala belleklerdedir; “Düşünce olarak biz iktidardayız fakat adamlarımız içeride” 12 Eylül sonrası da bir çok militanı derin devlet tarafından kullanıldı. En önemlileri ise Abdullah Çatlı ve M. Ali Ağca’dır.
PKK:
MİT tarafından kurulan ve görevi, Güney Doğuya giremeyen MHP yerine sol ve sosyalist yapılara saldırmakla görevli olan yapı. Saldırmadığı, Kürt ve Türk sosyalist örgüt kalmadı. Tüm Türk ve Kürt Sosyalist yapılar PKK’yı “Doğunun MHP”si olarak tanımladı.
Fakat onlar da MHP’nin kaderinden kurtulamadı. Onlar da işkenceler görüp cezaevlerine atıldılar. Fakat 12 Eylül dönemi Diyarbakır Cezaevinde işkence görenlerin büyük çoğunluğu Kürt sosyalistleriydi. Doğu Devrimci Kültür Ocakları, Doğu Devrimci Kültür Dernekleri, Rizgari, ala Rizgari, Kawa, Denge Kawa vb. şimdi elbette bunlar bize unutturuldu. Sanki o yıllarda Diyarbakır Cezaevinde yatanlar sosyalizmi değil de Kürt milliyetçi hareketini savunuyordu. Şimdi ise PKK devlet kontrolünden çıktı, gerisini biliyorsunuz.
Basın:
Türkiye’de bir çok kişi Cumhuriyet Gazetesini sol gazete olarak biliyor. Oysa Cumhuriyet Gazetesi hiçbir zaman sol bir gazete olmadı. Cumhuriyet Gazetesi devletin, kemalizmin bir yayın organı olarak yayın yaşamını sürdürdü, şimdi de sürdürmeye çalışıyor. Örneğin 1940 yıllarında devlet Hitler’e yaklaştığı zaman Cumhuriyet Gazetesi faşizmi savunur bile olmuştu.
Türkiye’de sol gazeteler ise: Yeni ortam ve Akşam gazeteleriydi. Bunlar demokratik bir çizgide yayın yapıyordu. Bunların dışında TKP’nin Politika gazetesi ve Dev-Yol’un ise Demokrat Gazetesi vardı.
Sağın ise amiral gemisi, Kemal Ilıcak’ın Tercüman Gazetesiydi. Açıkça 12 Eylül’e davetiye çıkarmış ve 12 Eylül’ün savunucusu olmuştur. Tercüman Gazetesinde kimler mi yazı yazıyordu? Şimdiki tüm medyada köşe başlarını tutanlar. Araştırırsanız kolayca öğrenebilirsiniz.
Basın konusunda bir not:
Uğur Mumcu, 12 Eylül döneminde hiçbir zaman solcu olmadı. 12 Mart’ta sakıncalı olan Mumcu 12 Eylül’de ise devlet koruması altına alınarak 12 Eylül paşaları tarafından kendisine koruma verildi. Uğur Mumcu, idamlar konusunda bakın ne dedi; “canım onlar da çocuk değil ki, bu işlere girerken sonucun nereye gideceğini elbette biliyorlardı” Uğur Mumcu’nun tüm yazıları 12 Eylül’e destek veren yazılardır. Hele TKP için “önemsiz” yazısı. Meraklısı araştırsın.
Fakat bu dönemde Cumhuriyet Gazetesi onurlu diğer yazarlarını da unutmamak gerekir. Başta İlhan Selçuk, Şükran Soner, Oktay Akbal, Mustafa Ekmekçi. Bunlar sürekli 12 Eylül karşıtı yazı yazanlar.
Mumcu, Mehmet Ali Ağca’yı Bulgar gizli servis/KBG ajanı bile yapmaya kalktı. “Sol neden gelişemiyor” diyenlere bakıyorum da şaşırıyorum. Siz sol olarak hala Uğur Mumcu’ya sahip çıkmaya devam edin.
Haydar Kutlu’nun/Nabi Yağcı’nın kulakları çınlasın. İyi anımsıyorum. Haydar Kutlu ve Nihat Sargın Türkiye’de işkence görürken herkesin sus/pus olduğu dönemde İlhan Selçuk “Hamamböceği” isimli yazısı ile İşkenceleri en ağır bir şekilde eleştirmiş, Kutlu ve Sargın’ı savunmuştu. Ama şimdi Haydar Kutlu’ya göre İlhan Selçuk “darbeci” ne diyelim politikada vefa yoktur. Vefa İstanbul’da bir semtin adıdır.
İşkence:
Şimdi herkes bir şeyi bilerek veya bilmeyerek karıştırıyor. Cezaevlerinde işkence olmaz. Cezaevlerinde kötü muamele olur, kaba dayak, tecrit, bok yedirme, süründürme, marş/şiir okutma vb. “Diyarbakır cezaevindeki işkenceler” diye başlayan sayısız yazılarla karşılaşıyoruz. “Diyarbakır Cezaevi müze yapılsın”, yapılsın buna itirazım yok. Fakat işkenceler emniyet müdürlüklerinde yapılır. Ve bir amacı vardır. “söyle ulan silahı nereye sakladın”, “senin üstünde kim var” veya “diğer örgüt arkadaşların kimler” veya “Hasan Toprak nerede saklanıyor” vb. emniyetteki, ABD’ye doğrudan bağlı, derin devletin işkencecileri bunları öğrenmek için neler mi yapıyordu? Bir kaçını sıralayayım;
Düz askı, Filistin askısı, ters askı, testislerinin sıkılması, askıda elektrik, buza yatırma, ıslak zeminde elektrik verme, tazyikli su, sigara söndürme, kaba dayak, kırık cam üzerinde yürütme, cop sokma, tecavüz ve daha bir çokları. Bunlar ne için yapılır. “Örgütü çökertmek için” bu işkenceler sonucu insan en yakın arkadaşını bile ihbar etmek zorunda kaldı. Şimdi herkes askeri cezaevlerinden, subaylardan söz ediyor, onların yargılanmasını ceza almasını istiyor. Doğrudur alsınlar. Ya peki emniyette işkence yapanlar ne olacak? Sanki herkes bilerek veya bilmeyerek emniyette işkence yapan polisleri aklamaya/unutturmaya çalışıyor.
12 Eylül döneminin en büyük işkenceleri Ankara Emniyet Müdürlüğünde yapıldı. Ankara Emniyet müdürlüğü “karanlığın/faşizmin” iniydi. Orada bu işkenceye maruz kalanlar askeri cezaevlerini cennet olarak gördüler ve bir an önce emniyetten cezaevlerine gitmek istediler.
Her nedense 12 Eylül mağdurları bu işkenceleri unutmuş görünüyor.
Elbette Diyarbakır Cezaevinde insanlara çok kötü muamele yapıldı, ama bu işkence değil bir çeşit “cezalandırma” idi. Ya peki Diyarbakır emniyetindeki işkenceler ne oldu? Diyarbakır Cezaevindekiler kötü muamele gördüler de, Mamak, Metris Cezaevine girenleri çiçeklerle mi karşıladılar? Buna da siz karar verir.
Onlar unuttu ama siz unutmayın ve unutturmayın; “tek tip kıyafet” eylemlerini, bu konuda PKK’nın tavrını, soğuk kış günlerinde, don atlet günlerce tir tir titreyen devrimcileri.
Saygılarımla…
10 Eylül 2009 Perşembe
Türkiye’de taşlar bir bir yerine oturuyor!
Ne yani sizin hiç kitle desteğiniz yok, askeri yaptırım güçünüz yok, oturduğunuz yerden iktidarı eleştireceksiniz! Yok öyle yağma!!! Al işte 2.5 milyar dolarlık ceza. “Ama ben sizi daha önceki seçimlerde desteklemiştim” filan bir işe yaramaz. Politika o kadar özverili değildir ki! Öyle olsa Erbakan Hoca Gül’ün koltuğunda otururdu.
Şimdi adam, Cem Uzan yani, devletten aldığı ihalelerle, ayrıcalıklarla milyar dolarlık servetler yapmış. Tv ler kurmuş gazeteler çıkarmış. Bir de üstüne üstlük parti kurmuş. Neymiş iktidara gelecekmiş! Çüüşşş yani. Bir de ne yapıyor iktidarı durmadan eleştiriyor. İşte adamı böyle yaparlar. Bereket yine adamlar insaflı, Rusya’daki gibi adamı içeri atıp Sibirya’ya filan sürmediler.
Tuncay Özkan kalkmış, önceki iktidarları döneminde bulduğu avantalarla bir tv kanalı kurmuş. Ne yapacakmış AKP iktidarını devirecekmiş. Bunun için, CHP’yi ele geçiremediği! için parti bile kurmuş. Yok öyle yağma. Burası yol geçen hanı değil. Haydi içeri!!! İktidar düşleri gören Tuncay Özkan şimdi soruyor, “benim suçum ne” suçun belli değil mi? tv kanalı ile AKP’ye karşı propaganda yapmak! Ve bir de parti kurmak. Var mı bundan ötesi?
Bekir Coşkun diyor ki, “karnını kaşıyan adam”, ne güzel de saptamasını yapmış. “Karnını kaşıyan adam” sen Hürriyet’ten kovulunca seni savunmaz ki. Ama bunu sadece sen bilmiyorsun, onlar da biliyor yani.
Neymiş Türkiye komünist Partisiymiş! Soruyoruz, sizin illegal başka bir yapılanmanız var mı? Aptal aptal bakıyorlar. Ya peki silahlı güçünüz? Aptallıkları daha da artıyor.
Oysa, burjuva demokrasinin en gelişmiş ülkelerinde bile komünistler tamamen legal olmazlar. “ustalar” öyle söylüyor.
Tamamen legalize olursan, yarın birileri gelir seni, Yüksek Seçim Kurulundaki üye listelerine göre, oradaki hazır adreslerine göre tutuklayıp götürürse ne olacak? Kimsenin haberi bile olmaz.
Ama bakın diğer bir çok “sosyalist” yapılara, ne güzel de durumun farkındalar. Ne diyor adamlar? “biz Türkiye’de Ermeni ve Kürdüz, Çin’de Uygur Türküyüz” işte tam ABD’nin/AKP’nin çizgisi. Bunlar sıralamada en son götürülecekler. Bir ölçüde de olsun önlemlerini almışlar yani.
Şimdi bizim liboşlarımız, dönek Marksistlerimiz filan sanıyor ki AKP hükümeti ülkeye demokrasi getiriyor. Tamam böyle düşünmeyenler de var. Var ama onlar da aslında işin pek de farkında değiller yani.
Şimdi, AKP hükümeti, 12 Eylül öncesi Demirel/Ecevit hükümetlerinden daha mı demokratik? Elbette değil. Ee peki o zamanlar TKP neden illegaldi. TKP’nin sesi neden Türkiye’de değil de Demokratik Almanya’da yayın yapıyordu?
Şimdi esas konumuza geldik. Dünya değişti, hiçbir şey eskisi gibi değil. Küresel sermaye, ulus devletlerin sonu, Lenin’in, Stalin’in sonu, Marksizmi yeniden yorumlamak gerekir filan.
İşte, Türkiye açık açık yaşıyor. Dünyada hiçbir şey değişmedi. Değiştiğini sananlar aldanıyor. Benden Aydın Doğan’a öneri, AKP hükümeti Doğan Medya’ya ne fiyat biçerse itirazsız kabul etsin parasını alsın gitsin, Rusya’ya, Kuzey Kore’ye filan oradan TV yayını yapsın.
Giderken yanına, başta Bekir Coşkun olmak üzere kara listedeki yazarlarını da alsın. Kurduğu kanal izlenme rekorları kıracağını ben garanti ediyorum.
Benzer önerilerimi de TKP ve sosyalist yapılara da yapıyorum. Onlar da merkez yöneticilerini alsınlar, AB-D karşıtı ülkelere taşısınlar. Orada, illegal örgütlerini oluşturup, TV/Radyo yayını da yapsınlar. Genel Kurmay da o yayınlarının frekansını bozmaya çalışsın. Aynı eskisi gibi. Ama olsun biz çazırtılı filan izleriz.
Ayrıca, Cem Uzan, Tuncay Özkan, Aydın Doğan, Bekir Çoşkun’a da bir öneri. Demirel ve Ecevit hükümetleri dönemi de dahil TKP, “Atılım” adında bir dergi/gazete çıkarır ve illegal yollardan Türkiye’ye gönderirdi. Bizden anımsatması.
Her şey aslına dönüyor.
Türkiye’de taşlar bir bir yerine oturuyor!
Saygılarımla…
Şimdi adam, Cem Uzan yani, devletten aldığı ihalelerle, ayrıcalıklarla milyar dolarlık servetler yapmış. Tv ler kurmuş gazeteler çıkarmış. Bir de üstüne üstlük parti kurmuş. Neymiş iktidara gelecekmiş! Çüüşşş yani. Bir de ne yapıyor iktidarı durmadan eleştiriyor. İşte adamı böyle yaparlar. Bereket yine adamlar insaflı, Rusya’daki gibi adamı içeri atıp Sibirya’ya filan sürmediler.
Tuncay Özkan kalkmış, önceki iktidarları döneminde bulduğu avantalarla bir tv kanalı kurmuş. Ne yapacakmış AKP iktidarını devirecekmiş. Bunun için, CHP’yi ele geçiremediği! için parti bile kurmuş. Yok öyle yağma. Burası yol geçen hanı değil. Haydi içeri!!! İktidar düşleri gören Tuncay Özkan şimdi soruyor, “benim suçum ne” suçun belli değil mi? tv kanalı ile AKP’ye karşı propaganda yapmak! Ve bir de parti kurmak. Var mı bundan ötesi?
Bekir Coşkun diyor ki, “karnını kaşıyan adam”, ne güzel de saptamasını yapmış. “Karnını kaşıyan adam” sen Hürriyet’ten kovulunca seni savunmaz ki. Ama bunu sadece sen bilmiyorsun, onlar da biliyor yani.
Neymiş Türkiye komünist Partisiymiş! Soruyoruz, sizin illegal başka bir yapılanmanız var mı? Aptal aptal bakıyorlar. Ya peki silahlı güçünüz? Aptallıkları daha da artıyor.
Oysa, burjuva demokrasinin en gelişmiş ülkelerinde bile komünistler tamamen legal olmazlar. “ustalar” öyle söylüyor.
Tamamen legalize olursan, yarın birileri gelir seni, Yüksek Seçim Kurulundaki üye listelerine göre, oradaki hazır adreslerine göre tutuklayıp götürürse ne olacak? Kimsenin haberi bile olmaz.
Ama bakın diğer bir çok “sosyalist” yapılara, ne güzel de durumun farkındalar. Ne diyor adamlar? “biz Türkiye’de Ermeni ve Kürdüz, Çin’de Uygur Türküyüz” işte tam ABD’nin/AKP’nin çizgisi. Bunlar sıralamada en son götürülecekler. Bir ölçüde de olsun önlemlerini almışlar yani.
Şimdi bizim liboşlarımız, dönek Marksistlerimiz filan sanıyor ki AKP hükümeti ülkeye demokrasi getiriyor. Tamam böyle düşünmeyenler de var. Var ama onlar da aslında işin pek de farkında değiller yani.
Şimdi, AKP hükümeti, 12 Eylül öncesi Demirel/Ecevit hükümetlerinden daha mı demokratik? Elbette değil. Ee peki o zamanlar TKP neden illegaldi. TKP’nin sesi neden Türkiye’de değil de Demokratik Almanya’da yayın yapıyordu?
Şimdi esas konumuza geldik. Dünya değişti, hiçbir şey eskisi gibi değil. Küresel sermaye, ulus devletlerin sonu, Lenin’in, Stalin’in sonu, Marksizmi yeniden yorumlamak gerekir filan.
İşte, Türkiye açık açık yaşıyor. Dünyada hiçbir şey değişmedi. Değiştiğini sananlar aldanıyor. Benden Aydın Doğan’a öneri, AKP hükümeti Doğan Medya’ya ne fiyat biçerse itirazsız kabul etsin parasını alsın gitsin, Rusya’ya, Kuzey Kore’ye filan oradan TV yayını yapsın.
Giderken yanına, başta Bekir Coşkun olmak üzere kara listedeki yazarlarını da alsın. Kurduğu kanal izlenme rekorları kıracağını ben garanti ediyorum.
Benzer önerilerimi de TKP ve sosyalist yapılara da yapıyorum. Onlar da merkez yöneticilerini alsınlar, AB-D karşıtı ülkelere taşısınlar. Orada, illegal örgütlerini oluşturup, TV/Radyo yayını da yapsınlar. Genel Kurmay da o yayınlarının frekansını bozmaya çalışsın. Aynı eskisi gibi. Ama olsun biz çazırtılı filan izleriz.
Ayrıca, Cem Uzan, Tuncay Özkan, Aydın Doğan, Bekir Çoşkun’a da bir öneri. Demirel ve Ecevit hükümetleri dönemi de dahil TKP, “Atılım” adında bir dergi/gazete çıkarır ve illegal yollardan Türkiye’ye gönderirdi. Bizden anımsatması.
Her şey aslına dönüyor.
Türkiye’de taşlar bir bir yerine oturuyor!
Saygılarımla…
31 Ağustos 2009 Pazartesi
“Kürt Açılımının” açılımı
Kimse Kürt açılımının ne olduğunu söylemiyor, bir çok kişi destekliyor, hükümet, “Barış için son şans” filan diyor ama açılımı açmıyor.
Yandaşlar, “ne yani barış olmasın mı, insanlar ölmeye devam etsin mi?” dedikleri fakat ne yapılması gerektiğini söylemedikleri bu açılımı; şimdi açıklıyorum.
Bir hükümet yetkilisi masanın bir ucunda, bir DTP (siz ona PKK da diyebilirsiniz) masanın öbür ucunda.
Sayın yetkili, biz ;Türkiye Cumhuriyeti olarak bu acıların son bulmasını istiyoruz.
Sayın devlet yetkilisi, biz de öyle.
O zaman istemlerinizi sıralayın, biz de görüşlerimizi belirtelim.
Öncelikle, ana dilde eğitim, tv, müzik vb. taleplerimiz var.
Başka?
Özerk, otonom vb. bir yönetim istiyoruz. Örneğin belediyeler özerk bölgeler olabilir.
Bunu da kabul ediyoruz. Bu durumda Kandil’i, dağları boşaltıp silahları teslim edecek misiniz?
Fakat daha taleplerimizi bitmedi. Şimdi biz silahları bırakır düze inersek güvencemiz ne olacak?
Ne demek? devlete güvenmeyeceksiniz de kime güveneceksiniz?
Hadi bana eyvallah…
Dur yahu duuur, hemen nereye gidiyorsun. Tamam devletin güvencesine güvenmiyorsunuz o zaman yemin etsek. Tamam tamam otur. Peki güvence olarak ne istiyorsunuz.
Şimdi, güney doğu bir çeşit otonom bölge oldu ya, onu kim koruyacak. Elbette otonom yönetimin de bir silahlı gücü olmalı öyle değil mi? İşte dağda hazır güçler de var. İş bu kadar basit.
Sayın DTP yetkilisi siz ne diyorsunuz? Biz bunu halka nasıl anlatırız.
Anlatırsınız, anlatırsınız nasılsa yandaş medya ne yapsanız sizi destekliyor.
Peki bu dediklerinizi yapsak sorun biter mi?
Biter bitmesine ama, ya siz sözünüzde durmaz da bizim kentlerdeki militanlarımıza saldırırsanız. Çünkü Osmanlı dağdaki baş edemediği efelere af çıkarıp adamları evlerinde namaz kılarken öldürmedi mi?
Eee peki ne yapacağız.
Gayet kolay, tüm askerlerinizi Güney Doğudan çekersiniz olur biter.
Neee asker çekmek mi? Siz bizim Yüce divan’a gitmemizi istiyorsunuz.
Yok canım bir şey olmaz. Bakın neler yapıyorsunuz da bir şey oluyor mu? Nasılsa her ikimizin arkasında da Amerika var. Doğan medyaya da birkaç ihale verirsiniz olur biter.
Tamam olsa bile bizim o bölgeden çıkmamız için yıllar lazım. Cephanelerimiz, tanklarımız, toplarımız, mühimmatımız vb. bir çok şeyimiz var.
Siz o konuyu merak etmeyin. Onları bırakıp bir günde gidersiniz, bize de tank/top/cephane lazım ama öyle değil mi? Ne de olsa bu bölgenin sınırlarını biz koruyacağız artık.
Tamam tamam önerilerinizi hükümetime bildireceğim.
Haaa bir şey daha var.
Nedir o?
Peki siz askerinizi Güney Doğu’dan çektiniz, biz düze indik. Ya peki arkasından tekrar bölgeye gelip bize saldırırsanız.
Eeee, ne yapmamızı istiyorsunuz?
Gayet kolay! Araya tampon bölge oluşturur, oraya da ABD askerlerini yerleştiririz olur biter.
Hadi lan ordan, bunu değil bu koşullarda İslam devletini kursak bile yapamayız.
İşte açılımın açılmayan tarafını açtım.
Rütbesi ne olursa olsun, en aptal bir askeri yetkili bile, sonu belli olmayan durumlarda silahını teslim etmez.
Bu açılımın açılımı yoktur.
Peki bu Kürt sorunu çözülemez mi?
Elbette çözülür. Her iki toplumda da emperyalist ve onun yerli işbirlikçileri, toprak ağaları, şeyhler, şıhlar kovalanır bu durumda her iki halk kolayca bir çözüm yolunu bulabilir.
Şimdiki koşullarda çözüm yolu nedir? Derseniz,
O da kolay.
Öncelikle APO’ya af çıkartmaya filan gerek yok. Alırsınız onu herhangi bir PKK hükümlülerinin olduğu bir cezaevine atarsınız. Bu bir yumuşama belirtisi olarak hemen değerlendirilir.
Ana dilde eğitim.
Eğitimin yabancı dile olamaz. Bir insanın ana dili ne ise eğitimi de o olmalıdır. Kürtçe düşünen bir insan Türkçe şiir yazmaya zorlanamaz. Kürtçe düşünen bir insan Türkçe bilimsel düşünce üretemez.
Aynı şekilde bir Türk’e İngilizce eğitim verirseniz o, yaratıcılığını geliştiremez. Örneğin Nazım Hikmet’i Rusça şiir yazmaya zorlayamazsınız.
Her insan doğduğu anasından öğrendiğini konuşmalı ve o dilde eğitim görmelidir. Güney Doğudaki devlet okulları Kürtçe olarak eğitim vermeli yabancı dil olarak da Türkçe’yi öğretmelidir. Batıda bir çok özel okul var. Müşterisi varsa, girişimciler Kürtçe eğitim veren özel ilköğretim, lise ve yüksek okul kurar isteyen gider. Gerek Güney doğudaki gerekse batıdaki tüm okullar, diğerleri gibi Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olurlar. İsteyen herkes Kürtçe TV/radyo da kurabilir. Onları da RTÜK denetler.
Bölgede toprak reformu yapılarak topraksız köylülere toprak verilir. Toprakları işlemesi için gerekli ekipman, tohum, kredi vs. de. Sonuç olarak silahlanmaya, savaşa harcanan paralar o bölge insanın istihdamına harcanır. Parası, ekonomik güvencesi, yarınları olan ve Kürt olduğu için dışlanmayan, ana dilinde konuşan, eğitim gören hiçbir Kürt de kolay kolay dağa çıkmaz.
Kürtleri tahrik eden tüm girişimler yasaklanır.
Bunlar belki dağdaki militanları düze indirmez ama dağa yeni çıkanların önüne geçer, süreç içinde de dağdakiler köylerine dönebilir.
Bu yapılanlar kesin olarak terör olaylarının yavaşlamasına yeterlidir. Eğer tüm bunlara karşılık PKK saldırmaya devam ederse kitlelerden dışlanması kaçınılmazdır.
Bunlar var olan bu koşulların çözüm önerileridir. Gerçek çözüm ise, kimsenin kimseyi sömürmediği halkların kardeşçe ve özgürce yaşayabildiği çözümlerdir.
Saygılarımla…
Yandaşlar, “ne yani barış olmasın mı, insanlar ölmeye devam etsin mi?” dedikleri fakat ne yapılması gerektiğini söylemedikleri bu açılımı; şimdi açıklıyorum.
Bir hükümet yetkilisi masanın bir ucunda, bir DTP (siz ona PKK da diyebilirsiniz) masanın öbür ucunda.
Sayın yetkili, biz ;Türkiye Cumhuriyeti olarak bu acıların son bulmasını istiyoruz.
Sayın devlet yetkilisi, biz de öyle.
O zaman istemlerinizi sıralayın, biz de görüşlerimizi belirtelim.
Öncelikle, ana dilde eğitim, tv, müzik vb. taleplerimiz var.
Başka?
Özerk, otonom vb. bir yönetim istiyoruz. Örneğin belediyeler özerk bölgeler olabilir.
Bunu da kabul ediyoruz. Bu durumda Kandil’i, dağları boşaltıp silahları teslim edecek misiniz?
Fakat daha taleplerimizi bitmedi. Şimdi biz silahları bırakır düze inersek güvencemiz ne olacak?
Ne demek? devlete güvenmeyeceksiniz de kime güveneceksiniz?
Hadi bana eyvallah…
Dur yahu duuur, hemen nereye gidiyorsun. Tamam devletin güvencesine güvenmiyorsunuz o zaman yemin etsek. Tamam tamam otur. Peki güvence olarak ne istiyorsunuz.
Şimdi, güney doğu bir çeşit otonom bölge oldu ya, onu kim koruyacak. Elbette otonom yönetimin de bir silahlı gücü olmalı öyle değil mi? İşte dağda hazır güçler de var. İş bu kadar basit.
Sayın DTP yetkilisi siz ne diyorsunuz? Biz bunu halka nasıl anlatırız.
Anlatırsınız, anlatırsınız nasılsa yandaş medya ne yapsanız sizi destekliyor.
Peki bu dediklerinizi yapsak sorun biter mi?
Biter bitmesine ama, ya siz sözünüzde durmaz da bizim kentlerdeki militanlarımıza saldırırsanız. Çünkü Osmanlı dağdaki baş edemediği efelere af çıkarıp adamları evlerinde namaz kılarken öldürmedi mi?
Eee peki ne yapacağız.
Gayet kolay, tüm askerlerinizi Güney Doğudan çekersiniz olur biter.
Neee asker çekmek mi? Siz bizim Yüce divan’a gitmemizi istiyorsunuz.
Yok canım bir şey olmaz. Bakın neler yapıyorsunuz da bir şey oluyor mu? Nasılsa her ikimizin arkasında da Amerika var. Doğan medyaya da birkaç ihale verirsiniz olur biter.
Tamam olsa bile bizim o bölgeden çıkmamız için yıllar lazım. Cephanelerimiz, tanklarımız, toplarımız, mühimmatımız vb. bir çok şeyimiz var.
Siz o konuyu merak etmeyin. Onları bırakıp bir günde gidersiniz, bize de tank/top/cephane lazım ama öyle değil mi? Ne de olsa bu bölgenin sınırlarını biz koruyacağız artık.
Tamam tamam önerilerinizi hükümetime bildireceğim.
Haaa bir şey daha var.
Nedir o?
Peki siz askerinizi Güney Doğu’dan çektiniz, biz düze indik. Ya peki arkasından tekrar bölgeye gelip bize saldırırsanız.
Eeee, ne yapmamızı istiyorsunuz?
Gayet kolay! Araya tampon bölge oluşturur, oraya da ABD askerlerini yerleştiririz olur biter.
Hadi lan ordan, bunu değil bu koşullarda İslam devletini kursak bile yapamayız.
İşte açılımın açılmayan tarafını açtım.
Rütbesi ne olursa olsun, en aptal bir askeri yetkili bile, sonu belli olmayan durumlarda silahını teslim etmez.
Bu açılımın açılımı yoktur.
Peki bu Kürt sorunu çözülemez mi?
Elbette çözülür. Her iki toplumda da emperyalist ve onun yerli işbirlikçileri, toprak ağaları, şeyhler, şıhlar kovalanır bu durumda her iki halk kolayca bir çözüm yolunu bulabilir.
Şimdiki koşullarda çözüm yolu nedir? Derseniz,
O da kolay.
Öncelikle APO’ya af çıkartmaya filan gerek yok. Alırsınız onu herhangi bir PKK hükümlülerinin olduğu bir cezaevine atarsınız. Bu bir yumuşama belirtisi olarak hemen değerlendirilir.
Ana dilde eğitim.
Eğitimin yabancı dile olamaz. Bir insanın ana dili ne ise eğitimi de o olmalıdır. Kürtçe düşünen bir insan Türkçe şiir yazmaya zorlanamaz. Kürtçe düşünen bir insan Türkçe bilimsel düşünce üretemez.
Aynı şekilde bir Türk’e İngilizce eğitim verirseniz o, yaratıcılığını geliştiremez. Örneğin Nazım Hikmet’i Rusça şiir yazmaya zorlayamazsınız.
Her insan doğduğu anasından öğrendiğini konuşmalı ve o dilde eğitim görmelidir. Güney Doğudaki devlet okulları Kürtçe olarak eğitim vermeli yabancı dil olarak da Türkçe’yi öğretmelidir. Batıda bir çok özel okul var. Müşterisi varsa, girişimciler Kürtçe eğitim veren özel ilköğretim, lise ve yüksek okul kurar isteyen gider. Gerek Güney doğudaki gerekse batıdaki tüm okullar, diğerleri gibi Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olurlar. İsteyen herkes Kürtçe TV/radyo da kurabilir. Onları da RTÜK denetler.
Bölgede toprak reformu yapılarak topraksız köylülere toprak verilir. Toprakları işlemesi için gerekli ekipman, tohum, kredi vs. de. Sonuç olarak silahlanmaya, savaşa harcanan paralar o bölge insanın istihdamına harcanır. Parası, ekonomik güvencesi, yarınları olan ve Kürt olduğu için dışlanmayan, ana dilinde konuşan, eğitim gören hiçbir Kürt de kolay kolay dağa çıkmaz.
Kürtleri tahrik eden tüm girişimler yasaklanır.
Bunlar belki dağdaki militanları düze indirmez ama dağa yeni çıkanların önüne geçer, süreç içinde de dağdakiler köylerine dönebilir.
Bu yapılanlar kesin olarak terör olaylarının yavaşlamasına yeterlidir. Eğer tüm bunlara karşılık PKK saldırmaya devam ederse kitlelerden dışlanması kaçınılmazdır.
Bunlar var olan bu koşulların çözüm önerileridir. Gerçek çözüm ise, kimsenin kimseyi sömürmediği halkların kardeşçe ve özgürce yaşayabildiği çözümlerdir.
Saygılarımla…
27 Ağustos 2009 Perşembe
“Demokratsan bir imza ver!”
Diyarbakır Cezaevinin öğretim kurumuna dönüştürme girişimine karşılık bir İmza kampanyası başlatıldı. Kampanyanın başlığı;
"5 NOLU CEZAEVİ KÜRTLERİN YAŞADIKLARI ACILARIN TANIĞIDIR
BU TANIĞI ORTADAN KALDIRMAYIN”
“…. Birilerinden intikam veya öç almak için değil; toplumsal adalet ve barışın sağlanması, güvenin oluşması için, Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi "Adalet ve Özgürlük Müzesi"ne dönüştürülmelidir. Bu, Kürt ve Türk halkının hayrına olacak bir girişim olarak algılanacaktır.
Gelin, Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi'nin yıkılarak yerine eğitim kompleksi değil, cezaevinin mevcut yapısı korunarak buranın "Adalet ve Özgürlük Müzesi" olması için sesimizi yükseltelim! …."
İmza kampanyasının içeriği kısaca bu.
Evet kesinlikle, her ne zaman, kime yapılırsa yapılsın, işkence insanlık suçudur. Sorumluları kesinlikle cezasız kalmamalı ve suç unsurları yok edilmemelidir.
İnsan olan biri bunları unutabilir mi?
1- Saldırıda 2 otobüs dolusu jandarma timi, 30 otobüs jandarma ekibi, aydınlatma cihazı taşıyan askeri bir araç, bir skorsky helikopter kullanıldı. Jandarmanın elinde bomba kalmadı Emniyet Müdürlüğü'nden takviye alınan gaz bombaları kullanıldı.
Operasyon 14 saat sürdü.
SONUÇ: 12 tutuklu katledildi. 55 kişi yaralandı.
Katledilen tutuklular:
Mustafa Yılmaz, Özlem Ercan, Cengiz Çalıkoparan, Seyhan Dogan, Murat Ördekçi, şefinur Tezgel, Ali Ateş, Gülser Tuzcu, Aşur Korkmaz, Nilüfer Alcan, Fırat Tavuk, Yazgülü Güder Öztürk
Erkekler bölümünde ölümler kurşunlanarak olurken, bayanlar bölümünde ortaçağ barbarlarının, engizisyoncuların, Hitler'in kullandığı yöntemlerle 6 kadın tutuklu DİRİ DİRİ YAKILDI.. Onlarca tutuklu yanık yaralarıyla hastanelere kaldırıldı.
2- Saldırıda binlerce gaz bombasının yanı sıra zehirli gaz püskürten sırt tüplerinde taşınan silahlar, Skorsky helikopteri kullanıldı.
Jandarma depolarında gaz bombası tükendi, Emniyet Müdürlüğü saldırılarda kullanılmak üzere 400 adet gaz bombası gönderdi.
Operasyon 83 saat sürdü.
SONUÇ: Beşi tutuklu katledildi, yüzlercesi yaralandı.
Katledilen tutuklular: Ahmet ibili, Alp Ata Akçayöz, Ercan Polat, Riza Poyraz, Umut Gedik
3- Operasyon 56 saat sürdü. Barikatlar yıkıldıktan sonra, istisnasız tüm tutuklular işkenceden geçirildi.
SONUÇ: Dört tutuklu katledildi.
Katledilen tutuklular: Fidan Kalşen, İlker Babacan, Sultan Sarı, Fahri Sarı.
Yüzlerce tutuklu ve hükümlü yaralandı.
4- Bir "düşman" bölgesine girer gibi kalkanlı, uzun namlulu silahlarla girmişlerdi hapishaneye.
Tutuklular, saldırıdan korunmak için koğuş değiştirdiler, barikat kurdular, iki tutsak bedenini
tutuşurdu. Ama saldırı sürdü.
Tutukluları etkisizleştirdikten sonra da işkenceye son vermediler.
Katledilen tutsaklar:
Murat Özdemir, A.İhsan Özkan
5- 8,5 saat süren saldırıya jandarma ve gardiyanlar haricinde Çevik Kuvvet ekipleri de katıldı
Saldırıda çeşitli türde gaz bombaları kullanıldı. Saldırının durdurulması için kendini yakan Halil Önder ağır yaralandı; katliamcıların umurunda değildi, ağır yaralı Halil Önder'in de içlerinde olduğu koğuşlara yönelik saldırı kesintisiz sürdürüldü.
SONUÇ: Operasyon sonunda tüm tutuklular yaralıydı.
Halil Önder, 26 Aralık'ta öldü.
6- Saldırı on saat sürdü. On saat boyunca tutukluların üzerine aralıksız sinir ve göz yaşartıcı gaz bombaları yağdı. Bu süre içinde yaralanmadık hiç kimse kalmadı.
Ama artık ayakta duramaz hale gelmek de işkencenin bitmesi anlamına gelmiyordu: "Bu daha
ölmemiş" denilerek, sürdürüldü işkence.
SONUÇ: katledilen tutuklular:
İrfan Ortakçı, Hasan Güngörmez
7- Malta kandan bir nehre dönmüştü o gün; Üç tutuklu -Turan Kılıç, Yusuf Bağ, Uğur
Sarıaslan demir sopalarla, kasaturalarla, işkencelerle, katledilmişti.
8- Saldırıya, 2000'e yakın asker, gardiyan, özel tim katıldı. Saldırıda çeşitli gaz bombaları, büyük küçük silahlar, el bombaları, bomba atarlar, büyük iş makinaları, kamera, ve basınçlı su sıkan araçlar kullanıldı.
Üç tutuklu saldırının durdurulması için bedenini tutuşturdu. Saldırı durmadı.
O kadar yoğun gaz bombası kullanıldı ki, işkencecileri kapıda ilk karşılayan tutuklular, atılan gaz bombaları sonucu hemen o anda bayıldılar.
Saldırı sonucunda onlarca tutuklu ağır yaralandı.
Evet 12 Eylül faşist yönetimi insanları katletti, ağır işkencelerden geçirdi. Devletin güvencesi altında olması gereken tutuklu ve hükümlüler yine devletin en ağır saldırılarına maruz kaldılar.
Kim bu katliamlara sessiz kalabilir ki? Evet Diyarbakır Cezaevi müze yapılsın. Bu kampanyayı sonuna kadar destekliyorum.
Fakat yukarıda yazdığım 8 saldırı, ne 12 Eylül’de ne de Diyarbakır’da yaşandı.
Saldırının tarihi, 19-22 Aralık 2000, adını da biliyorsunuz, “Hayata Dönüş Operasyonu”!.
Bu sekiz saldırı sırasıyla şu cezaevlerinde yaşandı.
1-Bayrampaşa Cezaevi
2-Ümraniye Cezaevi
3-Çanakkale Cezaevi
4-Bursa Cezaevi
5 -Ceyhan Cezaevi
6-Çankırı Cezaevi
7-Buca Cezaevi
8-Bartın Cezaevi
Ya peki 12 Eylül’de, Ankara, İstanbul, İzmir, Diyarbakır ve diğer illerdeki emniyet müdürlüklerinde yapılan işkenceler?
Ya peki Mamak/Metris’te yaşananlar bunlar unutulsun mu?
İnsanlar ya demokrattır ya da değildir. Sadece görmek istediğini görenler ya ahmaktır ya da satılmış.
Saygılarımla…
İsmet Baytak
"5 NOLU CEZAEVİ KÜRTLERİN YAŞADIKLARI ACILARIN TANIĞIDIR
BU TANIĞI ORTADAN KALDIRMAYIN”
“…. Birilerinden intikam veya öç almak için değil; toplumsal adalet ve barışın sağlanması, güvenin oluşması için, Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi "Adalet ve Özgürlük Müzesi"ne dönüştürülmelidir. Bu, Kürt ve Türk halkının hayrına olacak bir girişim olarak algılanacaktır.
Gelin, Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi'nin yıkılarak yerine eğitim kompleksi değil, cezaevinin mevcut yapısı korunarak buranın "Adalet ve Özgürlük Müzesi" olması için sesimizi yükseltelim! …."
İmza kampanyasının içeriği kısaca bu.
Evet kesinlikle, her ne zaman, kime yapılırsa yapılsın, işkence insanlık suçudur. Sorumluları kesinlikle cezasız kalmamalı ve suç unsurları yok edilmemelidir.
İnsan olan biri bunları unutabilir mi?
1- Saldırıda 2 otobüs dolusu jandarma timi, 30 otobüs jandarma ekibi, aydınlatma cihazı taşıyan askeri bir araç, bir skorsky helikopter kullanıldı. Jandarmanın elinde bomba kalmadı Emniyet Müdürlüğü'nden takviye alınan gaz bombaları kullanıldı.
Operasyon 14 saat sürdü.
SONUÇ: 12 tutuklu katledildi. 55 kişi yaralandı.
Katledilen tutuklular:
Mustafa Yılmaz, Özlem Ercan, Cengiz Çalıkoparan, Seyhan Dogan, Murat Ördekçi, şefinur Tezgel, Ali Ateş, Gülser Tuzcu, Aşur Korkmaz, Nilüfer Alcan, Fırat Tavuk, Yazgülü Güder Öztürk
Erkekler bölümünde ölümler kurşunlanarak olurken, bayanlar bölümünde ortaçağ barbarlarının, engizisyoncuların, Hitler'in kullandığı yöntemlerle 6 kadın tutuklu DİRİ DİRİ YAKILDI.. Onlarca tutuklu yanık yaralarıyla hastanelere kaldırıldı.
2- Saldırıda binlerce gaz bombasının yanı sıra zehirli gaz püskürten sırt tüplerinde taşınan silahlar, Skorsky helikopteri kullanıldı.
Jandarma depolarında gaz bombası tükendi, Emniyet Müdürlüğü saldırılarda kullanılmak üzere 400 adet gaz bombası gönderdi.
Operasyon 83 saat sürdü.
SONUÇ: Beşi tutuklu katledildi, yüzlercesi yaralandı.
Katledilen tutuklular: Ahmet ibili, Alp Ata Akçayöz, Ercan Polat, Riza Poyraz, Umut Gedik
3- Operasyon 56 saat sürdü. Barikatlar yıkıldıktan sonra, istisnasız tüm tutuklular işkenceden geçirildi.
SONUÇ: Dört tutuklu katledildi.
Katledilen tutuklular: Fidan Kalşen, İlker Babacan, Sultan Sarı, Fahri Sarı.
Yüzlerce tutuklu ve hükümlü yaralandı.
4- Bir "düşman" bölgesine girer gibi kalkanlı, uzun namlulu silahlarla girmişlerdi hapishaneye.
Tutuklular, saldırıdan korunmak için koğuş değiştirdiler, barikat kurdular, iki tutsak bedenini
tutuşurdu. Ama saldırı sürdü.
Tutukluları etkisizleştirdikten sonra da işkenceye son vermediler.
Katledilen tutsaklar:
Murat Özdemir, A.İhsan Özkan
5- 8,5 saat süren saldırıya jandarma ve gardiyanlar haricinde Çevik Kuvvet ekipleri de katıldı
Saldırıda çeşitli türde gaz bombaları kullanıldı. Saldırının durdurulması için kendini yakan Halil Önder ağır yaralandı; katliamcıların umurunda değildi, ağır yaralı Halil Önder'in de içlerinde olduğu koğuşlara yönelik saldırı kesintisiz sürdürüldü.
SONUÇ: Operasyon sonunda tüm tutuklular yaralıydı.
Halil Önder, 26 Aralık'ta öldü.
6- Saldırı on saat sürdü. On saat boyunca tutukluların üzerine aralıksız sinir ve göz yaşartıcı gaz bombaları yağdı. Bu süre içinde yaralanmadık hiç kimse kalmadı.
Ama artık ayakta duramaz hale gelmek de işkencenin bitmesi anlamına gelmiyordu: "Bu daha
ölmemiş" denilerek, sürdürüldü işkence.
SONUÇ: katledilen tutuklular:
İrfan Ortakçı, Hasan Güngörmez
7- Malta kandan bir nehre dönmüştü o gün; Üç tutuklu -Turan Kılıç, Yusuf Bağ, Uğur
Sarıaslan demir sopalarla, kasaturalarla, işkencelerle, katledilmişti.
8- Saldırıya, 2000'e yakın asker, gardiyan, özel tim katıldı. Saldırıda çeşitli gaz bombaları, büyük küçük silahlar, el bombaları, bomba atarlar, büyük iş makinaları, kamera, ve basınçlı su sıkan araçlar kullanıldı.
Üç tutuklu saldırının durdurulması için bedenini tutuşturdu. Saldırı durmadı.
O kadar yoğun gaz bombası kullanıldı ki, işkencecileri kapıda ilk karşılayan tutuklular, atılan gaz bombaları sonucu hemen o anda bayıldılar.
Saldırı sonucunda onlarca tutuklu ağır yaralandı.
Evet 12 Eylül faşist yönetimi insanları katletti, ağır işkencelerden geçirdi. Devletin güvencesi altında olması gereken tutuklu ve hükümlüler yine devletin en ağır saldırılarına maruz kaldılar.
Kim bu katliamlara sessiz kalabilir ki? Evet Diyarbakır Cezaevi müze yapılsın. Bu kampanyayı sonuna kadar destekliyorum.
Fakat yukarıda yazdığım 8 saldırı, ne 12 Eylül’de ne de Diyarbakır’da yaşandı.
Saldırının tarihi, 19-22 Aralık 2000, adını da biliyorsunuz, “Hayata Dönüş Operasyonu”!.
Bu sekiz saldırı sırasıyla şu cezaevlerinde yaşandı.
1-Bayrampaşa Cezaevi
2-Ümraniye Cezaevi
3-Çanakkale Cezaevi
4-Bursa Cezaevi
5 -Ceyhan Cezaevi
6-Çankırı Cezaevi
7-Buca Cezaevi
8-Bartın Cezaevi
Ya peki 12 Eylül’de, Ankara, İstanbul, İzmir, Diyarbakır ve diğer illerdeki emniyet müdürlüklerinde yapılan işkenceler?
Ya peki Mamak/Metris’te yaşananlar bunlar unutulsun mu?
İnsanlar ya demokrattır ya da değildir. Sadece görmek istediğini görenler ya ahmaktır ya da satılmış.
Saygılarımla…
İsmet Baytak
24 Ağustos 2009 Pazartesi
“Öteki Olmak”
Ne güzeldi çocukluk günlerim. Annesinin kuzusuydum. Babam soğuk, mesafeli davranıyordu. Ama biliyordum ki babam beni çok seviyordu. Ben babamın geleceğiydim.
Bebeklik yıllarımda “öteki” olduğumu bilmiyordum. Ne zaman sokaktaki komşu çocukları ile tanıştım o zaman “öteki” olduğumu anladım. Hele hele okul yılları benim için tam bir kabus olmuştu.
Tüm, çocukluk yaşamımda, okul yaşamımda hep dışlandım, itildim, kakıldım. Benimle hep alay ettiler. Bense, kendi iç dünyama çekilerek onların baskılarına, alaylarına katlanıyordum.
Onlar, pastaneye, sinemaya gidiyorlardı beni aralarına almıyorlardı.
Üniversite sınavını kazandım, mühendis olacaktım. Ama ben “öteki” olduğum için beni üniversiteye almayacaklar sandım. Kayıt yaptırdım, okula başladım ama hep okuldan kovalanmayı bekledim. Mezun oldum, hep gelip elimden diplomayı geri alacaklarını bekledim.
Üniversiteyi bitirdikten sonra, Ankara emniyet Müdürlüğü 1. şube (siyasi şube) kapısından geri çevrildiğimi hiç unutamam. Kapıdaki nöbetçi polis, “sen fişlisin, ölünceye kadar öyle kalacaksın” demişti.
Ben ötekiydim, hep kapımın çalınıp alınıp götürüleceğini bekledim.
Siz, yanan sobanın başında yazılar yazmamışsınızdır. Ama ben hep öyle yazılar yazdım. Kapı çalındığı anda yazdıklarımı sobaya atacaktım. Yazdıklarımı, binanın dışında yağmur oluklarına saklıyordum.
Bahçede ise gömülü kitaplarım vardı. Yakmaya kıyamamıştım. Bir çok kitabım hala toprak kokar.
Evet ben “öteki”ydim. Çünkü ailemin bana harçlık verecek ekonomik durumu yoktu. Benim hiç yeni ders kitabım, kalemim, boyam olmamıştı. Kıyafetlerim ise ağabeyimden kalma eski püskü idi. Beni kimse yanında görmek istemiyordu.
Sonra büyüdüm, üniversiteye gittim, solcu oldum fişlendim.
Hiçbir resmi kurum, özel sektör beni “sabıkalı” olduğum için işe almadı.
Ben hala öteki olmaya devam ettim, edeceğim de.
Oysa benim “bağımsız” devletim de vardı,
“Öteki” olurken ana dilim olan Türkçe ile konuşuyordum.
Benim gittiğim tüm okullar Türkçe eğitim veriyordu.
Belediye başkanımız da Türk’tü, milletvekillerimiz de.
Cumhurbaşkanımız da, başbakanımızda Türk’tü.
Beni de, arkadaşlarımı da hapse atmışlar, işkence yapmışlardı.
Bana da tüm iş kapıları kapatılmıştı.
Sürücü belgesini bile “sabıkalı” olduğum için zar zor almıştım.
Bizim de arkadaşlarımızı, polis/ jandarma öldürmüştü. Üstelik “jandarma biz sosyalistiz dostuz yalnız biz sana kurtuluşun bizimledir elini uzatsana” dememize karşılık.
“öteki” olmak demek parasız olmak demektir. “öteki” olmak demek işsiz olmak demektir. “öteki” olmak demek, emperyalizm ve yerli işbirlikçileri tarafından sömürülüyor olmak demektir.
“Öteki” olmamak için tüm ezilenlerin, sömürülenlerin emperyalizme, yerli işbirlikçilerine, ağalara, şeyhlere, şıhlara karşı baş kaldırması demektir.
Gerisi ise emperyalizmin bir kandırmacasıdır.
Saygılarımla…
Bebeklik yıllarımda “öteki” olduğumu bilmiyordum. Ne zaman sokaktaki komşu çocukları ile tanıştım o zaman “öteki” olduğumu anladım. Hele hele okul yılları benim için tam bir kabus olmuştu.
Tüm, çocukluk yaşamımda, okul yaşamımda hep dışlandım, itildim, kakıldım. Benimle hep alay ettiler. Bense, kendi iç dünyama çekilerek onların baskılarına, alaylarına katlanıyordum.
Onlar, pastaneye, sinemaya gidiyorlardı beni aralarına almıyorlardı.
Üniversite sınavını kazandım, mühendis olacaktım. Ama ben “öteki” olduğum için beni üniversiteye almayacaklar sandım. Kayıt yaptırdım, okula başladım ama hep okuldan kovalanmayı bekledim. Mezun oldum, hep gelip elimden diplomayı geri alacaklarını bekledim.
Üniversiteyi bitirdikten sonra, Ankara emniyet Müdürlüğü 1. şube (siyasi şube) kapısından geri çevrildiğimi hiç unutamam. Kapıdaki nöbetçi polis, “sen fişlisin, ölünceye kadar öyle kalacaksın” demişti.
Ben ötekiydim, hep kapımın çalınıp alınıp götürüleceğini bekledim.
Siz, yanan sobanın başında yazılar yazmamışsınızdır. Ama ben hep öyle yazılar yazdım. Kapı çalındığı anda yazdıklarımı sobaya atacaktım. Yazdıklarımı, binanın dışında yağmur oluklarına saklıyordum.
Bahçede ise gömülü kitaplarım vardı. Yakmaya kıyamamıştım. Bir çok kitabım hala toprak kokar.
Evet ben “öteki”ydim. Çünkü ailemin bana harçlık verecek ekonomik durumu yoktu. Benim hiç yeni ders kitabım, kalemim, boyam olmamıştı. Kıyafetlerim ise ağabeyimden kalma eski püskü idi. Beni kimse yanında görmek istemiyordu.
Sonra büyüdüm, üniversiteye gittim, solcu oldum fişlendim.
Hiçbir resmi kurum, özel sektör beni “sabıkalı” olduğum için işe almadı.
Ben hala öteki olmaya devam ettim, edeceğim de.
Oysa benim “bağımsız” devletim de vardı,
“Öteki” olurken ana dilim olan Türkçe ile konuşuyordum.
Benim gittiğim tüm okullar Türkçe eğitim veriyordu.
Belediye başkanımız da Türk’tü, milletvekillerimiz de.
Cumhurbaşkanımız da, başbakanımızda Türk’tü.
Beni de, arkadaşlarımı da hapse atmışlar, işkence yapmışlardı.
Bana da tüm iş kapıları kapatılmıştı.
Sürücü belgesini bile “sabıkalı” olduğum için zar zor almıştım.
Bizim de arkadaşlarımızı, polis/ jandarma öldürmüştü. Üstelik “jandarma biz sosyalistiz dostuz yalnız biz sana kurtuluşun bizimledir elini uzatsana” dememize karşılık.
“öteki” olmak demek parasız olmak demektir. “öteki” olmak demek işsiz olmak demektir. “öteki” olmak demek, emperyalizm ve yerli işbirlikçileri tarafından sömürülüyor olmak demektir.
“Öteki” olmamak için tüm ezilenlerin, sömürülenlerin emperyalizme, yerli işbirlikçilerine, ağalara, şeyhlere, şıhlara karşı baş kaldırması demektir.
Gerisi ise emperyalizmin bir kandırmacasıdır.
Saygılarımla…
23 Ağustos 2009 Pazar
TKP'nin, "İrticaya ve Faşizme Karşı, ÖZGÜRLÜK BİLDİRGESİ" üzerine
TKP, 10 Ağustos 2009 tarihinde aşağıdaki açıklamayı yaptı.
"TKP tarafından yayınlanan Özgürlük Bildirgesi Parti üyelerinin ve parti dostlarının katıldığı 2010 toplantılarında ve parti birimlerinde yapılan bazı öneriler ışığında TKP Siyasi Bürosu tarafından gözden geçirilerek son haline getirildi.
Tüm ülkede yüzbinlerce dağıtılması planlanan ve partinin önemli politik metinlerinden birisi olarak kayda geçen …………"
"ÖZGÜRLÜK BİLDİRGESİ" içeriği dışında iki somut yanlış olduğu düşüncesindeyim:
1.Yanlış:
Özgürlük,
"İnsanın gerçek özgürlüğü bu nedenle sınıfların ortadan kaldırılmasında yatar." Bunu TKP sitesinde özgün Şen söylüyor.
Aydemir Güler de yine TKP sitesinde, "Özgürlüğün sınıflar üstü bir özünün bulunmadığı da doğrudur." Diyor.
Gerek Şen'in, gerekse Güler'in sözlerinde hiçbir yanlış yok.
Fakat TKP'nin, "Özgürlük Bildirgesi"nde ise,
"Çalışanların özgürlüğü" bölümünde, çalışma eşitliği, çalışma hakları, sendika hakkı gibi burjuva demokratik talepler gündeme getiriliyor. Oysa yukarıdaki açıklamaların ışığında bu ve diğer taleplerin gerçek özgürlükle hiçbir ilişkisi yok. Çünkü gerçek özgürlük için, işçi sınıfının egemenliğini kurmak ilk şart.
"ÖZGÜRLÜK BİLDİRGESİ"nin diğer talepleri ile birlikte değerlendirildiğinde bu bildirge ancak, "Demokratikleşme bildirgesi" olabilir.
Komünist partilerin demokratikleşme bildirgeleri olabilir mi?
Komünist ve işçi sınıfı partilerin, stratejileri, sınıfsız sömürüsüz bir toplumu kurmaktır. Taktikleri ise bu yola giden en uygun koşulların hazırlanması için mücadele biçim ve yöntemlerini belirlemektir.
Bunların ışığında işçi sınıfı partilerin iki programı olmalıdır, asgari ve azami program. Asgari program demokratikleşme programıdır, azami programı ise sınıfsız sömürüsüz bir toplum, yani sosyalizm/komünizmdir. (sosyalizm, komünizmin içinde yer alır ve komünizmin bir alt aşamasıdır)
Bu asgari programı ret eden sol yapılar da olmuş bazıları ülke koşullarına göre başarılı da olmuşlardır. Sonuçta Marksizm, "Tek Yol Devrim”i de ret etmez önemli olan ülkenin somut koşullarıdır.
Türkiye ve Türkiye gibi benzeri ülkelerde işçi sınıfı partileri, sınıfsız/sömürüsüz bir toplum aşamasına giden yolda, gelişmiş bir burjuva demokrasisi için mücadele ederler. Bu mücadele işçi sınıfı partilerinin asgari programlarıdır.
TKP, her ne kadar içeriğini tam olarak kitlelere ifade edemese de "Yurtsever Cephe" isimli bir yapılanmaya gitmiştir.
"Yurtsever Cephe" ne olmalıdır?
Türkiye içinde yaşayan, emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileri ile uzlaşmaz çelişkileri olan, küçük ve orta burjuvazi, yaşantılarından memnun olmayan köylüler ile onların siyasi örgütleri ile birlikte oluşturulacak anti-emperyalist cephedir.
Bu cephenin amacı, anti-emperyalist, demokratik bir yapı olmalıdır.
İşte TKP'nin, "Özgürlük Bildirgesi" yerine, "demokratikleşme bildirgesi bu olmalıdır.
2. yanlış:
Komünist partiler de, burjuva partileri de istemlerini talep etmez, iktidara geldiklerinde uygulama sözü verir. Bir veya birkaç konu üzerinde iktidar partisinden demokratikleşme vb. konularda talepler olur, bunun için mücadele edilir, grev, yürüyüş, miting vb. şeyler yapılabilinir.
Ama,
"Çalışanların özgürlüğü
İnanç özgürlüğü,
Seyahat özgürlüğü,
Kadın - erkek eşitliği ve kadınların özgürlüğü,
Silahlı kurumların yetkilerinin sınırlandırılması,
Haberleşme, basın-yayın özgürlüğü ve siyasal haklar,
Eğitim kurumlarında özgürlü,
Gençlerin ve çocukların özgürlüğü,
Sağlık ve özgürlük,
Bütün halklar için özgürlük"
Gibi, tüm devletin yeniden yapılanmasını gerekli kılan talepler var olan siyasi iktidardan istenmez. Böylesi talepleri ancak, sendikalar, dernekler isteyebilir. Siyasi partiler değil. Yani şimdi bunları AKP hükümeti mi gerçekleştirecek?
Her siyasi partinin temel hedefi iktidar olmaktır. Bunlar iktidarı amaçlayan siyasi partilerin vatandaşlara vaat ettiği haklar olmalıdır.
Bu talepler işçi sınıfı partilerinin asgari programlarında yer alırlar.
Son olarak Özgür Şen'in, "yoksa özgürlük bir yalan mı?" yazısına bir ek;
İnsanların gerçek özgür olması için sınıfların ortadan kalkması ilk şarttır ama bu yeterli olmaz. Olmaz çünkü bunu somut olarak reel sosyalizmin iflasında yaşadık. İnsanların özgür olması için, içinde yaşadığı ülkede ve tüm dünyada kapitalizmin sona ermesi gereklidir.
Ama bu da yetmez.
İnsanların gerçek özgür olması için,
"Zorunluluğun bilince varması" gereklidir.
Yani birey toplumsal yaşamanın bir parçası olduğunu bilmeli ve topluma karşı ödev ve yükümlülüklerini kendi başına, herhangi bir devlet aygıtı, mesai çizelgesi, giriş çıkış kartları vb. zorlamalar olmadan yerine getirecek bir bilince varmalıdır.
İşte o zaman insanlar gerçek özgürlük ile tanışacaklardır.
Saygılarımla…
"TKP tarafından yayınlanan Özgürlük Bildirgesi Parti üyelerinin ve parti dostlarının katıldığı 2010 toplantılarında ve parti birimlerinde yapılan bazı öneriler ışığında TKP Siyasi Bürosu tarafından gözden geçirilerek son haline getirildi.
Tüm ülkede yüzbinlerce dağıtılması planlanan ve partinin önemli politik metinlerinden birisi olarak kayda geçen …………"
"ÖZGÜRLÜK BİLDİRGESİ" içeriği dışında iki somut yanlış olduğu düşüncesindeyim:
1.Yanlış:
Özgürlük,
"İnsanın gerçek özgürlüğü bu nedenle sınıfların ortadan kaldırılmasında yatar." Bunu TKP sitesinde özgün Şen söylüyor.
Aydemir Güler de yine TKP sitesinde, "Özgürlüğün sınıflar üstü bir özünün bulunmadığı da doğrudur." Diyor.
Gerek Şen'in, gerekse Güler'in sözlerinde hiçbir yanlış yok.
Fakat TKP'nin, "Özgürlük Bildirgesi"nde ise,
"Çalışanların özgürlüğü" bölümünde, çalışma eşitliği, çalışma hakları, sendika hakkı gibi burjuva demokratik talepler gündeme getiriliyor. Oysa yukarıdaki açıklamaların ışığında bu ve diğer taleplerin gerçek özgürlükle hiçbir ilişkisi yok. Çünkü gerçek özgürlük için, işçi sınıfının egemenliğini kurmak ilk şart.
"ÖZGÜRLÜK BİLDİRGESİ"nin diğer talepleri ile birlikte değerlendirildiğinde bu bildirge ancak, "Demokratikleşme bildirgesi" olabilir.
Komünist partilerin demokratikleşme bildirgeleri olabilir mi?
Komünist ve işçi sınıfı partilerin, stratejileri, sınıfsız sömürüsüz bir toplumu kurmaktır. Taktikleri ise bu yola giden en uygun koşulların hazırlanması için mücadele biçim ve yöntemlerini belirlemektir.
Bunların ışığında işçi sınıfı partilerin iki programı olmalıdır, asgari ve azami program. Asgari program demokratikleşme programıdır, azami programı ise sınıfsız sömürüsüz bir toplum, yani sosyalizm/komünizmdir. (sosyalizm, komünizmin içinde yer alır ve komünizmin bir alt aşamasıdır)
Bu asgari programı ret eden sol yapılar da olmuş bazıları ülke koşullarına göre başarılı da olmuşlardır. Sonuçta Marksizm, "Tek Yol Devrim”i de ret etmez önemli olan ülkenin somut koşullarıdır.
Türkiye ve Türkiye gibi benzeri ülkelerde işçi sınıfı partileri, sınıfsız/sömürüsüz bir toplum aşamasına giden yolda, gelişmiş bir burjuva demokrasisi için mücadele ederler. Bu mücadele işçi sınıfı partilerinin asgari programlarıdır.
TKP, her ne kadar içeriğini tam olarak kitlelere ifade edemese de "Yurtsever Cephe" isimli bir yapılanmaya gitmiştir.
"Yurtsever Cephe" ne olmalıdır?
Türkiye içinde yaşayan, emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileri ile uzlaşmaz çelişkileri olan, küçük ve orta burjuvazi, yaşantılarından memnun olmayan köylüler ile onların siyasi örgütleri ile birlikte oluşturulacak anti-emperyalist cephedir.
Bu cephenin amacı, anti-emperyalist, demokratik bir yapı olmalıdır.
İşte TKP'nin, "Özgürlük Bildirgesi" yerine, "demokratikleşme bildirgesi bu olmalıdır.
2. yanlış:
Komünist partiler de, burjuva partileri de istemlerini talep etmez, iktidara geldiklerinde uygulama sözü verir. Bir veya birkaç konu üzerinde iktidar partisinden demokratikleşme vb. konularda talepler olur, bunun için mücadele edilir, grev, yürüyüş, miting vb. şeyler yapılabilinir.
Ama,
"Çalışanların özgürlüğü
İnanç özgürlüğü,
Seyahat özgürlüğü,
Kadın - erkek eşitliği ve kadınların özgürlüğü,
Silahlı kurumların yetkilerinin sınırlandırılması,
Haberleşme, basın-yayın özgürlüğü ve siyasal haklar,
Eğitim kurumlarında özgürlü,
Gençlerin ve çocukların özgürlüğü,
Sağlık ve özgürlük,
Bütün halklar için özgürlük"
Gibi, tüm devletin yeniden yapılanmasını gerekli kılan talepler var olan siyasi iktidardan istenmez. Böylesi talepleri ancak, sendikalar, dernekler isteyebilir. Siyasi partiler değil. Yani şimdi bunları AKP hükümeti mi gerçekleştirecek?
Her siyasi partinin temel hedefi iktidar olmaktır. Bunlar iktidarı amaçlayan siyasi partilerin vatandaşlara vaat ettiği haklar olmalıdır.
Bu talepler işçi sınıfı partilerinin asgari programlarında yer alırlar.
Son olarak Özgür Şen'in, "yoksa özgürlük bir yalan mı?" yazısına bir ek;
İnsanların gerçek özgür olması için sınıfların ortadan kalkması ilk şarttır ama bu yeterli olmaz. Olmaz çünkü bunu somut olarak reel sosyalizmin iflasında yaşadık. İnsanların özgür olması için, içinde yaşadığı ülkede ve tüm dünyada kapitalizmin sona ermesi gereklidir.
Ama bu da yetmez.
İnsanların gerçek özgür olması için,
"Zorunluluğun bilince varması" gereklidir.
Yani birey toplumsal yaşamanın bir parçası olduğunu bilmeli ve topluma karşı ödev ve yükümlülüklerini kendi başına, herhangi bir devlet aygıtı, mesai çizelgesi, giriş çıkış kartları vb. zorlamalar olmadan yerine getirecek bir bilince varmalıdır.
İşte o zaman insanlar gerçek özgürlük ile tanışacaklardır.
Saygılarımla…
19 Ağustos 2009 Çarşamba
“Medya Savunma Alanları”
Türkiye’de son günlerde içeriğinin ne olduğu bilinmeyen bir açılımdan söz ediliyor. Cumhurbaşkanı, Başbakan, İçişleri Bakanı, yandaş medya sürekli bir şanstan, açılımdan söz ediyor fakat açılımın içeriği konusunda hiçbir açıklama yapılmıyor.
Söz konusu olan, “Kürt açılımı” veya “demokratik açılım” aslında “Medya Savunma Alanları” dır.
Nedir “Medya Savunma Alanları”?
Ecevit, ABD’nin neden Apo’yu paketleyerek kendisine verdiğini bilmediğini söylüyor.
Aslında her şey çok basit. ABD Irak’ı işgal edecek. Bu işgal sonrası Barzani ve Talabani ile işbirliği yapacak. Yapıyor da. Bu plan içinde Apo’nun, PKK’nın bir rolü yok. Bu yüzden ABD, Apo’yu paketleyip Türkiye’ye veriyor.
Irak işgali bildiğimiz gibi gerçekleşiyor. Fakat ABD planlarında olmayan bir şey yaşanıyor. Irak halkı ABD’yi çiçeklerle karşılamıyor ve Irak halkı işgalcilere karşı çok ciddi bir direniş gösteriyor.
Bu direniş halen sürüyor. Obama da, ABD’nin paramparça olan imajını düzeltmek için görevlendirildiğinden, 2010 yılında Irak’tan çekileceğini söylüyor.
Evet, ABD’nin şimdiki planı 2010 yılında ırak’tan çekilmek. Ama bu elbette Irak’ı terk etmek demek değil. ABD Irak’ın güvenli bölgesine çekilerek, petrol üretimini ve dağıtımını kontrol altına almak istiyor. Bunun için tek güvenilir yer ise Irak’ın kuzeyi, yani Kürt bölgesi yer alıyor.
Aslında ABD Irak işgaline başladığı ilk anda, 26 ülkenin sınırlarını değiştirerek, kendisine İsrail gibi hizmet edecek, bölgede ABD’nin silahşörlüğünü yapacak bir yapılanma içine girmek istiyordu, fakat Irak direnişi bu emellerini gerçekleştiremedi, büyük Kürdistanı kuramadı.
Irak’taki ve Afganistan’daki şiddetli direniş karşısında Büyük Kürdistanı kuramayan ABD şimdilik küçük Kürdistanı, yani Irak’ın kuzeyinde, tam bağımsız veya özerk bir devlet kurmak ve oraya yerleşmek istiyor. Fakat orada da “Medya Savunma Alanları” var.
“Medya Savunma Alanları” PKK’nın, Kuzey Irak’ta , Kandil Dağı çevresinde ilan ettiği, özerk / bağımsız bölge.
PKK o bölgeyi “Medya Savunma Alanları” ilan ederek Barzani’ye, ABD’ye, Türkiye’ye kapatıyor. Kısaca, “burası benim bölgem, benden izinsiz giremezsiniz” diyor.
ABD’nin planın işlemesi için bu sorunun çözülmesi gerekiyor.
Türkiye’de “çok bilmişler” ABD’nin Kandil ve çevresini ele geçirerek PKK kadrolarının Türkiye’ye teslim edilmesini istiyor.
Aslında ABD’nin bunu gerçekleştirmesi için yeterli gücü yok.
TSK’nın 25 yıldır başaramadığını ABD’den beklemek elbetteki hayal. ABD’nin PKK’ya saldırması demek, Irak’ta Talabani’nin, Barzani’nin sonu demek. Çünkü, bu durumda Irak Kürtlerinin tamamına yakını PKK’yı destelemek durumuna düşecektir. Çünkü çoğu birbirleri ile akrabadır.
Apo’nun da Barzani önderliğini kabul etmesi mümkün olmadığına göre bu sorunu Türkiye çözmelidir. İşte “Kürt açılımı”, “demokratik açılım” budur.
ABD sayesinde Türkiye PKK’ya tavizler verecek PKK’da ABD’ye Kuzey Irak’ta sorun çıkarmayacaktır.
Tüm hesap budur. Bunun için ABD, Kuzey Irak’a yerleşecek üst düzey subayları için İncirlik’te yüzlerce ev yapımına başlamıştır bile.
ABD’nin bu hesabı tutar mı? Göreceğiz.
1 Mart Tezkeresi öncesi de, ABD bölgede yerler kiralamış, inşaatlara da başlamıştı fakat 1 Mart Tezkeresi kabul edilmeyince tüm çalışmaları boşa gitti.
Son olarak, PKK, MİT tarafından kurulmuş, fakat devlet kontrolünden çıkmıştır. Bugün bazı ülkeler, ABD, AB PKK’yı kontrol ettiklerini düşünürken PKK hem ABD’yi hem AB’yi hem de TSK’yı zaman zaman kullanmış fakat kendi bağımsızlığını önemli oranda korumuş ve dengelerle oynamasını bilerek gücünü korumuştur.
Saygılarımla…
Söz konusu olan, “Kürt açılımı” veya “demokratik açılım” aslında “Medya Savunma Alanları” dır.
Nedir “Medya Savunma Alanları”?
Ecevit, ABD’nin neden Apo’yu paketleyerek kendisine verdiğini bilmediğini söylüyor.
Aslında her şey çok basit. ABD Irak’ı işgal edecek. Bu işgal sonrası Barzani ve Talabani ile işbirliği yapacak. Yapıyor da. Bu plan içinde Apo’nun, PKK’nın bir rolü yok. Bu yüzden ABD, Apo’yu paketleyip Türkiye’ye veriyor.
Irak işgali bildiğimiz gibi gerçekleşiyor. Fakat ABD planlarında olmayan bir şey yaşanıyor. Irak halkı ABD’yi çiçeklerle karşılamıyor ve Irak halkı işgalcilere karşı çok ciddi bir direniş gösteriyor.
Bu direniş halen sürüyor. Obama da, ABD’nin paramparça olan imajını düzeltmek için görevlendirildiğinden, 2010 yılında Irak’tan çekileceğini söylüyor.
Evet, ABD’nin şimdiki planı 2010 yılında ırak’tan çekilmek. Ama bu elbette Irak’ı terk etmek demek değil. ABD Irak’ın güvenli bölgesine çekilerek, petrol üretimini ve dağıtımını kontrol altına almak istiyor. Bunun için tek güvenilir yer ise Irak’ın kuzeyi, yani Kürt bölgesi yer alıyor.
Aslında ABD Irak işgaline başladığı ilk anda, 26 ülkenin sınırlarını değiştirerek, kendisine İsrail gibi hizmet edecek, bölgede ABD’nin silahşörlüğünü yapacak bir yapılanma içine girmek istiyordu, fakat Irak direnişi bu emellerini gerçekleştiremedi, büyük Kürdistanı kuramadı.
Irak’taki ve Afganistan’daki şiddetli direniş karşısında Büyük Kürdistanı kuramayan ABD şimdilik küçük Kürdistanı, yani Irak’ın kuzeyinde, tam bağımsız veya özerk bir devlet kurmak ve oraya yerleşmek istiyor. Fakat orada da “Medya Savunma Alanları” var.
“Medya Savunma Alanları” PKK’nın, Kuzey Irak’ta , Kandil Dağı çevresinde ilan ettiği, özerk / bağımsız bölge.
PKK o bölgeyi “Medya Savunma Alanları” ilan ederek Barzani’ye, ABD’ye, Türkiye’ye kapatıyor. Kısaca, “burası benim bölgem, benden izinsiz giremezsiniz” diyor.
ABD’nin planın işlemesi için bu sorunun çözülmesi gerekiyor.
Türkiye’de “çok bilmişler” ABD’nin Kandil ve çevresini ele geçirerek PKK kadrolarının Türkiye’ye teslim edilmesini istiyor.
Aslında ABD’nin bunu gerçekleştirmesi için yeterli gücü yok.
TSK’nın 25 yıldır başaramadığını ABD’den beklemek elbetteki hayal. ABD’nin PKK’ya saldırması demek, Irak’ta Talabani’nin, Barzani’nin sonu demek. Çünkü, bu durumda Irak Kürtlerinin tamamına yakını PKK’yı destelemek durumuna düşecektir. Çünkü çoğu birbirleri ile akrabadır.
Apo’nun da Barzani önderliğini kabul etmesi mümkün olmadığına göre bu sorunu Türkiye çözmelidir. İşte “Kürt açılımı”, “demokratik açılım” budur.
ABD sayesinde Türkiye PKK’ya tavizler verecek PKK’da ABD’ye Kuzey Irak’ta sorun çıkarmayacaktır.
Tüm hesap budur. Bunun için ABD, Kuzey Irak’a yerleşecek üst düzey subayları için İncirlik’te yüzlerce ev yapımına başlamıştır bile.
ABD’nin bu hesabı tutar mı? Göreceğiz.
1 Mart Tezkeresi öncesi de, ABD bölgede yerler kiralamış, inşaatlara da başlamıştı fakat 1 Mart Tezkeresi kabul edilmeyince tüm çalışmaları boşa gitti.
Son olarak, PKK, MİT tarafından kurulmuş, fakat devlet kontrolünden çıkmıştır. Bugün bazı ülkeler, ABD, AB PKK’yı kontrol ettiklerini düşünürken PKK hem ABD’yi hem AB’yi hem de TSK’yı zaman zaman kullanmış fakat kendi bağımsızlığını önemli oranda korumuş ve dengelerle oynamasını bilerek gücünü korumuştur.
Saygılarımla…
31 Temmuz 2009 Cuma
YALANLAR VE GERÇEKLER!
Yalan: Türkiye’de gazete okuma oranı Avrupa ülkelerine göre en düşük ülke.
Gerçek: Türkiye’de gazete okuyan kitle sayısı, gazete satışları ile orantılı değildir. Türkiye’de gerek mahallelerde gerek köy kahvelerinde alınan bir gazete onlarca kişi tarafından okunur. Gazeteler elden ele gezdiği için eskir, yıpranır. Bu durum genellikle Avrupa ülkelerinde yoktur. Çünkü Avrupa ülkelerinde bizim gibi “kahve kültürü” yoktur.
Yalan: Türkiye’de kitap okuma oranı çok düşüktür.
Gerçek: Türkiye’de kitap fiyatları çok pahalıdır. Türkiye’de lisanslı kitap almak neredeyse kerizlikle eşdeğerdedir. İnsanlar neden bandrollu kitap alsın? Korsanı çok ucuza varken. Elbette korsan kitaplar istatistiklere girmiyor. Ayrıca Türkiye’de bir de kitap değiş/tokuşu vardır. Yani Türkiye’de bir kitabı bir kişi okumaz.
Yalan: Türkiye’de süt tüketimi çok azdır.
Gerçek: Türkiye’de süt tüketimi ne kadar olması gerekiyorsa o kadardır. Çünkü Türkiye’de satılan tüm sütler faturalı olmadığı için süt tüketimi de istatistiklere girmez. Herkes bilir, Türkiye’nin her mahallesinde sütçüler vardır.
Yalan: Avrupa ülkelerinde GSMH kişi başına 30 bin dolar Türkiye’de 6-7 bin dolar.
Gerçek: Türkiye’de ekonominin yarıdan fazlası kaçaktır. Ayrıca Türkiye’deki yaşam Avrupa ülkelerine göre 5-8 kat daha ucuzdur. Avrupa halkı karpuzu/kavunu dilimle, portakalı/elmayı tane ile satın alır. Örnek karpuzun kilosu avrupada 1 avrodur. Yine domatesin kilosu avrupada 3.5 avrodur. Çay, kahve, su, soda 3-5 avrodur.
Yalan: Avrupa aydınlanma devrimini yapmış demokrasiyi oturtmuştur.
Gerçek: aydınlanma devriminden sonra sayısız savaşlar yaşanmış, demokrasiler askıya alınmıştır. 1930-1945 yıllarında avrupanın tamamında ya faşizm vardır ya da tüm demokrasiler ve demokratik haklar askıya alınmıştır.
Ayrıca avrupanın yarısı monarşi ile yönetilmektedir. Yani krallıkla. Kimi liboşlar krallığın erdeminden söz edip dururlar. Demokrasilerde herkes eşit doğar (aslında kapitalizmde kimse eşit doğmaz) ama kimisi de prens, prenses olarak doğar.
Avrupa laik değildir. Kapitalizm dinle uzlaşmıştır. Din egemenliğini kapitalist devlete kabul ettirmiştir. Nüfus kayıtları kiliselerde tutulur, nikahlar kilisede kıyılır, meclislerde incile el basarak yemin edilir vb.
Yalan: Türkiye’de İttihak ve Terakkici darbe geleneği vardır.
Gerçek: Türkiye cumhuriyetini İttihak ve Terakkiciler kurmuştur. Eğer onlar olmasaydı bugün Türkiye Cumhuriyeti olması pek olanaklı değildi. Zaten bu yüzden onlar bu saldırıların hedefi oluyor.
Türkiye Cumhuriyetinin İttihak ve Terakkici geleneği 1960 tan sonra yok edilmiş onun yerine ABD/Nato geleneği gelmiştir. 1960 sonra yapılan tüm darbeler ABD patentlidir. Tüm dünyada olduğu gibi.
Yalan: Türkiye’de gizli Nato, Gladyo, derin devlet, darbeciler tasfiye ediliyor.
Gerçek: Gizli Nato, Gladyo, derin devlet demek ABD demektir. AKP’nin arkasında da ABD olduğuna göre Türkiye’de gladyo yok edilemez. Bu iş doğasına aykırı olur. Yani artık ABD Türkiye’de darbe yapmaktan vaz mı geçmiş oluyor? Önümüzdeki seçimlerde iktidara ABD karşıtı sol hükümetler gelirse ABD darbe yapmayacak mı?
Yalan:Osmanlıda tüm uluslar kardeşçe yaşarken İttihak ve Terakkiciler ve Türkiye Cumhuriyeti, ermeni ve Rumları yok etti.
Gerçek: Osmanlı güçlü iken sorun yoktu fakat hasta adam olunca Osmanlıyı paylaşma hesapları başladı. Bunun için Ermeniler ve Rumlar kullanıldı. Ermeniler önce rus ordusunda sonra da Fransız ordusu ile birlikte Osmanlıya arkadan saldırdılar. Emperyalist ülkelerin oyuncağı olarak kırımlara uğradılar. Peki Enver paşa Ruslarla beraber Osmanlıya saldıran Ermenilere madalya mı takması gerekiyordu? (tehcir kanlı olması kabul edilebilir bir şey değil elbette)
Ya peki Rumlar? Yunan ordusu İzmir’e çıkınca Rumlar canlı kalkan oluşturarak, “burası bizim ülkemiz, biz burada kardeş kardeş yaşıyoruz ve sizi istemiyoruz mu dediler? Yoksa evlerinin balkonlarına yunan bayrağı mı astılar? Onlara asker mi verdiler? Elbette bunlara da madalya verilemezdi.
Yalan: 6-7 Eylül olaylarını İttihak ve Terakkiciler çıkardı.
Gerçek: 6-7 Eylül olaylarını ABD organize etti. provakasyonda ırkçılar ve şeriatçılar kullanıldı. İsrail devletine kimse yerleşmek istemiyordu. Şimdi de istemiyor. Bir çok İsrail vatandaşı ülkelerini savaş nedeniyle terk ediyor. İsrail devleti bunu engellemeye çalışıyor. İşte 6-7 Eylül olaylarının arkasındaki gerçek de, İsrail’e vatandaş devşirmekti.
Son söz olarak:
Türkiye’nin başında bir Kürt sorunu var. Her iki ulustan da insanlar ölüyor. Bu sorun çözülmeli. Hükümet yeni bir demokratik açılımdan söz ediyor. Ama içeriği konusunda bilgi vermiyor.
Türkiye bu sorunu çözmeli. Fakat eğer, “demokratik açılım” demek bölgedeki ABD çıkarlarını savunmak demekse bu açılım hem Türk halkına hem de Kürt halkına uzun yıllar sürecek acılar verecek demektir. Çünkü ABD kendi çıkarı dışında, ne Kürtlerin ne de Türklerin çıkarı için hiçbir şey yapmaz.
Saygılarımla…
Gerçek: Türkiye’de gazete okuyan kitle sayısı, gazete satışları ile orantılı değildir. Türkiye’de gerek mahallelerde gerek köy kahvelerinde alınan bir gazete onlarca kişi tarafından okunur. Gazeteler elden ele gezdiği için eskir, yıpranır. Bu durum genellikle Avrupa ülkelerinde yoktur. Çünkü Avrupa ülkelerinde bizim gibi “kahve kültürü” yoktur.
Yalan: Türkiye’de kitap okuma oranı çok düşüktür.
Gerçek: Türkiye’de kitap fiyatları çok pahalıdır. Türkiye’de lisanslı kitap almak neredeyse kerizlikle eşdeğerdedir. İnsanlar neden bandrollu kitap alsın? Korsanı çok ucuza varken. Elbette korsan kitaplar istatistiklere girmiyor. Ayrıca Türkiye’de bir de kitap değiş/tokuşu vardır. Yani Türkiye’de bir kitabı bir kişi okumaz.
Yalan: Türkiye’de süt tüketimi çok azdır.
Gerçek: Türkiye’de süt tüketimi ne kadar olması gerekiyorsa o kadardır. Çünkü Türkiye’de satılan tüm sütler faturalı olmadığı için süt tüketimi de istatistiklere girmez. Herkes bilir, Türkiye’nin her mahallesinde sütçüler vardır.
Yalan: Avrupa ülkelerinde GSMH kişi başına 30 bin dolar Türkiye’de 6-7 bin dolar.
Gerçek: Türkiye’de ekonominin yarıdan fazlası kaçaktır. Ayrıca Türkiye’deki yaşam Avrupa ülkelerine göre 5-8 kat daha ucuzdur. Avrupa halkı karpuzu/kavunu dilimle, portakalı/elmayı tane ile satın alır. Örnek karpuzun kilosu avrupada 1 avrodur. Yine domatesin kilosu avrupada 3.5 avrodur. Çay, kahve, su, soda 3-5 avrodur.
Yalan: Avrupa aydınlanma devrimini yapmış demokrasiyi oturtmuştur.
Gerçek: aydınlanma devriminden sonra sayısız savaşlar yaşanmış, demokrasiler askıya alınmıştır. 1930-1945 yıllarında avrupanın tamamında ya faşizm vardır ya da tüm demokrasiler ve demokratik haklar askıya alınmıştır.
Ayrıca avrupanın yarısı monarşi ile yönetilmektedir. Yani krallıkla. Kimi liboşlar krallığın erdeminden söz edip dururlar. Demokrasilerde herkes eşit doğar (aslında kapitalizmde kimse eşit doğmaz) ama kimisi de prens, prenses olarak doğar.
Avrupa laik değildir. Kapitalizm dinle uzlaşmıştır. Din egemenliğini kapitalist devlete kabul ettirmiştir. Nüfus kayıtları kiliselerde tutulur, nikahlar kilisede kıyılır, meclislerde incile el basarak yemin edilir vb.
Yalan: Türkiye’de İttihak ve Terakkici darbe geleneği vardır.
Gerçek: Türkiye cumhuriyetini İttihak ve Terakkiciler kurmuştur. Eğer onlar olmasaydı bugün Türkiye Cumhuriyeti olması pek olanaklı değildi. Zaten bu yüzden onlar bu saldırıların hedefi oluyor.
Türkiye Cumhuriyetinin İttihak ve Terakkici geleneği 1960 tan sonra yok edilmiş onun yerine ABD/Nato geleneği gelmiştir. 1960 sonra yapılan tüm darbeler ABD patentlidir. Tüm dünyada olduğu gibi.
Yalan: Türkiye’de gizli Nato, Gladyo, derin devlet, darbeciler tasfiye ediliyor.
Gerçek: Gizli Nato, Gladyo, derin devlet demek ABD demektir. AKP’nin arkasında da ABD olduğuna göre Türkiye’de gladyo yok edilemez. Bu iş doğasına aykırı olur. Yani artık ABD Türkiye’de darbe yapmaktan vaz mı geçmiş oluyor? Önümüzdeki seçimlerde iktidara ABD karşıtı sol hükümetler gelirse ABD darbe yapmayacak mı?
Yalan:Osmanlıda tüm uluslar kardeşçe yaşarken İttihak ve Terakkiciler ve Türkiye Cumhuriyeti, ermeni ve Rumları yok etti.
Gerçek: Osmanlı güçlü iken sorun yoktu fakat hasta adam olunca Osmanlıyı paylaşma hesapları başladı. Bunun için Ermeniler ve Rumlar kullanıldı. Ermeniler önce rus ordusunda sonra da Fransız ordusu ile birlikte Osmanlıya arkadan saldırdılar. Emperyalist ülkelerin oyuncağı olarak kırımlara uğradılar. Peki Enver paşa Ruslarla beraber Osmanlıya saldıran Ermenilere madalya mı takması gerekiyordu? (tehcir kanlı olması kabul edilebilir bir şey değil elbette)
Ya peki Rumlar? Yunan ordusu İzmir’e çıkınca Rumlar canlı kalkan oluşturarak, “burası bizim ülkemiz, biz burada kardeş kardeş yaşıyoruz ve sizi istemiyoruz mu dediler? Yoksa evlerinin balkonlarına yunan bayrağı mı astılar? Onlara asker mi verdiler? Elbette bunlara da madalya verilemezdi.
Yalan: 6-7 Eylül olaylarını İttihak ve Terakkiciler çıkardı.
Gerçek: 6-7 Eylül olaylarını ABD organize etti. provakasyonda ırkçılar ve şeriatçılar kullanıldı. İsrail devletine kimse yerleşmek istemiyordu. Şimdi de istemiyor. Bir çok İsrail vatandaşı ülkelerini savaş nedeniyle terk ediyor. İsrail devleti bunu engellemeye çalışıyor. İşte 6-7 Eylül olaylarının arkasındaki gerçek de, İsrail’e vatandaş devşirmekti.
Son söz olarak:
Türkiye’nin başında bir Kürt sorunu var. Her iki ulustan da insanlar ölüyor. Bu sorun çözülmeli. Hükümet yeni bir demokratik açılımdan söz ediyor. Ama içeriği konusunda bilgi vermiyor.
Türkiye bu sorunu çözmeli. Fakat eğer, “demokratik açılım” demek bölgedeki ABD çıkarlarını savunmak demekse bu açılım hem Türk halkına hem de Kürt halkına uzun yıllar sürecek acılar verecek demektir. Çünkü ABD kendi çıkarı dışında, ne Kürtlerin ne de Türklerin çıkarı için hiçbir şey yapmaz.
Saygılarımla…
1 Temmuz 2009 Çarşamba
Honduras
Honduras'ta İttihak ve Terakkiciler (yani ABD) darbe yaptı! Yönetime el koyan ordu devlet Başkanını sürgüne gönderdi.
Seçilmiş bir devlet başkanına yapılan bu darbe üzerine;
AKP hükümeti Honduras ile her türlü ilişkisini kesti. Başbakan Tayip Erdoğan, "halkın iradesinin yok edilemeyeceğini" belirterek "Yeni başkanı hiçbir zaman tanımayacağız" dedi. Türkiye BM Güvenlik Konseyini acil olarak toplantıya davet etti.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, "Honduras'taki gelişmelerden kaygı duyuyoruz. Ama korkulacak bir şey yok. Yargıya güvenmek lazım" dedi.
Türkiye Barolar birliği ise yaptığı açıklamada, Honduras devlet başkanı Zelaya'nın pijamaları ile sınır dışı edilmesine sert tepki gösterdi. Baro yönetimi, uluslararası hukuk kurallarına göre başkanın elbiselerini giyme hakkı olduğunu belirtti.
Taraf Gazetesi darbeyi protesto etmek amacıyla sadece siyah beyaz olarak yayınlandı. Çongar ve Altan darbeyi planlayanın Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chávez olduğunu ileri sürdü. Kanıt olarak da Chavez ile Honduras askeri yetkilileri ile yazışmaların olduğu bir fotokopi yayınladı.
ABD acil olarak Birleşmiş Milletleri toplayarak Honduras'ın darbecilerine karşı askeri yaptırım talebinde bulundu.
AB ülkeleri, "biz demokrasiden başka bir rejim tanımayız" diyerek Honduras'ın seçilmiş demokratik Başkanı Zelaya'dan başka kimseyi tanımayacağını belirterek Honduras'a karşı ekonomik yaptırım kararı aldı.
Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, "ordu yönetime el koymasaydı, Honduras'ta iç savaş çıkacak belki de binlerce insan ölecekti. Bu durumu iyi düşünmek lazım' dedi.
Elbetteki şaka bir yana, fakat bakın kimler darbecilere karşı çıkıp net tavır alıyor?
Venezuela Honduras'a petrol ihracını durdurdu.
Küba Honduras darbecilerini tanımayı reddediyor.
Honduras'ta Pazar günü gerçekleştirilen darbenin ardından ülke dışına çıkarılan Honduras Devlet Başkanı Manuel Zelaya, ülkesine dönmenin yollarını arıyor. Perşembe günü Honduras'a döneceğini açıklamış olan Zelaya'ya, bu yolculukta Arjantin Devlet Başkanı Cristina Fernández, Ekvador Devlet Başkanı Rafael Correa ve Amerika Devletleri Örgütü (OAS) sekreteri José Miguel Insulza eşlik edecek.
Birleşmiş Milletler'den Zelaya'ya destek
New York'taki merkezde Manuel Zelaya'nın da katılımıyla toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'ndan, Zelaya'ya destek kararı çıktı. Kurula sunulan karar taslağı, ülkenin meşru hükümeti ve Devlet Başkanı Manuel Zelaya'nın derhal koşulsuz olarak görevlerinin başına getirilmesini savunuyordu.
Genel Kurul'un olağanüstü toplantısının başlangıcında, karar taslağının şu ülkeler tarafından önerildiği açıklandı: Antigua ve Barbuda, Belize, Bolivya, Küba, Dominika, Ekvador, El Salvador, Guatemala, Nikaragua, Dominik Cumhuriyeti, San Vicente ve Granadinler, Brezilya, Venezuela, Kosta Rika, Peru, Meksika, Şili, Uruguay, Arjantin, Paraguay, Suriye.
(basından)
Seçilmiş bir devlet başkanına yapılan bu darbe üzerine;
AKP hükümeti Honduras ile her türlü ilişkisini kesti. Başbakan Tayip Erdoğan, "halkın iradesinin yok edilemeyeceğini" belirterek "Yeni başkanı hiçbir zaman tanımayacağız" dedi. Türkiye BM Güvenlik Konseyini acil olarak toplantıya davet etti.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, "Honduras'taki gelişmelerden kaygı duyuyoruz. Ama korkulacak bir şey yok. Yargıya güvenmek lazım" dedi.
Türkiye Barolar birliği ise yaptığı açıklamada, Honduras devlet başkanı Zelaya'nın pijamaları ile sınır dışı edilmesine sert tepki gösterdi. Baro yönetimi, uluslararası hukuk kurallarına göre başkanın elbiselerini giyme hakkı olduğunu belirtti.
Taraf Gazetesi darbeyi protesto etmek amacıyla sadece siyah beyaz olarak yayınlandı. Çongar ve Altan darbeyi planlayanın Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chávez olduğunu ileri sürdü. Kanıt olarak da Chavez ile Honduras askeri yetkilileri ile yazışmaların olduğu bir fotokopi yayınladı.
ABD acil olarak Birleşmiş Milletleri toplayarak Honduras'ın darbecilerine karşı askeri yaptırım talebinde bulundu.
AB ülkeleri, "biz demokrasiden başka bir rejim tanımayız" diyerek Honduras'ın seçilmiş demokratik Başkanı Zelaya'dan başka kimseyi tanımayacağını belirterek Honduras'a karşı ekonomik yaptırım kararı aldı.
Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, "ordu yönetime el koymasaydı, Honduras'ta iç savaş çıkacak belki de binlerce insan ölecekti. Bu durumu iyi düşünmek lazım' dedi.
Elbetteki şaka bir yana, fakat bakın kimler darbecilere karşı çıkıp net tavır alıyor?
Venezuela Honduras'a petrol ihracını durdurdu.
Küba Honduras darbecilerini tanımayı reddediyor.
Honduras'ta Pazar günü gerçekleştirilen darbenin ardından ülke dışına çıkarılan Honduras Devlet Başkanı Manuel Zelaya, ülkesine dönmenin yollarını arıyor. Perşembe günü Honduras'a döneceğini açıklamış olan Zelaya'ya, bu yolculukta Arjantin Devlet Başkanı Cristina Fernández, Ekvador Devlet Başkanı Rafael Correa ve Amerika Devletleri Örgütü (OAS) sekreteri José Miguel Insulza eşlik edecek.
Birleşmiş Milletler'den Zelaya'ya destek
New York'taki merkezde Manuel Zelaya'nın da katılımıyla toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'ndan, Zelaya'ya destek kararı çıktı. Kurula sunulan karar taslağı, ülkenin meşru hükümeti ve Devlet Başkanı Manuel Zelaya'nın derhal koşulsuz olarak görevlerinin başına getirilmesini savunuyordu.
Genel Kurul'un olağanüstü toplantısının başlangıcında, karar taslağının şu ülkeler tarafından önerildiği açıklandı: Antigua ve Barbuda, Belize, Bolivya, Küba, Dominika, Ekvador, El Salvador, Guatemala, Nikaragua, Dominik Cumhuriyeti, San Vicente ve Granadinler, Brezilya, Venezuela, Kosta Rika, Peru, Meksika, Şili, Uruguay, Arjantin, Paraguay, Suriye.
(basından)
12 Haziran 2009 Cuma
Türkiye’de neler oluyor?
Ben Türkiye’de neler oluyor? Diye bir araştırma yaptım. Benim araştırmama göre kimse Türkiye’de neler oluyor? bilmiyor.
Türkiye’nin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, bakanları Türkiye’de neler oluyor? bilmiyor.
Aynı şekilde Türkiye’nin, ana muhalefet partileri, “yavru muhalefet” partileri de Türkiye’de neler oluyor? Bilmiyor.
Yine Türkiye’deki komünist , sosyalist, sol partiler de Türkiye’de neler oluyor? Bilmiyor.
Yine, liberaller, dönek Marksistler, 2. Cumhuriyetçiler de, Türkiye’de neler olur? Bilmiyor.
Sadece bunlar mı?
ABD Başkanı Obama da Türkiye’de neler oluyor? Bilmiyor.
Yine AB de, İsrail de Türkiye’de neler oluyor? Bilmiyor.
Bilmiyorlar, çünkü her görüşün yazılarına bakıyorum, çoğu yabancı kaynak göstererek Türkiye’de neler olduğunu tanımlamaya çalışıyor. Elbetteki Türkiye’dekiler ülkede ne olduğunu bilmezse yabancılar nereden bilecek ki?
Kimisi diyor ki, ABD, Obama ile birlikte “ılımlı İslam” projesinden vaz geçti. Başka bazı kimileri de Obama diğer İslam ülkelerine Türkiye’deki “ılımlı islamı” örnek gösterdi. Vb.
Türkiye’de yine kimse “Ergenekon” soruşturmasının nereye gideceğini bilemiyor.
Yine KESK’e operasyon yapılıyor. Bazı üyeleri göz altına alınıp tutuklanıyor kimse onların neden tutuklandığını bilmiyor. Ne kadar tutuklu kalacağını da bilen yok. Şimdi onlar PKK yanlısı mı? Ergenekoncu mu? Diğer başka illegal bir örgüt üyesi mi? Bilen yok. Suçlama da yok.
Şimdi ben onların bilmediğini biliyorum.
Türkiye’de neler oluyor?
Hiçbir şey olmuyor. Hiçbir şey olmadığı için de kimse Türkiye’de ne olduğunu bilemiyor.
Türkiye’de bir şey olmuyor çünkü, Türkiye “ılımlı İslam” dan falan vaz geçti. Her şey 1980 öncesine döndü. Yine Türkiye’nin, büyük kentlerinde, üniversitelerinde polis ve ülkücüler sol görüşlülere saldırmaya başladı.
Her şey rutin işlemlerine döndü yani. Tüm dünyada, 2003 yılı öncesi Türkiye’de olduğu gibi.
Ama bu rutin işleri de biraz açmamız gerekiyor.
Şimdi ABD, AB, İsrail gelmiş Türkiye’ye “Irak’a, Afganistan’a, Lübnan’a olası İran ve Pakistan savaşlarına asker vereceksin” diyor. Yine “Ermenistan sınırını aç” diyor, “Kıbrıs’tan vaz geç” diyor, “Trakya’yı Türkiye’den kopar AB’ye sok” diyor. Diyor oğlu diyor.
Şimdi CHP Genel Başkanı Deniz Baykal aptal mı? Bu isteklerini muhatabı olsun. Yine MHP Genel Başkanı Bahçeli aptal mı? Elbette değil. “Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olursa onu oradan indiririz” diyor sonra da onu Cumhurbaşkanı yapmak için 367’ye destek veriyor.
AKP Genel Başkanı Tayip Erdoğan ise her şeye “tamam” diyor hiçbir şey olmuyor. Olsun, dünya liderlerinden sözünü tutmayan sadece Erdoğan değil ki.
Şimdi Türkiye’de 29 mart yerel seçimler sonrası AKP kıyı kentlerini yitirdi, oy kaybetti ya, yani iyi kötü demokrasi işliyor ya, devlet yine rutin işlemlerine geri döndü.
Rutin işlemler ise gayet net ve açık. Ülkücüler devlet yanlısı, solcular ise devlet karşıtı. Böyle olunca polis ve ülkücülerin saldırıları solculara karşı sürecek demektir. Böyle olduğu sürece de korkulacak hiçbir şey yok demektir.
Şimdi laikler şeriat geliyor diye korkmasın da fakat Başbakan’ın Davos çıkışı ne olacak? Başbakan Erdoğan Davos’ta İsrail’e hak ettiği yanıtı verdi. Hem de İsrail Devlet Başkanın karşısında. Tüm dünyada da büyük destek aldı.
Konuşmak o kadar zor değil de, onlara rağmen hükümet olmak oldukça zor. Çünkü, hep söylenir, “Türkiye’de iktidarı ABD/İsrail belirler” diye.
Sonuç olarak Türkiye’nin, Erdoğan’ın tek sorunu şimdilik bu.
Bu amaçla Erdoğan mayınlı bölgeyi İsrail’e 40-50 yıllığına vermek istiyor. İsrail’in elbetteki iştahı kabarıyor. Filistin’e bir geldiler, toprakların yüzde birine yerleştiler, yüzde 90’a yayıldılar. Şimdi aynı iştahları Türkiye için kabarıyor.
Bu anlamda Erdoğan’ı desteklemeye devam ediyorlar. Eeee CHP ve MHP aptal olmadığına göre ABD, AB, İsrail’in başka seçeneği kalmıyor. Erdoğan’ın sözlerine güvenerek, mayınlı topraklarının üzerine oturma düşleri görmeye devam ediyorlar, epey de edecek gibi görünüyorlar.
Başbakan Erdoğan mayınlı arazilerin İsrail’e verilmesinin olanaksız olduğunu bilmiyor mu? Elbette biliyor. Amaç İsrail’in biraz daha düş görmesini sağlamak.
Aslında Türkiye’de hiçbir şey olmuyor. Sadece oluyor gibi görünüyor.
(Hiçbir şey olmuyor derken; Ergenekon gerekçesiyle tutuklanıp beraat edebilecek kişilerden, yine aynı şekilde tutuklanan KESK üyelerinden özür diliyorum.)
Saygılarımla…
Türkiye’nin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, bakanları Türkiye’de neler oluyor? bilmiyor.
Aynı şekilde Türkiye’nin, ana muhalefet partileri, “yavru muhalefet” partileri de Türkiye’de neler oluyor? Bilmiyor.
Yine Türkiye’deki komünist , sosyalist, sol partiler de Türkiye’de neler oluyor? Bilmiyor.
Yine, liberaller, dönek Marksistler, 2. Cumhuriyetçiler de, Türkiye’de neler olur? Bilmiyor.
Sadece bunlar mı?
ABD Başkanı Obama da Türkiye’de neler oluyor? Bilmiyor.
Yine AB de, İsrail de Türkiye’de neler oluyor? Bilmiyor.
Bilmiyorlar, çünkü her görüşün yazılarına bakıyorum, çoğu yabancı kaynak göstererek Türkiye’de neler olduğunu tanımlamaya çalışıyor. Elbetteki Türkiye’dekiler ülkede ne olduğunu bilmezse yabancılar nereden bilecek ki?
Kimisi diyor ki, ABD, Obama ile birlikte “ılımlı İslam” projesinden vaz geçti. Başka bazı kimileri de Obama diğer İslam ülkelerine Türkiye’deki “ılımlı islamı” örnek gösterdi. Vb.
Türkiye’de yine kimse “Ergenekon” soruşturmasının nereye gideceğini bilemiyor.
Yine KESK’e operasyon yapılıyor. Bazı üyeleri göz altına alınıp tutuklanıyor kimse onların neden tutuklandığını bilmiyor. Ne kadar tutuklu kalacağını da bilen yok. Şimdi onlar PKK yanlısı mı? Ergenekoncu mu? Diğer başka illegal bir örgüt üyesi mi? Bilen yok. Suçlama da yok.
Şimdi ben onların bilmediğini biliyorum.
Türkiye’de neler oluyor?
Hiçbir şey olmuyor. Hiçbir şey olmadığı için de kimse Türkiye’de ne olduğunu bilemiyor.
Türkiye’de bir şey olmuyor çünkü, Türkiye “ılımlı İslam” dan falan vaz geçti. Her şey 1980 öncesine döndü. Yine Türkiye’nin, büyük kentlerinde, üniversitelerinde polis ve ülkücüler sol görüşlülere saldırmaya başladı.
Her şey rutin işlemlerine döndü yani. Tüm dünyada, 2003 yılı öncesi Türkiye’de olduğu gibi.
Ama bu rutin işleri de biraz açmamız gerekiyor.
Şimdi ABD, AB, İsrail gelmiş Türkiye’ye “Irak’a, Afganistan’a, Lübnan’a olası İran ve Pakistan savaşlarına asker vereceksin” diyor. Yine “Ermenistan sınırını aç” diyor, “Kıbrıs’tan vaz geç” diyor, “Trakya’yı Türkiye’den kopar AB’ye sok” diyor. Diyor oğlu diyor.
Şimdi CHP Genel Başkanı Deniz Baykal aptal mı? Bu isteklerini muhatabı olsun. Yine MHP Genel Başkanı Bahçeli aptal mı? Elbette değil. “Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olursa onu oradan indiririz” diyor sonra da onu Cumhurbaşkanı yapmak için 367’ye destek veriyor.
AKP Genel Başkanı Tayip Erdoğan ise her şeye “tamam” diyor hiçbir şey olmuyor. Olsun, dünya liderlerinden sözünü tutmayan sadece Erdoğan değil ki.
Şimdi Türkiye’de 29 mart yerel seçimler sonrası AKP kıyı kentlerini yitirdi, oy kaybetti ya, yani iyi kötü demokrasi işliyor ya, devlet yine rutin işlemlerine geri döndü.
Rutin işlemler ise gayet net ve açık. Ülkücüler devlet yanlısı, solcular ise devlet karşıtı. Böyle olunca polis ve ülkücülerin saldırıları solculara karşı sürecek demektir. Böyle olduğu sürece de korkulacak hiçbir şey yok demektir.
Şimdi laikler şeriat geliyor diye korkmasın da fakat Başbakan’ın Davos çıkışı ne olacak? Başbakan Erdoğan Davos’ta İsrail’e hak ettiği yanıtı verdi. Hem de İsrail Devlet Başkanın karşısında. Tüm dünyada da büyük destek aldı.
Konuşmak o kadar zor değil de, onlara rağmen hükümet olmak oldukça zor. Çünkü, hep söylenir, “Türkiye’de iktidarı ABD/İsrail belirler” diye.
Sonuç olarak Türkiye’nin, Erdoğan’ın tek sorunu şimdilik bu.
Bu amaçla Erdoğan mayınlı bölgeyi İsrail’e 40-50 yıllığına vermek istiyor. İsrail’in elbetteki iştahı kabarıyor. Filistin’e bir geldiler, toprakların yüzde birine yerleştiler, yüzde 90’a yayıldılar. Şimdi aynı iştahları Türkiye için kabarıyor.
Bu anlamda Erdoğan’ı desteklemeye devam ediyorlar. Eeee CHP ve MHP aptal olmadığına göre ABD, AB, İsrail’in başka seçeneği kalmıyor. Erdoğan’ın sözlerine güvenerek, mayınlı topraklarının üzerine oturma düşleri görmeye devam ediyorlar, epey de edecek gibi görünüyorlar.
Başbakan Erdoğan mayınlı arazilerin İsrail’e verilmesinin olanaksız olduğunu bilmiyor mu? Elbette biliyor. Amaç İsrail’in biraz daha düş görmesini sağlamak.
Aslında Türkiye’de hiçbir şey olmuyor. Sadece oluyor gibi görünüyor.
(Hiçbir şey olmuyor derken; Ergenekon gerekçesiyle tutuklanıp beraat edebilecek kişilerden, yine aynı şekilde tutuklanan KESK üyelerinden özür diliyorum.)
Saygılarımla…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)